SÖZÜN ALT DOKUSU

SÖZÜN ALT DOKUSU

 

 

 

SÖZÜN ALT DOKUSU 

 

Sözüne bak, insanını tanı!

Kimi yazar, uzun uzun tinsel (ruhsal) çözüm ve yorumlarla tanıtır tipleri bize, yargıları kendisi biçer. Bu durumda okur, yazarın eğilimine girer. Böylesi, okura pay bırakmamak, onu tek yöne güdülemektir. Buyurganlıktır bu!  Olgulara, düşüncelere, yazarın penceresinden bakar olur  okur artık. Yazarın hakkı var mı buna?  Yazmak, salt görüş aktarmak, bilgi sunmak değil ki. Buyurgan öğretmen tavrı, hiç değil. Düşünüşleri paylaşmak! Duyumsamada, algılamada otraklaşmak! Dahası okuru olanın ötesine götürmek, ona kabul edilmişin dışını yoklatmak, düşlerini kanatlandırmak, yeni çevrenler (ufuklar) açmaktır.

İnadına sorarım ben okuruma. O da düşünsün, ötesini ellemeye çalışsın. O da  katılsın düşünüş üretimine, yeni yolaklar aramaya. Pay sahibi olsun, o da yaşasın metnin içinde.  Yazar, dediklerinin odağında tutuyorsa insanı, tek tip düşünceye çakılır kalırız. Herkesin aynı şeyi düşündüğü, düşlediği yerde, hiçbirimiz bir şey düşünmüyor demektir. Tek insan konumuna düşeriz. Sürüleşmenin başlangıcı olmaz mı, hepimizin aynı noktalardan dönenip durması? Yaşamı, herkesin bir ucundan tutup ördüğü düşünüşlerle, esenlik orkestrasına dönüştürebilmeyiz ki, onun bahçesinde dans edelim, sevgi saygıyla kenetlenelim; ayrı yarı, ama birbirini inkar etmeyen renklerle, kokularla…

Kimi yazar, tip  tanıtımlarında kendi yargı ve çözümlemelerini, bize kabul ettirmek yerine; işlediği tipi doğal görünümü, psikolojisi içinde sunar, sadece görüntü alıyormuş gibi. Okur olarak biz, o tipin hangi tinsel durumda, tutumda olduğunu, kullandığı sözcüklerden, devinimlerinden çıkarırız. Yazarla ortaklaşmanın gönencini yaşar, yazarla elleşmenin sevincini duyarız.  Belki de yazarın amaçlamadığı yorumlara yönelir; iç dünyamızın sınırlarını genişletiriz. Ne güzel,  ne yararlı ortaklıktır bu!  Buyuranları değil, bizi ortaklığına alan yazarlar, gözümüzde büyür, onlarla hısım oluruz. Yazar okuru, okur yazarı, katı çevrenin dışına iteler, yepyeni bir dünya kurulur.

Her şeyi söyleyen yazar gevezedir demek istemem, ama buyurgandır demekten  alamıyorum kendimi… Okurun da  bizim kadar düşünüş  dizgesi, algılama yetisi bulunacağını kabul edelim ki, onunla akraba olalım. Bütünleşelim, çoğalalım. Fazlalıkları alınmış, girişi ilginç bir metni, şöyle bir karıştırırken, okur, kendisine açılan pencereden dalar gider derinliklere. Bu, belki bir küçük diyalog cümlesidir, okuru gıdıklayan birkaç sözcüktür, bir soruyla, onu düşünüşe çağıran bir söylem parçasıdır. Dikkat ettiniz mi, ayırdına varmadan, düşünüş dostluğu kurduğumuz yazarlar,  işte böyleleridir. Ders verenleri değil, vaaz edenleri hiç değil!

Bundan çıkaracağımız sonuç nedir?  İnsanın kimliği, kişiliği sözünde, ediminde, devinimindedir. Küçük bir devinimin, bir sözcüğün ucundan yol gider insanın derinliklerine. İnsanın iç dünyasını dışa vuran sözcük, insanla koşuttur: İnsanın psikolojisi sözcüğü, sözcüğün psikolojisi insanı dillendirir.

İnsanın psikolojisini yansıtan sözcüğü, nerede yakalar yazar? Sokakta, kahvede, özel söyleşilerde, halk içinde… Sorgu yargıcı gibi kimlik tespitine çıkmayın! Konuşturun adamı, yürüyüşüne, devinimine bakın! Olgular içinde gözlemleyin onu. Sizin saptamaya çalıştıklarınız çoğunu kendisi söyleyecektir; doğal duruluğunda, katıksız. Başka tanığa ne gerek var? Yazar yargıç mıdır? Orasındaki burasındaki pencereleri kıvıktırarak (hafif aralayarak) okurun algılama, yorumlamasına sunarsanız tipinizi, düşüncenizi; okurunuzdan tam not alırsınız. Salt kabul görmekle kalmaz, okurlarınızla çoğaltırsınız dünyayı, insanlığı.

Anımsarım, çocukluğumda, büyüklerimiz, Birinci Dünya Savaşı günlerini anlatırken ‘ ekmek padişah, et vezir’ derlerdi. Büyüyüp o günlerin tarihini okudukça anladım, o zamanki yönetimin duyarsızlığını, insanımızın yoksunluk içinde kıvrandığını. Kurtuluş Savaşı öncesi için söylenen çam kadı, pelit müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyorsözü, o günlerin karmaşasını nasıl da yansıtıyordu; vurucu ve kestirmesinden. Osmanlı’daki ‘fetret devri’nin de  özetiydi, işte o sözler. Mustafa Kemal’in büyüklüğünü algılatan, Kurtuluş Savaşını başaran ulusuma saygımı çoğaltan. Ve beni, günümüzdeki çalkantıların derinliklerine götüren.

“Gecekondu”,1950 sonrasında kırsal kesimden kente akan insanımızın yarattığı bir sözcük.  Neden, “gece” ve “kondu” sözcükleriyle kurulmuştur bu bileşik?  Kentlerde, kent planına uygun olmayan yapı kurmak yasaktır, kırdan gelenin,  kentin isterlerine uygun yapı kurma olanağı, gücü yoktur. Yurttaş, “gizlice” ve “geceleyin”, derme çatma bir barınağı, yasak bölgeye konduracaktır. “gece” karanlığı, yasadışılığı çağrıştırır. “Kondu” ise; kuşu, onun sezdirmeden şıp diye konuşlamasını düşündürür.  Ayrıca “kondurmak” kolayca becermek anlamını içermektedir. Kentin kıyıcığına barınağını yapıvermekten doğan buruk bir övünme duygusu da yatar bu sözcüğün içinde.

Sonraları, sözcük değişerek “ kondu” olmuştur? Yurttaş, niçin “Çınçın’da iki göz kondum var demektedir.?  Kentin kıyıcığında yamanan gecekondu insanları çoğaldıkça, demokrasi oyunu oynayan yönetim,  oy için ödün vermeye başlamış; gecekondu yapımının üstündeki baskı azalmıştır: Onlara yol, su, elektrikten pay verilmektedir. Artık gece” sözcüğüne gerek kalmamış, yapım gündüze kaymış, barınakların adı “kondu” olmuştur. Bu sözcüğün yapımı, değiştirilmesi ve anlamı konusunda, dil bilincine sahip midir halk? Hayır! Yüzyıllardan bu yana sürüp gelen anadili sezgisidir, bu oluşumundaki temel etmen. Halk yaratıcılığıdır bu. Demek ki, gereksinimleri, onu yaratıcılğa götürebiliyor. Halk yaratıcılığı dedim de, “dolmuş” sözcüğü geldi aklıma. Nasıl işlevine uygun, yerine oturmuş bir sözcüktür o.

Ekmek için dünyanın dört bucağına savrulmuş yurttaşlarımızın ağzına bakın: “Falan tarihte gittim.” demiyor da, “Falan tarihte yurt dışına çıktım” diyor. Niçin? ‘İçeriden dışarıya itildiğini’, dışlandığını vurgulamak için. Yurtta  gereken konuma erişemeyişin, önem kazanamayışın, kabul göremeyişin  yakınısı  yatar, bu söyleyişin altında.

Bir yıllık öğrenim dönemindeki derslerin bütününde başarılı olamayıp, bir üst sınıfa geçemeyen çocuğu için, ana baba, “Bizim çocuk, sınıfta döndü.” demektedir. Niçin?  Öğretim sistemimize göre, Bir yılda on çeşit ders okutulur. Öğrenci bunlardan birkaçında başarılı olamayınca, yalnız başaramadıklarından sorumlu tutulmaz: Sil baştan, bütün dersleri, yeniden okumak, başa (başladığı yere) geri döndürüyor da ondan:

Bir kış günü İzmir’e gidiyorduk. Afyon yakınlarında, bir köylü, yolun kıyısına elma sandığını koymuş. Bezin üstüne de “Hediyelik Elma” yazıp asmış, alıcı bekliyordu. Arkadaşım, elmanın ‘hediyelik oluşunu’ şaşkınlıkla karşıladı. Ben köyde geçen çocukluğumu anımsadım: Kışın köyde elma, armut, ayva benzeri meyveleri bulmak olanaklı değildi.  Saman, kepek, buğday içine gömülerek saklanan meyveler ortaya  çıkarılırdı kiminde, çok değerli meta olarak. Bol bol yenir miydi? Hayır! Miktarı neydi ki?… Hasta komşuya, bunlardan yalnız bir tanesi götürülürdü; şifa olsun, yazdan (güzel günlerden) bir tat taşısın diye.  Benim köylüm, kış gününde kiloyla elma alınacağını yaşamamıştı ki… Ona göre, bundan biraz alınır, hastalara, dostlara hediye olarak  verilirdi. Sandığın üstüne gerilmiş bezin arka yüzünde yazı yoktu, ama ben okudum: Hâlâ köylü yaşadığımız yazılıydı.

Ünlülerimizden birisi,  politikaya başbakan yardımcısı olarak girdi. Yaşı kırktı. Başbakan da  kurt bir politikacıydı. On kasımda Anıktabir’in merdivenlerini birlikte çıkarken, yeni polikitacıya soruyordu:

- Saydın mı, merdivenler kaç basamak?

- Saymadım paşam.

- Ben saydım, kırk basamak. Sen de kırk yaşındasın değil mi?

Usta ders veriyor, hem de deneyim üstünlüğünü vurguluyordu, dil altından.  ‘Sen, daha bastığın yeri bilmiyorsun’ demeye getiriyordu. Kırk yıl, ülke yönetiminde söz sahibi olmuş, o politikacının, bastığı yeri bilip bilmediğini, 2000’lerde sezer gibiyiz değil mi?

Kurt politikacıyla ilgili bir anıya daha değineceğim: Mersin milletvekili, parti meclisi üyesi bir arkadaşımız yakınıyordu:

- Yahu bizim başkan bunadı. Bizim delegelerin yanında, genel sekretere beni göstererek:

- Bu genç, nerenin milletvekiliydi, diye sordu.

Arkadaşım ayırdında değildi: Kurt politikacı, delegelere ‘bana kendisini tanıtamayan adamı, bir kez daha seçmeyin’ işaretini veriyordu. Nitekim dostumuz, bir daha Meclis’e giremedi.

Bir Cumhuriyet Bayramı, Gençlik Parkı, tatlı bir sonbahar akşam üzeri: Havuzlardan sular fışkırıyor, müzik sesleri, havada renk renk balonlar, uçaklar gidip geliyor gökyüzünde. İnsanlar coşkulu, esenlikli. Kalabalığının arasındaki genç karı kocanın küçük oğlu ağlayıp duruyor. Baba, çocuğun uyuyup uyumadığını, tuvalete çıkıp çıkmadığını, su içip içmediğini soruyor. Eşinden olumlu yanıtlar alıyor. Çocuğun elinde, bir simit parçası var. Baba şaşkın, öfkeli: ‘uykusunu almış, tuvalete gitmiş, suyunu içmiş, elinde simiti de var. ‘Niçin ağlar bu velet?’ basıyor tokatı.

O yaştaki çocuk, belki uçak olmak ya da uçakta olmak istiyordu, belki de balonlara binmek, suya dalmak istiyordu. Çocuğun özlem ve düşlemleri, boyut tanır mı hiç? Babanın, o taraklarda bezi yoktu. Ona göre, gövde esenliği sağlanınca, yakınacak ne kalırdı geriye?  Ve şöyle böyle midesini doldurabiliyorsa, her şeye ‘evet’ derdi, böylesi kafa. “Evinize polis mi girsin, anarşist mi?” diyenlerin, iki kötülükten birisini önerdiğini seçemez, onları alkışlar, başına çıkarırdı.

Türkülere koymuşuz: “Seni sevmeyen ölsün!”  Bir büyüğümüz, bu Arabesk tümcesine tutunup, alanlarda övünmedi mi? (Ne büyüklük ya!) Hoşgörüsüzlüğün, özgecilikten tezikmişliğin aynası değil mi, bu söylem? Çoğulcu düşünüşe, buradan mı çıkılacak? Nasıl?… demokrasiyi  özümseyemeyişimizin, bölüşemiyişimizin tıkırtılarını duyuyor musunuz, alttan alttan?…

Sırtımda yumurta küfesi yok ya.” demişiz: Etikten, inançtan, genel doğrulardan kolayca cayacağımızı  vurgular olmuşuz, pervasız. Eh insan kendisini, sırtına yumurta küfesi konulanlarla eşdeğer saydığında, her türlü yozutmaya açıktır. Bunu algılamayanlar, öylelerini hoş karşılar, alkışlar sürekli. Ne yana dönerlerse dönsünler, yumurtaları kırılmaz artık. Ezik, kokuşmuş yumurtaların alıcısı olmak değil mi, değersizlikler cangılında bizi bocalatan?…

Anasını kızından ayıran para!” deyimini işittikçe, deli olurdum çocukluğumda. Aşk yok muydu? Nasıl olurdu, ana kızını para ile satar mıydı?… Koca kentlere düştü yolum, para bütün değerleri eziyordu. Adaletsiz bölüşümden mafyanın mayalandığını sezdim. ‘Paranın,her kiri temizlediğini’ gördüm, hem de yüce sandığımız katlarda. Anlıyorum şimdi: Toplumsal dokumuzun, niçin çözülmeye başladığını, para hırsının ülkemizi, dünyayı kıskacında kıvrandırdığını. Umudumu kestim mi aydınlıktan? Yo, yoo!… İnsanlık enayileri (!). hep vardı dünyada, yine de var. Sizin gibi, beni de ayakta tutan, onlara saygım, onlara güvenimdir.

İnsanın konum, koşul, ilişkileriyle birlikte yaşama  bakışı, sözcüklere yüklediği anlam da değişiyor: ‘delirmek, çıldırmak’ için, ‘kafayı üşütmek’ denirdi eskiden. Bu söyleyiş, doğasal etkilerle beden sağlığının bozuluşunu düşündürürdü. Şimdikafayı yemiş’ kullanılıyor. Teknik araçlarla iç içeyiz de ondan. Teypin içindeki bir aygıtın aşınmasından esinleniyoruz. Bu söyleyiş ise, teknik ilişkileri düşündürüyor. ‘Bir şeyin doğrusunu bilmeksizin, üzerinde rastgele konuşmak’ için söylenen ‘kafadan atmak’ı, ‘atıyorum’a çevirdik. Bu sözcüğü; ‘varsayalım, olabilir ki, tahmin ediyorum, öyle sayalım vb.’ anlamlarında kullanıyor, epey de atıyoruz hani…

Sözcükler, iç duyarlığımızın rengi, düşüncelerimizin sese/yazıya dökülmüş resmi, beynimizin çiçeği, kültürümüzün simgesidir. Eskiler ne demiş? “Beyan, aynıyla insandır.” Öyleyse,  ‘anasına bak, kızını al’ demeyelim de, ‘Sözüne bak, insanını tanı!’ diyelim.

Söz insanla, insan sözle iç içedir.

Etiketler:

Yorumlar (0 )