KİŞİNİN ÖZELİ

KİŞİNİN ÖZELİ

 

 

KİŞİNİN ÖZELİ

Mektup ne zaman girdi sözlüğüme? 1940’larda, Etiler çağını aşamamış,bir dağın kıstağına tünemiş, yolsuz izsiz köyümüze, postanelerde gün üstüne gün saymış, asker mektupları gelirdi. Okutturacak adam arardı analar, babalar, bacılar. Sadece onlar mı, konu komşu toplanırdı başıma. İbadete durur gibi, mektuptan aktarılacak sözü beklerlerdi. Sözün büyüsünü bilirler miydi, habere mi açarlardı kulaklarını? Kısık dünyalarının dışına özlemleri miydi, bir avuçluk çocuğun önünde, onları, saygıyla dinleyişe geçiren? Yazı’nın beyinsel, düşünsel, dilsel gücünü; gerçek uygarlığın yazıyla başladığını, nasıl bilebilirdim o yaşta? Yazının kalıcılığının, sözün büyüsünün tohumu, o günlerde serpilmiş olmalı beyin toprağıma.

“Yüksek bir huzura takdimdir” ile başlayan mektubu okurken sanki  oğullarının ağzı benmişimcesine gözleriyle kucaklarlardı beni.

"Beni soracak olursanız iyiyim, hasım" tümcesini duyduklarında, “İkinci Dünya Savaşı, bize sıçrayacak mı?” korkusuyla yüreği hop oturup hop kalkan köylülerin korku ateşine serin ırmaklar dökülürdü. Nasıl sevinmesinler; babalarının, dedelerinin Yemen, Balkan, Çanakkale, Sarıkamış’ta, Kurtuluş Savaşı ateşlerinde yanıp yitmiş seslerine özlem, yüreklerinden sökülmeyenler?… Mektup yazılanla yakınlığı olanda da, olmayanda da bir rahatlama kıpırdanır, güneş yanığı yüzlerdeki pus, dağılır gibi olurdu.

Mektupta akraba, konu komşu, hatta mahalle halkı da ihmal edilmezdi. Sayfa dolusu adlar geçtikçe, -adı geçenler- duruşlarıyla, devinimleriyle kucaklaşırlardı askerle sanki. O kadar insanın adı yazılmış olurdu da, birinin adı, saklı kalırdı. O, söylenmeyen ad, askerin eşi, yavuklusu ya da sevdalısıdır. Beni çevreleyen kalabalığın arka aralığında, utanmalı bekleyen o adı yazılmamışın gözlerinde özlem yalazlanır, yüreği yele kapılmış dal gibi çırpınırdı. Duyumsardım, o yüreğin gümbürtüsünü, çaktırmadan gözümü uzatırdım ona: “Sana da sıra gelecek.” gibisine. Çünkü bilirdim, asker mektuplarının neresinde, onların adının nasıl dolaylı söyleneceğini. “Hane halkının hepsine firade firade selam eder, hepinizi öper, kucaklarım.” tümcesiyle biterdi mektuplar. ‘Hane halkı’nın adları, yukarıda teker teker sayılmasına karşın, sonda yinelenen ‘hane halkı’, gelindi, yavuklusuydu, sevdalısıydı askerin. Öpmeler, kucaklamalar da ona. Mektup bitince, çember çözülmezdi. Daha daha sorarlardı: Dünya ahvalini sezinlemek için. Son tümceden payını alan, aradan, nasıl da gözleriyle kucaklardı beni? Bakışının sıcaklığı ılık ılık yayılırdı gövdeme. Çiçeğe duracak ağacınkine benzer, iç domurması yaşardım. Son tümceden payını alan sevdalı, yüzünde açan gülleri başkaları ayıplayacak diye, sıvışmıştır hemencecik.

Analar, babalar oğullarının ses tınısını, benden alıyormuşçasına sıkı sıkı kucaklardı. Yumurtalar, meyveler, meyve kuruları mı dersin, -mevsimine göre- kucağımı doldururlardı. Akşam kararınca eş, yavuklu, sevdalı hangisiyse, işte o, bir kuytuda yakalar, eteğindeki ödülleri verir, sımsıkı kucaklardı, yavuklusuna sarılır gibi.

"Yüksek bir huzura takdimdir. Firade firade selam" ne demekti anlamazdım da, onu ben söylemişim, köylülerden daha üst bir dile sahipmişim duygusuna kapılır, içimden içimden büyürdüm. Hele, o kucaklayışlardan gövdeme yayılan haz, kahraman bir asker havası eklerdi bana, gizlisinden. Oradan bilirim, mektuplardaki insan sıcaklığını, insan sesinin güzelim tınısını.

Yeniyetmelik çağımızın kızlarına, şimşek yalazı gibi çakar çakmaz kayıp sönen bakışlarımız, onların gözündeki kısık parıltılar birer gözel mektuptu da, yazılısına geçebilir miydik, hemencecik? Ne kızların, ne bizim üstümüzden ana baba gölgesi eksilmişti. Köy Enstitülerinde, köyün geleneksel baskısından biraz uzaktık. Ama bütünüyle üstümüzden silinmiş miydi, o kuşatma? O birlikte edimlerde, içimizden depreşenleri, nasıl dile dökebilecektik?… Domurup patlayacak birer çiçek kozasıydık, karanfil ağızlı açacağımız mevsimi arar gibiydik. Yeniyetmelik çağı; erginliğe tırmanışın uç vermesi olduğu kadar da bir iç burkuntusu, şaşkın bir aranış! Kendisini bulamamışlıkta çalkanış!

Burkuntularınızda dönelerken sizi, aklı şaşılanmış sanırlar. Dellendi bellenen, kendisini, gayrıya nasıl açık etsin?…

Kızlar sağ olsun, -onlar da, oğlanlar sağ olsun, diyorlardır.- yeniyetmeliğin kanı, damarlarımızı kabartmaya başladığında, onlar düşürdü, öteki tür mektubu gündemimize. Yüreğimizin gümbürtüsünü, kösnülden tepen iç sesimizi ulaştırmak için kırmızı ya da yeşil kalemlerle mektup yazardık onlara. Bulabilirsek, pembe kâğıdı yeğlerdik: Kanımızı delirten coşkunun, kösnül eğilimlerimizin koyuluğunu, çifte vurgulamak için; bulabilirsek, özellikle kırmızı kalemle yazardık. Yazardık, yazardık da, ulaştırmak kolay mıydı?

“Falanın kızı, filanın oğluna bakıyormuş” diye aşkı, içinin burgacına iteleyen köylülükten gelmiş kız, nasıl kabul etsindi, şıppadak, mektubu? Aşkları, bahar yağmuruyla yeşermeye başlayacakken, Anadolu bozkırının haziranında yanmış çiçekler gibi kavrulan ve bir daha yeşermemesine, yüreklerinin derinine düğümlenen köyün çocuklarında, mektubunu açıktan sunma yürekliliği, ne gezerdi?

Kızların gözünde, kabul yankılanırsa, kıyıda köşede, kimseye çaktırmadan kızın eline sıkıştıracaktınız mektubunuzu. Kız, içindeki yangına yenilmişse, uzaktan uzaktan, çekinser bakışlarınızda, ikiniz de içten içten yanacaktınız: Kızıl karanfillerin ışığını çakımlandıran gözünüzü karşınızdakine yöneltmişken, hemen bakışlarınızı yere indirerek, dayanamayıp yeniden, iki gözünüze binlerce gözün parıltısını yoğunlaştırıp ona doğrultarak, yüzünüz ateşler içinde alı al, moru mor… Namlu önündeki tavşan ürkekliğiyle, çevrenizden sakınarak.

O zamanın öğretmenleri vardı, anlayışı vardı. Anadolu’nun, İslam kültürünün aşkları: Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’di. Ulaşımsız birer tutuşma. Sonu felaketle düğümlenmiş birer serüven. Divan Edebiyatından günümüz edebiyatına bulaşmış platonik aşkların öyküsüydü okuduklarımız. Aşklar, salt kadın-erkek aşkı değilmiş, başka çeşitleri de varmış. Deli deli akan kanınız, önü alınmaz çağıltıya dönüşmüşken; tabanınızdan tabanınızdan iteleyen, insan doğasının önlenemez cinsel çekimine kapılmışken; bedeninizi sarmalamış, yüreğinizi rüzgârlı bahar dalında yaprakça çırpındıran iç depremleri yaşarken, kim sıcak bakardı, öteki tür aşklara?

İç uğunmalarımızı, dışa vuramaz, deli dolaşık döneler dururduk, kendimizsiz. Biz, bizi bulamazdık ki aşkımızı bulalım?… Kırık aşklar mezarlığının çocukları, deli kanı destur bilmez çocuklar; kuşatılmışlığın çemberinde, kendi içine gömülmüş, dipteki suyunu börtü böceğin bile içemediği birer derin kuyudan başka neydi ki?…

Yaşama indirilmez aşkları, başkalarından örneklenmiş, acemi şiirlerimize dökerdik. Kültürel etkinliklerde, toplantılarda, fırsatını yakaladıkça, gözümüz eğilim duyduğumuz kızda, bağıra bağıra okurduk. Sesimizin tonu yükseldikçe, aşkımızın abartılı coşkusunun, sevgilimizin yüreğini, bahar seli gibi gümbürdettiğini sanırdık. Çevremiz, öğretmenlerimiz avuçlarını patlatırcasına alkışlarlardı. Ama niçin törel kuşatmalarını gevşetmezlerdi ki?… Kendi yaşanmamışlarının, başkasında yeşermesini mi kıskanırlardı, bilmem ki. Ne kendimiz, ne sevgilimiz, o bağırtılı şiirlerden aldığımız doyumu, birbirimize açık etme yürekliliğini gösteremezdik, o törel kuşatma altında.

Ötekileri ne yaptı, bilmem. Herkes, kendisini bilir. Ben, değişik bir aşk mektubu olan şiirden, başkalarının benzeği şiirden, şiirin öteki temlerine uzanırmışım, şiir bilgisini bilmeden, şiir ustalığından habersiz. Bir aksaklık vardı. Öylesi şiir yetmiyordu: Şiirin isterleri vardı. Giderek seziyordum ki, hep aynısını yinelerseniz, bıktırırdınız. Alıcısız satıcı gibi, boşuna bağırır dururdunuz. Şiir, dil gerektiriyordu. Birikim kazanım istiyordu. Donanımı sığ tabanınızdakiler tükeniyordu. Öncekilerinden yansılananlar, sizi onların eşleği olmaktan kurtaramıyordu.

Gelmiş geçmiş aşklardan büyük aşkınız, daha büyük ve yeni şeylerle dillenmeliydi. Beslenecektiniz. İmrendiğiniz yazarlardan, şairlerden örneksediklerinize kendi damganızı vuracaktınız ki, başkasının benzeği olmaktan kurtulup kendinizi söyleyebilesiniz. Sözün kaynağı neresi? Kitaplar! Gelsin kitaplar!… Onları yazanlar da bizim gibi âşıktı sanırım. Aşklarını, değişik alana dökme zorunluluğundan düşünüşe, toplumsala, insansala uzanmışlardı herhalde yazarlar, kitapları…

Anı defterime bakıyorum: 1943-47 arasında 300’e yakın kitap okumuşum. Öğle yemeklerimin ekmeğini 35 kuruşa satıp, üç günde edindiğim 105 kuruşun, 100’üne bir kitap alırdım. Kalan 5 kuruşlar da harçlığım olurdu. Adını çıkaramadığım, bir İngiliz yazardı, beni böylesine iteleyen: “Gençler yatağınızı satınız, kitap alınız.” diyordu. Devletin, altıma serdiği ot yatağı satamazdım, kitaplanmak için ekmeğimi satabiliyordum ancak.

Okumak; ürüne durmuş tarladan, bağ bahçeden bir şeyler devşirmek gibi. Derlediklerinizin tohumları dökülür içinize, yüreğinize, beyninize. Her tohum döldür. Döl, yatağında beklemeyi sevmez, uç vermek ister, yeşerir. Yazmaya heveslendirir sizi. Yazmaya özenirsiniz.

Uyaklı, ezgili, hemen kabul görüp alkışlananı şiir, aşka belenmiştir. Aşka seğirten bir yeniyetmesiniz: Size göre o denli bol ki düşleriniz, aşka susamış yüreğiniz öylesine çırpınıyor ki, dışa vurmak zorundasınız içinizdeki coşkuyu. Yetersiniz yetmezsiniz, boyunuza bakmadan, şiire soyunursunuz ilkin.

Dili, şiir içinde yoğura yoğura, yazınsalın yoluna düşüyormuşum… Sözü anlamsal, dilsel, mantıksal örgüsüyle dokumaya yöneliyormuşum… Dilden düşünüşe, oradan yazılı düşünüşe yöneliş; -öğrenimini görmemiş olmaktan yazıklandığım- felsefenin kıyılarına taşırmış beni. Dille felsefenin iç içeliği, bilimsel, eleştirel bakışı da almış koynuna, oradan denemeye tırmanmışım, sonraları. Şairliğim konusunda büyük sözler edemem. Ama ülkesinin sosyokültüreline yaslanan, içinde bulunduğumuz durum ve koşulları tartıya alan ve dahası, Türkiye’deki deneme anlayışına değişik bakış, yapı ve işleyiş getirmeye soyunan bir denemeyi denediğimi söyleyebiliyorum, bugün.

Mektuptan, aşk mektubundan uzanan yolun, beni denemeye ulaştırmasından öyle mutluyum ki, sormayın. Söz arası belirteyim, denemede ustalaştığımı söylemiyorum, ustalaşmak; kendi üstüne kapanmak, kendisinde duraklamak, giderek bitmek olur. Her yazdığımı, bir öncekinden daha yetkinine ulaştırma özencisiyim. Beni buraya  tırmandıran aşk mektubu. Aşk, aşk mektubu, yüksek tevettürlü eritim fırını: Eritiyor, cürufunuzdan ayırıyor sizi, asıl madeninizi başka kalıplara döküyor, yeni işleve kavuşturuyor. Aşk, insanlaşma, yazma endüstrisi mi ne?

‘Mektup’ diye başladım da, sözü nereye getirdik? Sözü dağıttım mı ne? Yooo, bana göre hiç de öyle değil: Söz, sözün simgesel fotoğrafı, hatta işlenmişi, damıtılmışı diyebileceğimiz yazılı anlatımlar da birer mektuptur: İnsandan insana haber taşıyan posta güvercini… Birilerine ulaşmak istersiniz, onlarla duyumsama ve düşüncelerinizi bölüşmek istersiniz. Bir şeylerde buluşacaksınız, insanlığın ortak paydasında bütünleşeceksiniz. Yazılı anlatımla, insan insana uzanıyorsa, yazın türleri de birer mektuptur diye düşünülemez mi? İşte o mektuplar / yazılı anlatımlar, insanlığın ortak sesi, uygar düşünüş örgüsünün harcı değil de ne?

Yazılı anlatım türleri; değişerek, çağının isterlerini yakalamaya çalışarak, insanın, zamanının gereklerine göre biçimlenerek sürüp gidiyor da… İçlerinden birkaçını öksüz bırakmışız gibi gelir bana: Günlük, anı, gezi yazısı ve hele de mektubu! Kişinin özeline yaslanır bunlar, o nedenle, daha birebir, katıksız insanıl birer sestir. Yazar, daha bir kendisidir bunlarda: Kamudan önce kendisinden yola çıkarak uzanır bir başkasına, dolayısıyla insanın duygusal, düşünsel ve gümrüksüz kucaklaşmasına…

Nasıl yazardım mektubu? Seslenişten sonra, o anda, içimden neler geliyorsa, takır takır yazardım, daktilomda. Yazım yanlışları, tümce düşüklükleri var mı, bakmazdım onlara. Duygularımı, düşüncelerimi denetimden geçirmezdim. Törenselliğe ne gerek vardı, bir şeyleri bölüşeceğime inandığım dostlarıma sesleniyordum. Resmi ağız taşıyan, içtenliği budanmış anlatımla, çıkarsız dostluk kurulabilir miydi? İş mektubu yazmıyordum ki ben. Basardım altına imzamı. Bir de not eklerdim: “Yazım yanlışlarını, tümce düşüklüklerini sen düzeltirsin.” (Sakladılarsa, dostlarımda vardır, o mektuplar.)

İletişim araçları gelişti. Sarılıyorsunuz telefona, geçiyorsunuz bilgisayarın başına, hemencecik, dünyanın her yerine, her kişiye ulaşıyorsunuz. İlgi alanlarımızı ulaşılamayacak kadar çoğaltmış, ilişkilerinizi yüzlerce yere takıntılamış, hızla akıp giden yaşamın içinde, önemli bir kolaylık bu! Dünyadaki oluşumların aksaklısı olmayacağınızı, her olguyu yakalayacağınızı sanıyor, seviniyorsunuz. İyi, güzel, yararlı da… Nerde o insanın sesinin sıcak tınısı? Söyleştiklerinizin gümrüksüz dilinden, içtenlik biçeminden aldığınız ışık?

Mantığın buyruğuna boyun eğen öteki yazı türlerinde, az çok kuruluk vardır. Ama mektup bir başkadır; iç sıcaklığı soğumamış insan sesidir: Beyinden çok, yürekten alır ılık çağıltısını, mektuptaki her sözcük, kişisinin özel hallerini çağrıştırır. Usta fotoğraf sanatçısı çekiminin, ressamın tablosuna dönüşmüş, güzelliğine doyum olmaz iç sesi…

Gümrüksüz, içtenlikli mektuplar, iç sıcaklığını soğutmadan yazıya döken mektuplar, gündemden düştü mü? Yaşam ağacımızın duygusal dallarından biri kurutuldu mu? Elektrometal dediğimiz iletişim araçları mı yiyor, iç sesimizi? Uzun süre görüşemediğimiz dostumuzla kucaklaşırken duyduğumuz tensel, tinsel sevinç, elektrometalde özdekselleşiyor mu? İçsel sıcaklıklarımız, elektrometalin gümrüğünde denetimden mi geçiriliyor?

‘Çağını kavrayamamış, dinozor’ diyebilirsiniz. Ne derseniz, deyin: Elektrometal araçları, salt kendi egemenliklerine hapsedenlerin, dünyayı ve insanlığı özdeksel güdümlerine aldıklarını görmek, bana ürküntü veriyor.

Nerde o Leylalar, o Mecnunlar? Serüvenleri acı da olsa, onlarda insan yüreği çırpınıyordu. Şimdi aşklar da ikinci el. Çıkara bulaşmış aşklar, bir örnek, törensel. Gizinden sıyrılmış, gösterişin piyasasında, alınır satılırla yan yana. Vitrin işi. Biletine binmiş, ne varsa güzel. İnsancıl yörüngesinden sapıyor yaşamın dümeni. İçtenlik karaya vurmuş. Duyarlık, yayan yapıldak, atsız, kanatsız. İç gündemden uzak, özdeksel özlemler ön alıyor. Sokakta çizilmiş kabataslak resimler giriyor albümlerimize. Arnavut kaldırımlı tarih, şaşırmış geçeceği yolu. Duygusalı yeğnik insancıl birlikteliklerin. Dostu dayanağı yıkılmış evlerin. Pencerelerinde kara kargalar çıkara cakcaklıyor, içlerinde salt özdekselin arayışları ve bundan yoksunluğun kıvranışları… Kanadı mı kırıldı görkemli sevişmelerin?…

O pembe kâğıtlara, kırmızı, yeşil kalemle yazılan aşk mektuplarının iç duyarlığı silinmiş, günlük gereksinimlere teslim olmuş aşklar; yürürlükteki ölçüt ve kalıplara seğirtiyor. Gömlekten daha tez soyunuluyor. Ne gönenci ne acısı var, o eski aşkların. Elektrometal kuşatmaya teslim mi oluyor aşklar? Aşksız insan, edebiyat, sanat; insanın iç sıcaklığını, firesiz, verebilir mi?

Sayısal araçların çıkarsal takırtılarını insanın iç sıcaklığıyla yumuşatarak, insancılla emiştirerek, dünyamızı, daha güzelleştiremez miyiz, daha esen olamaz mıyız?

 

 

Göz-el: ‘güzel’in yanlış yazımı değil, göze ilişkin, göze değgin anlamında.
 
 
 
 
 
 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )