NE ÇOK DENETMENİ VAR YAZININ

NE ÇOK DENETMENİ VAR YAZININ

 

 

 

NE ÇOK DENETMENİ VAR, YAZININ

 

Yetmiş’i devirdim, seksen’in eşiğindeyim:

“Kardeşin olsa Azrail, mesafe uzun değil” diye yazdıklarıma değgin belgeliği düzenlemeye çalışırken “Yazı Makassız Yazılmaz” (Türk Dili Dergisi: 37.s.Temmuz/Ağustos1993) başlıklı yazımın, yurt dışında ve yurt içinde, sekiz yere alıntılandığını gördüm; şöyle bir geriye kaykıldım, güvenli. Ama “Oğlum, iki ayağını yerden kesme, düşersin” diyen babamı anımsadım. Durdum. Düşündüm; hiçbir şeyin sonsuza değin kesinlik taşıyamayacağını ve sürekli değişeceğini, yenileneceğini. Ve de kendisine güvenin yazarı iktidar duygusuna taşıyacağını; aşırı güven, iktidar duygusunun, yazarın özenciliğini gölgesine alacağını, yazarı yerinde duralatacağını…

Sonra sigara tablasındaki izmarite takıldı gözüm. Hoop! Mustafa Nihat Özön, çıktı geldi belleğimin derinliklerinden: Onun, kertikli saçlar, yukardan aşağıya üçgenimsi bir yüz, dudağının kıyısında izmaritleşmiş sigarasıyla çizilmiş resmini hiç unutmam da…

Algılaması sınırlı yıllarımdan, utanarak anımsadığım bir şey daha var: Mustafa Nihat Özön’ün dersleri; şundan bundan konuşuyormuş izlenimi yaratırdı bizde. Giderek anladık ki, birikim yaratan yöntemdi onunki. Öğretmenimin yolundan yürüdüm: Anadili öğretmenliğimde örneğim, yazarlıkta kılavuzum oldu Mustafa Nihat Özön.

Yazı, yazmak deyince niçin, önce Mustafa Nihat Öğretmenimi anımsarım?… Biz Köy Enstitülülere kapalı olan yüksek öğrenim kapısı açılır açılmaz (1950), Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü sınavına girmiştim. Yazılı sınavdaki sorunun yanıtını, enine boyuna işlemiş, dört sayfa döktürmüştüm. Arkama oturan okul arkadaşımın, “Ağabey, hemen çıkma, kâğıdını yana koy, biraz oyalan.” ricasına uymuştum. Sonuç: Başaranlar arasında benim adım yok, arkadaşımınki var. Öfkelendim. Haksızlığa uğradığımı düşünüyordum.

Ertesi yıl aynı bölüm için yazılı sınava giren 1.800 kişiden 80’i, sözlü sınav için Ankara’ya çağrıldı. Bunlardan GEE’de yatılı okuma hakkı kazanan 15’ten biri olarak öğrenime başladığımda, sordum Mustafa Nihat Öğretmene:

- Haa! Sen miydin, o bilecenlik taslayan? Gel bakalım dedi, indirdi belgeliğe, önceki yılın yazılı kâğıdımı sürdü önüme: “Oku bakalım, yanıtın sınırı belirtilmiş mi? “ Evet, verilen konudaki düşüncelerimizin bir sayfada işlenmesi istenmişti.

- Sözünü, sınırlayamayan adamı ben ne yapayım? dedi. Sustum, sorduğuma bin pişman.

- Daha bitmedi, dedi, eski yılların sınav kâğıtlarından bir tomarı tutuşturdu elime: Yazılı sınava girenlere, ne sorulmuş, kaçı doğru yanıtlamış, incele, sonucu bana getir.”

Öğretmenin anadilini iyi bilmesinin yararı” sorulmuştu: Kimi Türkçenin Arap, Fars etkisine açık bırakılışından yakınmış; kimileri Türkçenin arılaşıp durulaşmasını anlatmış ya da dil devrimine karşı çıkmış; bir bölüğü dilbilgisi tarihine, dilbilgisi konularına değinmişti. Birçoğu, konunun çevresinde dolanmış, ama özünü yakalayamamıştı. “Öğretmen anadilini iyi bilirse, öğreteceklerini, öğrencisine doğru aktarır, öğrencileri de doğru algılar: Öğretmenin anlatımı, öğrencinin algılamasını kolaylaştırır” yanıtı veren yedi kişiydi. “Bunlar, kazanmıştır.” diye götürdüm tomarı kendisine.

- Sen, şimdi buranın öğrencisi oldun, dedi. Eğik yüzle bakabildim gözlerine, utanmalı…

Sözü, yerince, yeterince çekip çevirme, nesnel metin inceleme sıkıdüzeninin, uz düşünmenin yolunu bize açan, kurağı ışıkla dolası öğretmenimdir. Ömür boyu, utançtan övünce dönüşen bağlamda düşündüm, Mustafa Nihat Özön’ü… Okulu bitirmiş, hayata atılmıştım, ama okurken, yazarken, o hep başucumdaydı. Ders verdiğim sınıflarda cismi görünmez bir denetmendi o, duyumsuyordum öğretmenimi.

Daha sonraları, kaç yazı denetmeni çıktı karşıma, bilseniz: Okumasız yazmasız anam, yazıya her oturuşumda, ense kökümdedir. O, geveze komşu kadınlardan bıktığında “Kaşığı yıkadım, sapını da yıkadım” derdi, alaysamalı. Sözü söylemi yerine oturtamazsam, anam enseme şaplatacak sanırım. Sözü doğru kullandım, yazıyı doğru kurguladımsa anam öpüyor duygusuna kapılır, sevinirim, güvenim artar.

Hatice Hanım, yerleşik Türkmen soyundandı. “Çok lâf yalansız, çok para haramsız olmaz.” diyen halktandı. Yüz yıllarca devlet katında önemsenmemiş Türkçeyi, özüne bağlı dil sezgisiyle diri tutan halk, dilde, ana kaynağım olmuştur. Halk dilinden kültür diline sözcük ağdırmalarla, yazın dilini varsıllaştırmaya çabalamışımdır.

Anamdan beslendim de öğrenimli babamın katkısı yok mu? Bir iş buyrulduysa, hele babamdansa, hemen bitirmeye çalışırdım. O ‘hemen’ adamın elini ayağına dolaştırırdı, yanlışa düştüğüm olurdu. “Oğul, ivedinin iği kırılır; eğirip dokuduğun yarım kalır; ağır ol, temiz yap!” derdi İsmail Hoca: Bir işi, yalap şalap bitirmek miydi önemli olan? Önü sonu bağıntılı, özü dolu ve eksiksiz kotarmak mıydı?…

Başta, herkes gibi, öykünmeler, tökezlemeler yaşadım da, belli bir aşamadan sonra yazmış olmak için yazmadım. Okura saygımı korudum. Sözü ele aldı mı -zurnacılar diyesim geliyor da, ayıp olur- lafazanlar örneği, uzun öttürenleri düşünürüm. Ya onlara benzersem kuşkusu, uyarır durur. O kuşkuyu ürküye, korkuya dönüştürmeden yazmak için kılı kırk yararım.

Yazarken; sözün hesabında milimetrik bir eksik bırakırsanız; sayfalar dolusu çalışmanız boşa gider. Boşa giden çalışma sanki bir yapıdır ama sağlam kurulamadığı için, koca yapı, cağıldak tepenize yıkılır. Ortaya dökülen, yıkıntının molozları değildir de sanki sizin sığ beyniniz paramparça, alana serpilmiştir. Bu görünümün karşısında apışmış dikilirken, dil, öteden bağırır size: Yazmak; dilsel, anlamsal bir yapı kurmaktır, boşluk götürmez: Kuralına, özüne aykırılıklar, yazınsal birer urdur; dilin beğenisini sayrı kılar. Sözü/yazıyı; dambıl dumbul davul çalmak mı sanıyorsun, der. Utanç, kara çul örneği dolanır başınıza. Saklanacak delik ararsınız.

Toplu görüşmelere çağırırlar. Konuyu sorar “Hayır!” derim. Niçin? Gazete bilgisiyle, ansiklopedilerden aktarmalarla kamu karşısına çıkmaktan utanırım da ondan.

Kişinin her konuda özgünlüğü yakalaması, anlatıma olağanüstülük katması kolay mı? Hele benim için?… Ama kişinin, ister aykırı, ister özdeş, kendi damgasını taşıyan sözü olmalı: Onu dinleyen ya da okuyanın kafasına üç beş tümcesi ağabilmeli. Sizin yazdıklarınız, söyledikleriniz, doğrudan kabul görmese bile, öne sürdükleriyle karşınızdakinin beynini, en azından, karşı tepkiye çekmeli, düşüncesini ateşleyip, onları yeni duruş ve düşünüşe sürüklemeli.

Çağrılara uymayışımı, burnu büyüklük sananların anlamadığı şu: Toplumun karşısında yalnızca gövdesiyle gümbürdemek, yakışır mı insana? Söze yazıya saygılı okurun, dinleyicinin zamanını çalma hakkımız var mı? Söze/yazıya gereken özeni göstermeyenler çoğaldıkça, yazınsal etkinliklere, üretilere ilgi azalmaz mı? O zaman ettiğimiz kötülük, yalnız kendi boşluğumuzu dışa vurmayı, okuru yazıdan, yazınsaldan üşütmeyi aşar: Yazın, düşün iklimlerinin üçünü yer; dili, düşünüşü, sürekli kışta tutar. Böylesi, bir ülkenin yazınını, düşünüşünü ayazda bırakmak değil de ne? Her yazın adamı korkar, böylesi kötülüğün tayfası durumuna düşmekten.

Siz nasılsınız bilmem. Ben tek başıma yazamıyorum. Ensemden, sezdirmeden bakan, yandan göz atan; kurağı ışık olası anam babam, Mustafa Nihat öğretmen mi? Ohoo! Kocaman bir denetmen imecesi: Masamın, ayrılmaz konuğu yazım kılavuzu, “ben buradayım; bir virgüllük eksik, yüzünü yere düşürür, beni unutma” der. Hemen sol yanımda yığılı, cilt cilt sözlükler: Anlamını doğru bildiğimi sandığım sözcüklere bile birkaç kez daha bakmayı buyurur. Yalnızca temel anlam mı? Yan, eş, karşıt, mecaz, çağrışımsal anlamlar… Kullanım içinde umulmadık anlam yüklenmeler…

Sözcüğün, sözcük salkımındaki yeri, kökeni; kavram dizini içinde neyle ne kadar bağıntılı/karşıt olduğu…

Düşünceniz, birikiminiz, tasarılarınız vardır, onları nasıl kurgulayacaksınız, yazıyı neyle oluşturacaksınız? Yazının ilk aracı sözcükler. Sözcüklerle kuracaksınız anlatı yapısını. Kendinizi yazı ustası sanırsınız; ustalık, işinizi uzlukla becerebilmektir. Kuracağınız yapıya uygun araçlar yoksa, beceremezsiniz işinizi.

Yazmaya ara verip, konunun temel kavramlarının, kiminde bir tümcede geçecek sözcüklerin anlamlarını bağdaşıklarıyla, sayfalarca, kâğıda döktüğüm olur. Onların, hepsini, yazımda kullansam, bulduklarımı, ayıklamadan, yazıya aktarsam, anlatının karnı şişer; dış/boş gebelikle sakatlanır, doğum yapamaz, doğursa da özürlüdür yazı. Kâğıda döktüğüm, anlam çalışmasından ne kadarını yazıda kullanırım? Kiminde hiç!

Bir sözcüğün, bir kavramın açıklamalarını çeşitli anlamlarıyla yazarak gözümün önüne döküşüm, boşuna emek mi? Yoo! Tam aksine: Sözlüğe bakmışım, gözümle somutlamışım, kâğıda geçirmişim, elim işlemiş, üzerinde düşünmüşüm, beynim irdelemiş: Algılayış alanım genişlemiş. Düşünüşe boyut kazanmaktır bu!

Bir sözcük ya da kavram için başladığınız çalışma ilerledikçe, onlarca, yüzlerce anlam açıklaması kâğıda dökülür, bakarsınız ki o sözcükten, ilgisi nedeniyle ötekine, bunların değişik anlamlarına, kullanım içinde beklenmedik anlam yüklenişlere ulaşmışsınız; başta tek olan anlam, düşünüş simgesi; çeşitlenerek, çoğalarak bir anlam, düşünüş yaylasına dönüşmüş, anlayış, kavrayış çevreniniz genişlemiştir. Elinizdekiler, o yazıda işinize yaramasın, gelecek yazı ve dil ürünleriniz için ön hazırlıktır, gelecek için bir gömüdür.

Sözlükler, ana kaynaklarımdandır da, çok mu bağlıyım onlara? Sözlükçü, sözcüğün anlamını yaratmaz. Kullanımlarına göre açıklar sözcüğün anlamını. Kullanımda genel kabul görmüş anlam ve tanımları sözlüğe geçirir. Sözlükçü, kullanımın arkasından gider. İnsan, yeni durumlar, gerekler, gereksinimler karşısında nasıl yeni tavır, tutum takınır, nasıl edimini, tutumunu gereksinimlere göre ayarlarsa; insan beyninin, düşünüşünün dışa vurumu, iletiye ağımı olan söz de insan gibi değişen, dönüşen bir canlıdır: Değişerek, dönüşerek dirimini sürdürür, canlılığına açılım kazandırır. Sözlükler, doğası gereği duruktur, dili, yaşamın içindeki canlılığında yakalamak gerekir.

Sözün/dilin işte o, canlılık yanını sağlıklı tutan, işleyen, geliştiren; dilin teknik yanını inceleyenler; yazarlar, düşünürlerdir. Yazarlar, düşünürler deyince, çalışma odamın duvarlarını çepeçevre kuşatmış kitaplar; ‘Bizi unutuyor musun?’ diye çağrıya başlar. Dünkü yazarlarımız, düşünürlerimiz, ne demişler, neyi nasıl yazmışlar, sonrakileri, oradan aldıklarını nasıl evriltmiş, örnekserim. Yazar olarak dili, hep bellenmiş sözcüklerle sürdür-meme, aynı söylem kalıpları içinde bırakmama sorumluluğuna koşulurum. Olanı yineliyorsam, niye yazayım ki?… Bu algılanmalar, beni, Türkçenin dil sezgisini, dil mantığını, işleyiş düzenini ıskalamadan, sözcüklere yeni anlamlar yüklemeye, söylem kalıplarını yenilemeye zorlar.

Diyeceğim şu ki, tek başıma yazamıyorum ben. Yazının denetmenleri var, onların gösterdiği yol ağzından bir yerlere uzanmaya çabalıyorum.

İyi ki denetmeni var yazının: Yazın, dolayısıyla tarih tevatür** çöplügü olmaktan kurtulamazdı yoksa.
 

 

 

* Yaşayan dil kavramını, Osmanlıca’ya bağlılık sayanlar gibi kullanmadım. Kendi kökeninden ve işleyiş düzeninden, ulusal duyuş, düşünüşle boyutlanan Türkçedir, çağcıl yazarlarımızın işlediği dildir, bana göre yaşayan dil.

**Tevatür: Ağızdan ağıza yayılan, gerçek olup olmadığı bilinmeyen söylenti

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )