İÇ KİMLİK

İÇ KİMLİK

  

İÇ KİMLİK

 

21 Mart 2004. Nusret Fişek Vakfı’nda şiir üzerine söyleşiliyordu. “İlkelini aşmış, insanlık değerlerini edimine, tutumuna sindirmiş insan, şiir yazsın, yazmasın, şiir gömüsüdür. İnsanın şiiri, yaşamını şiirli kılan iç kimliğindedir.” deyiverdim. İçimin derinliklerinden çıkıp gelen o sözceyi ederken, gözüm, Oya Fişek’teydi.  Niye ki?

Anımsadım:1967’ de Gazi Çiftliği Lisesi, orta bölümünden bir sınıfı, Ankara Radyosu Çocuk Saati’ne götürmüştüm. Radyoevinin karanlık ve dar geçitlerinde,  öğrencilerimden biri kaçırmış. Oya, fark etmiş, onu ötekilerine sezdirmeden ayırdı. Öğrencileri, Oya’ya emanet ettim. Kızımızı, taksiyle Gazi Mahallesindeki evine bırakıp dönüverdim. O olayı anımsama düşürdü dilime ‘iç kimlik’ sözcesini. (*)

İçime dönüp baktım: O güzelim tanılamayı, insan gibi insanı, ham/yoz insandan ayırt edebilmiş, yazmış mıydım ben?  “ Sözü dilinde, sen iç kimliği, bilmeden mi, geldin bu yaşa?” diye hayıflandım. Kendimi sorguya aldım. Bahri Dede’nin “ Şu mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmez.” sözünü, çok kullanmama karşın, deryayı bilmeyen aptal balıklardan birisi miydim? Vah bana!... İç kimliksiz miyim? Öyleyse o güzelim sözce nasıl çıktı ağzımdan?

Ömrümün ön sayfalarında arayışa çıktım: Babam, 12 yaşımda, gurbette öğrenime bırakırken: “Oğlum, bir elmayı bölüşürken büyük payı arkadaşına ver, büyüğünü kendisine ayırana karşı da dikkatli ol! ” demişti. 16 yaşımda yitirdiğim babamın sözüne uydum ömrümce, özgeciliğimi talana verdim, çok. Yüzüme demeseler de arkamdan ‘enayi’ye çıktı adım. Babamın sözünü   tutmakla, kutsal enayiliğimle iç güzelliğimi korurmuşum. İyi etmişim: Geç de olsa, algıladım, insanın iç kimliğinden uç veren bir durumu söylemek istermiş, yeri ışıklı olası babacığım.

Adam, size sigara sunar, kendi sigarasını yakar, kibriti söndürür atar.

Tatlı (aslında yağlı) sözlerle sizi okşar da, siz yoksunuz havasındadır. Siz onun figüranı, sözünü kuzu kuzu dinleyeni durumuna düşürülmüşsünüzdür. Çevresini kuşatanlar ona göre, katkı veren ortak paydalı birey değil, onun edimini onaylayan birer sayıdır. Bulunduğu yerlek, baştan aşağı, kendisiyle doludur. Isınamamışımdır öylelerine.

Başka bir baba, kayınbabam da iç kimlik üzerine göstergeler sunmuş da ayamamışım: Celâl Efendinin kızına âşığım, kızı da bana. Töreleri yıkmak istemiyoruz, içimizde eziklik kalmasın, ana babaların iznini alacağız. Celâl Efendi, aracıyla kızını istettiğim için payladı beni: “ Sonunda mutlu ya da mutsuz olacak sizsiniz, dolayısıyla ben de... Neden kendin gelmedin bana?”demişti.

Sorup araştırmış: gençliğin, yırtıcı ben’ini  aşamamış dönemindeyim.

Bize belletilen şaşmaz doğrularına inanıyorum: Delişmen bir delikanlı, dikine bir adam. “ Sana kızımı değil, ayağımın tozunu bile vermek istemem. Ama kızıma soracağım,  isterse belanızı birlikte çekersiniz.” dedi. Kızının evet’iyle evlendik. Saygıda kusur etmiyor, ilişkilerde tutukluk yaratmıyoruz, fakat içten biraz limoniyiz.

Nasıl baba oğul olduk Celâl Efendiyle?  O da Turhal’da, biz de. Celâl Efendi, oranın sevilen, sayılan adamlarından. Öğretmen aylığıyla sıkıntıya düşeriz belki diye, yakını esnafla tanıştırdı beni.

Esnaftan Adnan Bey: “Celâl Efendi yazık etmişsin kıza.” demiş. Niçin mi?  Ocak ayının başı, Turhal köprüsünde iki çocuk: Biri dört, ötekisi altı yaşlarında. Üstlerinde yalnızca gömlek, ayakları yalın: Buza basıp havaya hopluyorlar. Çocukları, Adnan Beyin dükkânına götürdüm. Baştan ayağa giydirttim. Komşudan aldırttıkları ayakkabılar da veresiye. Adnan Beyden aldığım para ile biraz harçlık, ellerine de birer çikolata. Çocuklar, ilkyaz kuşu oldu, uçup gitti. Arkalarından, dükkânın kapısına dayanmış ağlıyorum.

Bu hal, Adnan Beyin ticaret kafasına sığmamış da…

O akşam rakısı, nevalesiyle oturdu ocağımızın başına Celâl Efendi. “Evlat, özür dilerim, sen benim öz oğlumsun.” dedi.

‘İç kimlik’ sözünün tohumunu beynime eken onlarmış, oradan çıkıp gelivermiş dilime. Yaşadıklarımdan çıkarım almakta, hayli yaya imişim?…

Aymazlığımı silkeleyerek kendimi keşfettim ya, aptallar, ilk kez rastladıkları doğruyu, ilkin kendileri bulmuş sanırlar ya, ben de dış kimlik, içkimlik üstüne birkaç söz edeyim mi? İsterseniz, size demiş olmayayım da söyleneyim, izninizle.

Kişilerin, nüfus kayıtlarını, hangi işi yaptıklarını gösteren belgelere kimlik deniyor. Onunla sorgulanıyor, onunla yargılanıyor, aklanıyor kişiler. Kimi malından, kimi toplum içindeki konumundan, bulunduğu orundan, kimi siyasal yerinden kimlikleniyor. O resmi kimliklerine bile gerek kalmadan toplumsal kuralları yarıp geçiyorlar. Öylelerin asıl kimliği, kişiliği, saygınlıkları neye dayanıyor, bakmış mıyız? Yoksa iç kimlik yoksunlarına güven, inan, bizim bir şeylerimizi  mi kemiriyor ?

Kimlik, kişilik, saygınlık kavramlarına bakıyorum. Kim olduğunu kanıtlayan resmi belgeleri aşıyor. Toplumu temel alıyor, insana özgü nitelik, özellik içeriyor. İnsanca davranış edim tutum, toplumun değerleri ağırlık kazanıyorsa, bu kavramlarda, insanın kendisinin ayırdına varmadığı iç kimliğinin bulunup bulunmadığı aranmak gerekmez mi toplumu yönlendirenlerde ve ilişkide bulunduğumuz insanlarda?

İç kimliği olmayanların, iç çıplaklığını görememek, bizim iç çıplaklığımız sayılmaz mı, bir anlamda?

İnsanın iç kimliği, dış yüzeyinde, abartılarında değil, derinliklerinde saklıdır. Küçük, önemsizmiş gibi görünen tutumunda, ediminde uç verir çiçeğini ya da dikenini açar. Oradan alırsınız iç kimliğinin rengini, ıtırını ya da kısırını. İç kimliğin şiirini edinememişlerden kurtulduğumuz gün; ulusal ve evrensel kucaklaşmada insanlığın erdemini yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

“Yaya kalmışsın” derseniz, darılmam. "Darısı başkalarına” derim.

 

Türk Dili 116.s. Eylül-Ekim 2006

(*) Sözce: Bir  düşünceyi anlatan bir ya da birkaç sözcüklük söz. İbare.

Etiketler:

Yorumlar (0 )