ELLERİM

 

 

ELLERİM

Ne denli yaramazmışım, ne çok şeyi kurcalamış ellerim. Kırkıncı yaşımda, ellerimde sayabildiğim 41 yara izi gördüm. Ya iz bırakmadan geçenler?

Haşarıymışım, kimbilir kaç bin yasağa  uzandım? Yasaklardan, yanlışlardan, sınama, denemelerden kalan 41 iz!

Anamın, babamın, öğretmenlerimin öğütleri bir kulağımdan girmiş ötekisinden uçmuş. İstemeyene tuz verilmeyeceği gibi öğüt de verilmez. Kimseden öğüt istediğim yoktu ki, onların yaptığı oluktan akıp gideyim, onların tıpkısı olayım. Onlara saygılıydım da, ben başka bir adamdım.

Çizgi dışını elleyen, aptallığımı yoklayan ellerimle keşfetmişim dünyamı. Kimseden deneyim kalıtı (mirası) devralmadım, sanırım.

Meraklar mı ellerimi çekti götürdü? Ellerim mi merakın sırtına binmeye meraklıydı? Uzanılmayası koyakların karanlığından seçmişim, belleğimin defterine yazılacakları. Kişiliğimin çatısı, o yasaklı yerlerden devşirdiklerimle kurulmuş gibi gelir bana. Öğretmenlerim, öğüdümüzü tutmadı bu hayta, örüğünü koparmış at gibi özgür çekti gitti demesinler. Babam darılmasın, emeğini kutsadığım anam gocunmasın.

Benim, en birinci eğitim başım, ellerim.

Kalem, kâğıt, kitaptan önce doğaya uzandı ellerim. Çünkü köyde doğmuşum. Altı yaşıma gelir gelmez işbölümü dizelgesine kaydettiler . O yaştan bu yana yediğim her lokmadan, ellerimin lezzetini alırım. Ellerin ıtırlı kokusunu, tadını kitaplarda arar oldum giderek.

12 yaşımda Köy Enstitüsünde buldum kendimi. Salt kitapların kuramsalında değildi orası; çağdaş bir eğitim köyü. Eğitimin, yaşamın içinden kaynaklanmasına ayarlı. İnsanı, koşullarıyla boğuşa boğuşa, hem gereksinmelerini giderecek hem kendi kişilik yapısını oluşturacak, konum ve koşulları neyi gerektiriyorsa onu yapacak donanımı kazandıracak yöntemle işliyordu, eğitiyordu.

İşe vuruk bir eğitim. İş üstündeydi ellerimiz. Çalışıyor, üretiyorduk, kendimize güvenimiz artıyordu. İş becerme gönendiriyor, özümüze saygımız çoğalıyor, başkalarından pay beklemiyor, özgürleşiyorduk. Yarar sağladıklarımızla aramızdaki bağ güçleniyor, onlardan kabul görüyorduk kolayca. Ürettikçe, yarattıkça çoğalıyordu insan. İş, kişilik kazanmaya, toplumsal kaynaşmaya kenetliyordu, eli işleyeni.

Üretimin tadını almışsanız, bir kez durduğunuzda; hızla dönen değirmenin duruşundaki işlevsizliğe düşüyor, şaşırıyordunuz. Durmak yitmekti. Ölümdü. Özünüze saygıyı yitirmemek için, işlevinizi sürdürmek zorundaydınız, artık. Üretirken kendinizi ayakta tutacak, ötekilerine olumlu örneklik edecektiniz. Özüne saygılı, bağımsız kişiliklerin yetişmesine katkıda bulunacaktınız. Böylesi bir anlayış ve ilkenin yargılısı oldunuz mu, öğreti ve anlayışınızın engelleriyle çarpışmak, sizin için bir görevdir, onur borcunuzdur.

Ömür boyu, ellerimle sarmaş dolaşım: Ben mi el idim, ellerim mi ben idi? Aynada, benden önce ellerim gülümsüyor. Yazdıklarımda, yazı izinin ötesinde, ellerimin sesini duyuyor, kokusunu alıyor, koşuşturmamı okşuyorum.

Banda alınmış konuşmalarımı izliyorum, sözümden çok, ellerim konuşuyor. Ellerimin çevirmeni eşim. Sıkıldığım konukların yanında başımı kaşırmışım. Birbirine kenetlemişsem ellerimi, sıkıntı! Oğuşturursam, aranıyorum. Yumruk yaparsam kavga var içimde. Avuç içlerim yukarıya açıksa umarsızım; yana açıksa, şimdi ne diyeyim sana!

Konuşma bantlarında gördüm, yüzüm asılmış, dudaklarım kısık,  sövecek gibiyim, ama nasıl! Ellerim koşuyor imdada, sözün küfrünü, nasıl inceltip yumuşatıyor, beni suç işlemekten, kaba adamlıktan kurtarıyor. Bir türlü yansıtamayacağınız öfkeyi, sevgiyi nasıl da filizlendirip bayraklaştırıyor. Sözün cankurtaranı. Duygularımın çiçeğini nasıl da domurtuyor. Kızgınlığımın ağırlığını nasıl da törpülüyor, yumuşakça gönderiyor adresine. Perende attırmayacağı, yenemeyeceği zorluk yok. Ellerime güveniyorum. Ellerim kale’m benim.

Sözün yetmediği yerde, bütünleyici. Sıkıntıda kurtuluş açkısı. Yüreğimin rüzgârı. Esintisi. Sıkışmışlık karabasanının dumanını savuruyor üstümden. Beynimden dışarı çıkmakta zorlananı, şıp diye koyuyor ortaya, kimseyi incitmeden. Duygularım, düşüncelerim sözsüz, yazısız kaldığında, onlara dilmaçlık ediyor. Kiminde cangıllı/dikenli çıkmaz, kiminde gül bahçesi. Çekin sandalyenizi altınıza, kahvenizi höpürtederek esenlenin. Mut gözesi bu ellerim canım. Saygınlığı kalemimden az değil. Kimliğimi kurtarma kurnazlığını da beceriyor. Onun devinim dili, öyle bir ustalıklı anlatım dizgesi ki, akıl erdiremezsiniz.

Ellerim mi beynimin çocuğu, beynim mi ellerimin? Hangisi, hangisinin dölü? Hangisi erkek, hangisi dişi? Cinsiyetini çıkaramıyorsunuz. İki cinsiyetin işlevini; sakınmasız, yakınmasız birbirine uyguluyor bunlar. Ne me-nem yaratıklar, bilemiyorum. Onlar yaratıcılık, anlatıcılık ustalığının gölgesine gömüyor cinsiyetleri. Öyle uyumlu bir çift ki, yorulmaksızın, çeyrek adımı ezgiye yadırgı düşmeksizin, üretimin/yaratımın valsindeler. Sürekli izliyorum, hayran. Yoo! Yoo! Seyircilik yasak. “İmece var, imece.” Beni aralarına çekiyorlar. Bir sıkı kavrıyorlar ki kolumu, kurtul kurtulabilirsen, bu erimli valsten! Biz, birbirinde erimiş üçlü, düşüncelerin, tasarımların izlenim yaylasına vurmuşuz. İmeceli bir uyumla koşturup duruyoruz. Sanki o vals biterse, ben de biteceğim.

Ellerimi çok seviyorum, çok. Ellerim sağ olsun.

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )