SÖYLEŞİLER

SÖYLEŞİLER

CAN_BABAM_S__YLE_____001.jpg

 

 1-
   
ŞAİR OSMAN BOLULU’YA GENÇ GÖZÜNDEN SORULAR   
 
CAN ERDOĞAN
 
 
- Röportajıma başlamadan önce değerli zamanınızı ayırdığınız için teşekkür ederim. İzninizle ilk sorumu sormak istiyorum. Nerede doğdunuz, kendinizden biraz söz eder misiniz?
 
- 1929 yılında Amasya'nın Taşova ilçesine bağlı Tekke köyünde doğdum. Çiftçi, yoksul bir ana (Hatice) babanın (İsmail) dördüncü oğluyum. Köyümdeki ilkokuldan sonra Samsun-Ladik Köy Enstitüsü'ne girdim. Beş yıl ilkokul öğretmenliği yaptım. Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü bitirdim. Orta dereceli okullarda Türkçe öğretmenliği, yöneticilik yaptım. Bu arada Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü'nü bitirdim. 1974-81 yılları arasında müfettişlik, başmüfettişlik, müşavir müfettişlik, Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı
görevinde bulundum.
 
Öğrenciliğimden bu yana yazmayı, okumayı sürdürüyorum. Bir yerel radyoda perşembe akşamları konuşuyorum. Türk Dil Kurumu, Türk Sanat Kurumu, Dil Derneği, Eğitimciler Derneği, Edebiyatçılar Derneği gibi örgütlerin üyesiyim. Sanatsal etkinliklere katılıyorum. Öğretmenlikten emekliyim, ama kendimi emekli saymıyorum. Eğitimciliğimi yazarak,
konuşarak, sanatla uğraşarak devam ettiriyorum.
 
 

-Türkçe öğretmenliği yaptığınızı söylediniz, sizce okullarımızda Türkçe derslerine gereken önem veriliyor mu?

 

 
-Müfettişliğimde gördüm. Türkçe dersleri yani anadili dersi, hiçbir zaman gereği gibi okutulmadı. Türkçe dersi, bir bilgi dersi olmaktan çok; doğru, iyi ve güzel yazıp konuşma be-
ceri ve alışkanlığı kazandıran, insan zihni ve kişiliğini geliştiren bir derstir. Bu derste düşüncelerin matematiği yapılır.
 
-Peki Türkçe dersleri gereği gibi okutuluyor mu?
 
Daha önce anıştırdığım gibi, kimileri Türkçe dersini bilgi, tanımları öğrenme, okuduğunu özetleme, anlatma sanıyor. Türkçe dersi doğru ve iyi anlamayı, söz ve yazıyla anlatma
gücünü, sözcüklerin doğru okunuş ve yazılışını, düşüncelerimizi geliştirmeyi, Türkçe’yi güvenle ve güzel kullanmayı, değerli düşünce ve sanat eserlerini tanıma ve sevmeyi, dilimizin
gelişmesine katkıda bulunmayı, doğayı, insanları tanıma ve insanlığı tanıma ve sevmeyi kazandırmalıdır.
 
Hangi işi yaparsanız yapın düşünmesini bileceksiniz. Duyduklarınızı, düşündüklerinizi, tasarladıklarınızı karşınızdakilere eksiksiz, doğru olarak aktaracaksınız. Okuduklarınızı, din-
lediklerinizi doğru ve eksiksiz olarak algılayabileceksiniz ki başarılı olasınız. İnsan anadiliyle düşünür. Anadilini doğru kullanmayanın bilimi kavraması mümkün değildir.
 
Türkçe dersi bir bütündür: Okuma, metin işleme, dilbilgisi, yazma (kompozisyon), nok-
talama, imla, şiir okuma, konuşmalar, piyes temsili, konferanslar, sanatsal etkinliklere katılma, kültürel gezi ve görgülenmeler, edebiyat -sanat yapıtlarının (öykü, roman, şiir vb.)
incelenip tartışılması gibi, birçok etkinlikten oluşur.
 
Yukarıda söylediğim gibi, bu ders, okuma, ezberleme, kuralları öğrenme, kimi sözcüklerin Türkçe karşılıklarını bulup cümle içinde kullanma değildir. Bu derste incelenen yazınsal
(edebiyatla ilgili) metinlerle öğrencinin düşünce alanı genişletilir, hayal gücü kamçılanır. Metinler yoluyla insanlığın geçirdiği serüven kavratılmaya, evrensel ve ulusal insanlık değerleri kazandırılmaya çalışılır. Eleştirel düşünüşe alıştırılır öğrenci.
 

 

 

- Sizin öğrenciliğinizdeki okullarla şimdiki okulları karşılaştırır mısınız?
 
Bizim öğrenciliğimizde, Türkçe, matematik, fen bilgisi derslerinden başarılı olamadınız mı, bütünlemeye bile kalamazdınız. Hele Türkçe dersinden borçlu geçmek gibi bir uygulama hiç yoktu. Ders, yalnız okul kitaplarına bağlı değildi. Düşün, sanat yapıtları okunur, tartışılırdı. Köy enstitüsü öğrencisi olduğum yıllarda, bir öğrenci bir yıl içinde seçkin sanat yapıtlarından, en az yirmi tanesini okumakla yükümlüydü. Kitapla insanın kafası donatılır, iç dünyası zenginleştirilir, düşünce ufku genişletilmeye çalışılırdı. Hangi okula başvurursanız vurun, Türkçe sınavından geçerdiniz. Kompozisyon (yazma) dersleri, insan beyninin ifadesi sayılırdı. Kompozisyondan başarılı olamayanlar, liseden mezun olamazlardı. Ha şunu da belirteyim: Ortaokulu bitirince, bir  olgunluk sınavından geçecektiniz, liseyi bitirince de olgunluk sınavından geçmeliydiniz, yoksa üniversiteye  giremezdiniz. Çünkü anadilini iyi öğrenmek, ulusal bilinci kazanmak sayılırdı. Bir tek sözcüğü yanlış kullandığı için mezun olamayan arkadaşlarımız olmuştur. Dil düşüncedir, uygarlığa açılan yolun başlangıcıdır görüşü egemendi.
 
-Kendinizden söz ederken Köy Enstitüsünden mezun olduğunu söylemiştiniz. Köy Enstitülerinden söz eder misiniz?
 
Köy Enstitüleri, 1940'lar Türkiye'sinin koşullarında doğmuş eğitim kurumlarıydı. O zaman ülke nüfusunun % 80'i köylerde yaşıyordu. Ülke ekonomisi tarıma dayalıydı. Halkın
ancak % 10’u kadarı okuma-yazma biliyordu. Cumhuriyet, Kurtuluş Savaşı'ndan sonra yöneldiği yeni uygarlığın insanını yetiştirmeliydi ki başarılı olabilsin. Ülke yoksuldu, devletin olanakları kıttı. Yurt kalkınması, köy kalkınmasıyla, tarımsal gelişimle özdeş sayılıyordu. O halde Türk insanına kimliğini kazandırmak, onu üretici yapmak için, bir eğitim sistemi bu-
lunmalıydı. Köy çocuklarını köyden alıp okutarak köy öğretmeni, köye uygun meslek erbabını yetiştirmek üzere Köy Enstitüleri açıldı.
 
Köy Enstitülerinde öğrenci, tarım alanında çalışıyor, yiyeceğini üretiyor, okuyacağı, yatacağı binayı yapıyor, barınıyordu. Elektrik santralının başında, traktör’ün üstünde öğrenci
vardı. İş içerisinde öğreniyordu öğreneceklerini. "Peki dersler yok muydu?" diyeceksiniz, vardı. Orta birde milli oyundan Türkçe'ye 21 dersimiz olduğunu anımsıyorum. Söylediğim
gibi, bir yılda en yirmi kitabı (o zaman çevrilmiş dünya klasiklerini, seçkin Türkçe yapıtları) okur, kafamızı donatır, yüreğimizi inceltirdik. Öğrenci okul yönetimine katılırdı, öğretmenle birlikte öğrenci yönetirdi okulu. 15 günde bir eleştirel toplantı yapılırdı. Bu toplantıya, okulla ilgili kim varsa, tümü katılırdı. Orada, kıyasıya tartışılırdı, özgürce. Demokrasiyi yaşayarak öğrenir, hoşgörü kazanırdık. Aradaki Cumartesi gününde ise, hep bir arada eğlence yapardık.
 
Köy Enstitüleri, sorumluluğunu bilen, özgeci (kişisel yarar gözetmeksizin başkalarına yararlı olmaya çalışan), sorgulayan, köylüyü uyandırmaya çalışan, tartışmacı insanlar yetiştirirdi.
Öğretmen, köyde yalnız öğretmenlik yapmıyordu. Örnek çalışma ve sanatıyla (Ha bir de bizim yardımcı branşlarımız vardı, benimki yapıcılıktı.) köylüye örneklik ediyordu, onun
yaşam biçimini değiştirip geliştirmekle görevliydi. Düzen, bundan rahatsız oldu. Köy Enstitüleri kapatıldı.
 
- Peki Köy Enstitülerinin avantaj ve dezavantajları nelerdir?
 
Köy Enstitülerinin dezavantajları olduğu düşüncesinde değilim. O, 5-6 yıllık ömrü olan Köy Enstitülerinden 60 kadar sanatçı, birçok bilim adamı, milletvekili, devlet adamı yetişti.
Köy Enstitülerinden sonra Türk edebiyatı kırsala yöneldi. Dilimizin kullanımı içine halkın dili, kültür diline girmemiş Türkçe söylem girdi. Sosyal düşünüş, ivme kazandı. Dezavantaj dedikleri, o zamanki Köy Enstitülerinde, klasik derslere ağırlık verilmeme eleştirisidir. Doğru değil. Örnekse, bir bina inşaatına başladığımızda, temelin bir köşesinden ötekine gerilen ipin üzerinde öğrendim ben Pisagor Teoremi'ni. Köy Enstitülerindeki öğretim, eğitim, yaşamla iç içe olduğu için daha sağlamdı.
 

 

 

-Sizce temel eğitim en az kaç yıl olmalıdır?
 
Temel eğitim, en az 8 yıl olmalıdır. Bu, yasaların, Anayasa’nın buyruğudur. Temel eğitime geçilmesi için, bundan 24 yıl önce karar almışız, uygulamıyoruz. Dünyada temel eğitimi 5 yılda kalan, birkaç ülkeden birisiyiz. Kimi ülkelerde temel eğitim 12 yıldır. İnsan,
kişiliğini gençlikte kazanır. Dünya çocuk hakları sözleşmesine göre, genç 18 yaşına kadar çocuk sayılır. Devletler onları korumakla, geliştirmekle yükümlüdür. Yasalarımız da 6-14 yaş arasını, zorunlu öğretim yaşı sayıyor.
 
Her ülke, kendi yurttaş tipini, ulusal çıkarlarına ve evrensel değerlere yönelik olarak yetiştirmek zorundadır. Yoksa yaşamı zorlaşır. 8 yıllık öğretime alınan genç, sokaktan kurtulacaktır, kötü alışkanlıkları veren yerlere katılma olanağını bulamayacaktır. Devletin, öğretmenin gözetiminde, kafası gelişirken, iyi alışkanlıklar kazanacaktır. Ulusun değerlerini öğrenecek, evrensel değerleri ayırt etmeye başlayacaktır. 8 yıllık eğitim, yurttaşlık eğitimidir, hatta demokrasi eğitimidir. Ulus, düşünce birliğinden doğan bir bütündür. O zaman, 8 yıllık öğretim ulus olmayı sürdürmenin bir dayatmasıdır.
 
-Şimdi biraz da Türkçe kullanırken yapılan yanlışlardan söz eder misiniz?
 
-En yüce kattan, yerel radyolara, televizyonlara, basına kadar dil yanlışları yapılıyor. Geçmişte Arapça, Farsça sözcüklerin etkisine girmiş, kendi düşünüş, söyleyiş biçemimizden
uzaklaşmışız. Şimdi de birkaç Batılı sözcük kullanınca Batılı olacağımız yanılgısına saplanıyoruz. Kurtuluş Savaşı'nın üstünde temellenen Atatürk devrimlerinin içinden dil dev-
rimini alır bakarsanız, Türkçe ne kadar anlaşmış, durulaşmış, kendi özüne dönmüşse, edebiyatımız da o kadar ivme kazanmış, yabancı dillere çevrilir olmuştur. Bilimimizdeki gelişme de dildeki gelişme ile koşuttur. Dil yanlışları, o kadar çok ki, altı yıldır İstanbul Türk Dili Dergisi'yle, Ankara'daki Çağdaş Türk Dili dergisinde ve Damar dergisinde pek çok yazı yazdım, dil yanlışlarına ilişkin. Bitirebileceğimi de sanmıyorum.
 
Dil yanlışı dediniz de, mantıksal, dilsel yanlışlar mı dersiniz, Türkçe'nin kurallarını önemsememek mi dersiniz, Arapça-Farsça karışımına Batılı sözcükleri, anlamını bilmeden
eklemek mi dersiniz, o kadar çok ki…
 
-Sizce bu yanlışları daha az yapmak ya da yapmamak için nelere dikkat edilmelidir?
 
-Dilin ulusal varlığın omurgası olduğunu, dilini yitiren ulusların kültürlerini yitirdiğini, tarihin derinliklerine gömüldüğünü hiç unutmamalıyız. Dil, salt anlaşma aracı değildir, ulusal bir düşünüş dizgesidir. Dile saygı, yurt bütünlüğüne saygıyla özdeştir. Anadilini doğru kullanabilmenin, düşünmeye temel olduğunu ayırt edebilmeliyiz. Dil olmadan düşüne-meyeceğimizin bilincinde olmalıyız. İşte bu anlayışla dilin kurallarına, kullanımına özen göstermeliyiz. Bu, salt kural ezberlemekle olmaz. Dil, kullanım içinde öğrenilir. Anadilinin kullanımında uzlaşmak için, o dille yazılmış seçkin yapıtlar, mutlaka sürekli okunmalıdır. Dil yanlışları pas geçilmemelidir. Özellikle vurguluyorum, dil salt anlaşma aracı değildir. Örnekse: ”Şeyin şeyini şey ettin mi?" der, öteki de "Şeyin şeyini şey ettim." der; anlaştıklarını sanırlar. Dil, duyduklarınızın, düşündüklerinizin, tasarladıklarınızın karşınızdakine eksiksiz  olarak aktarılması, karşı tarafınkileri de eksiksiz, doğru olarak algılayabilmek için kurulmuş düşünüş dizgesidir. Bilgi, teknoloji çağına girmiş, bununla yaşayan bir dünyada varlığınızı sürdürebilmek için, önce anadilinizi iyi bileceksiniz, sonra yabancı dilleri de öğreneceksiniz. Çağın dayatmasıdır bu.
 
- Şiir yazdığınızı söylemiştiniz. İlk şiirinizi ne zaman yazdınız?
 
Sanırım, ilkokul sıralarında, kitaplardakine benzer bir şeyler karalamaya özeniyordum.
Köy Enstitüsü öğrenciliğim sırasında çok okuduğumuzu söylemiştim. Her sınıf bir duvar gazetesi çıkarırdı, enstitülerin çıkardığı dergiler vardı. Oralarda yazmakta yarışırdık. Okuduğum kitaplardan esinlenerek, şiir yazma tutkum, enstitü öğrenciliğim sırasında koyulaştı. Okul dergilerinde yayımladım. Ülke düzeyinde ilk şiirim 1951 yılında yayımlandı.
 
-Şu ana kadar kaç kitabınız yayımlandı, bunların tümü şiir kitabı mı?
 
Altı şiir kitabını yayımlandı: Dalların Ucundaki (1955, Türk Sanatı Yayını), Bileşim Çizgisi (1963, Mim Yayınları), Yurtboyu Sevişmek (1992, 1994, 2. bası, Selvi ve Doğru
Yayınları), Taşın İyisi (1992-94, Selvi ve Prospero Yayınları), Uzun Koşu (1994-95, İlkyaz Kitaplığı), Güle Yolculuk (1996-97 İlkyaz Kitaplığı).
 
Şiirlerimle Çağ, Nasır dergilerinin açtığı yarışmalarda, Vedat  Güler Şiir Yarışması`nda, Nabi Üçüncüoğlu Şiir Yarışması'nda, Petrol-iş Şiir Yarışması'nda, İbrahim Yıldız Şiir Yarışması'nda ödüller aldım. Bir şiirim Fransızca'ya, kimi şiirlerim Danimarka diline çevrildi. 1995 yılında Danimarka Yazarlar Birliği tarafından Danimarka'ya çağrıldım. Orada şiirlerimi okudum, konferanslar verdim.
 
Şiir dışında iki deneme kitabım yayımlandı: Antilaikliğin Önlenmeyen Yükselişi (1994, Prospero Yayınları), Belleksiz Toplum (1995, Troya Yayınları).
 
Halk masallarından birkaçını Devlet Kuşu adlı yapıtımda yeniden işledim. Eğitim konusunda Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi'nde yaptığım inceleme Türkiye'de Mahalli İdarelerin Eğitim ve Öğretim Kurumlarıyla İlgisi olarak kitaplaştı. Türk diline ilişkin 12 kitabım yayımlandı. (Bunların 5 tanesi üniversiteye ve fen lisesine hazırlıkla ilgilidir.)
 
-Şiirlerinizde ve yazılarınızda genelde hangi konular üzerinde durursunuz?
 
Şiirlerim, yazılarımın izleği (konusu) insandır, insanlık durumlarıdır, yurt ve ülke sorunlarıdır. Ama bunları salt öğretici (didaktik) olarak işlemem. Sanatsal niteliklerini göz önünde tutarım. Sanatın kurallarına uyarım. Bende öğretmenlikten gelen yurtseverlik ağır basar, zaman zaman yazılarım politikmiş gibi görünür. Cumhuriyetin atılımlı yıllarındaki gelişmelerden yararlandığım, Cumhuriyet'in açtığı Köy Enstitülerinden yetiştiğim için kendimi Türk halkına borçlu sayarım. Yazılarıma bunun ağırlığı ağar.
 
Düzyazıda çok düşünür, az yazarım. Sözcüklerin kullanımında onların yeni yeni anlamlar kuşanmasında titizlik, özen görmek baş kaygımdır. Yazıda mantıksal, dilsel, anlamsal tutarlılığı gözden ırak etmem. Şiir kolay iş değil. Çok çileli, uzun bir uğraş. Hep değişme, dönüşme istiyor. Sürekli yenileneceksiniz. Aynı konu ve söylemlere çakılıp kalmayacaksınız. Onun dili, günlük dilin, normal kullanımın çok ötesinde yeni bir dildir. Şiir, olandan başka dünyaların özlemini, görünümünü, insanların yüreğine ağdırmak için yapılan bir sanattır. Ben şiiri, ufuk açma, yeni dünyaların özlemi, dilin kanatlanması, insanların içine yeni bir ışığın sızdırılması olarak anlıyor, öyle yazmaya çalışıyorum.
 
Şimdiye kadar benimle 15 kadar söyleşi yapılmış, 10 yerde yaşam öykümden söz edilmiş, 26 kaynakta adım anılmış, kitaplarım ve sanatım hakkında 100’den çok yazı yazılmıştır. İnan Can, seninle bu söyleşiyi yapmak, benim için onlardan çok daha heyecan verici oldu. İçim kabardı. Bir genç adamın, pırıl pırıl bir delikanlının, bu genç, insanın torunu olursa, sizinle, sanatınız, kişiliğiniz hakkında söyleşide bulunması çok büyük mutluluk. Sağol yavrum! Senin gibi gençlere, başarılı gelecekler, sizi yetiştiren öğretmenlere sabır ve özen dilerim.
 
 
 
* Eren Can Erdoğan, Ankara Tevfik Fikret Lisesi Orta son sınıf öğrencisi. Bu söyleşi, Orta ikinci sınıf öğrencisi iken, geçen yıl yapılmıştı.
 
Kıyı Dergisi S:143, Şubat 1998
 
 
                                                    ------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 
 
2- 
 
Şair ve yazar OSMAN BOLULU İle  Söyleşi
 
ARZU K. AYÇİÇEK
HALKTAN OLMAK FAKAT HALK (*) KALMAKTAN UTANMAK

 
-Sayın hocam, pek çok yerde özyaşamınız yayımlandı, Osman Bolulu’yu bir de kendisinden dinleyelim, ne dersiniz?
 
 
Yazdıklarınızda yaşamınızın nabız atışı
 
-Herkes hayatını roman sanır, doğrudur da. Önemli olan o yaşamdan neler damıtıldığı, içinden geçilen koşulların, olguların, edinilen deneylerin kişiyi nasıl yoğurduğu, biçimlendirdiği. Algılanmalarıya kişinin ürünlerinin  kan bağı. Kimde yaşamla ürünü örtüşmüyorsa, onda yapaylık aranmalıdır diye düşünüyorum.Ancak bir yazarın, şairin ürünü, salt özyaşamına takılıp kalırsa güdükleşir. Elbette okumalar, araştırmalar, sorgulamalardan algısıyla, dünyayı ve insanı bütünüyle ve bütün edimi, tutunmuyla ürününe yansıtacaktır yazar. İnsanın düş kanatların rüzgârlayacak, ona ön açacaktır.Bununla birlikte yazarın kişiliğinin, anlatısının dip suyunda özyaşamının nabız atışlarını duyarsınız hep.
 
Benim yaşamım zorlukların çetelesidir
 
Benim yaşamım zorlukların çetelesidir: Bir köyün toprak damında doğmak bile nasip olmamış.  Boğalı Dağlarının eteğinde, Kazanocağı denilen yerde, tütün tarlasında doğurmuş anam (Amasya-Taşova-Tekke, 13 Agustos 1929). Derenin suyundan yunmuşum ilkin. Tütün zifirine bulanmış memeden emmişim ilk sütü. Doğar doğmaz acıyı tatmak!… Anacığım loğusa yatağı mı görmüş? Köye dönermez dönmez, bir fırın ekmek yapmak zorundaymış. Altı yaşımda işbölümü dizelgesine almışlar: Sığır, davar gütmüş, bağ beklemiş, tarla sulamış, çift sürmüşüm, yalınayak. Ayaklarıma kurt düşmüş. Yıllar sonra bunu anlattım diye sorgulanmışım. Borçlunun, alacaklıyı suçlama kurnazlığını sezmeye başlamışım. Sosyal katmanımın bilincine açılan  kapı, burası olmak gerek.
Kıl torba, ak donla ve okuryazar başladığım ilkokulun ikincı sınıfına kent okulundan gelen  varsıl kızlara, benden iyi not vermişti öğretmenim, babalarıyla oturup kalktığı için. İki bacıyı sürükleye sürükleye öğretmen odasına götürmüş, “Beni bunlarla sınava çekeceksin.” demişim (1938). Yanıtı hayama vurulan sarı ıskarpinli tekme. Tespiböceği gibi bükülmüşüm. Okulu terkedip  ağıla koşmuş ”Artık koyunları ben güdeceğim.” demişim çobanımız Bestim Dayıya. Okulu, okumayı silmişim kafamdan.
 
Niye elin adamı güdüyordu koyunlarımızı? Sevdiği üç kuzunun ardına düşerek sürü yaratan Abdullah ağabeyim, bir kavgaya karışmıştı. Başına daha kötüsü gelmesin diye, onu kendi yaylamıza göndermemiş, Akdağ’a yollamıştı babam. Boğalı Yaylasında olduğu gibi, iki günde bir göremiyorduk çakır ağabeyimi. Arada Yeşilırmak vardı. Özlemliydik.  Anamla dama serdik yatağı. Yaz gecelerinin serinliğini emmekten, yıldız düğününe katılmaktan çok, ağabeyimin ışığını arardık. Karşı dağdaki çoban ateşlerinin içinde, ağabeyiminki bir top kırmızı güldü, sıcak selamdı, sevgi demetiydi. Anamla birlikte tutunuruk o  gülün dallarına. Çoban ateşleri içimizi aydınlatır, ateş öykülerine başlardı anam.  Dahasına gider, yıldızlar üstüne masal söylerdi. Yıldız düğününün erinci, ateş masallarının sıcaklığıyla varırdık uykuya. O akşamların başlangıç bölümünden kalmış bana, şaraplanan denizlere dalıp gitmek, acı ateşlerinden çıkamamak.

Karşı dağdaki yüzlerce ışık arasından ağabeyiminkini seçer bulurduk. Işıltısı, zamanını biraz aşırdıysa, avcı önünde kekliktik pır pır. Ben de seçer olmuştum ağamın ateşini.  “İşte ana!” diyebildiğim akşamlar, onun ateşinden insan sıcaklığına ulaşırdık, o da gelir sokulurdu yatağımıza gövdesiz. Ana oğullar kucak kucağa, bebe beşiğindeki uyukuların derinliğine gömülür giderdik. Işığı seçemedim bir gece, sustum içimde burgularla. Anamın göğsü körük. Üç gece, pıtrak tarlası oldu yatağımız, yorganı teptik. Gecenin ayazı  ateşimizi hafifletemiyordu. Anamın masalları sustu. “O ateşlerden birisi ağanınki.” dese de sesi biberliydi, kara kuyulardan yankılanıyordu. Sarmaş dolaş, birbirimize sevgimizi sindirerk yatmak nerde? Debeleniyorduk. Sözlerin tadı sağılmış, kurumuştu.
Dördüncü gün, ağabeyimin vurulduğu haberi geldi.  Kağnıyı koşup gitti büyükler, beni götürmediler. Kaç yaşımdaydım ki (1936), minik ayaklarım nasıl ulaşırdı, o sarp dağlara? “Çam ağacına sarıp göbeğinden kurşunlamışlar, üç günde ölüsü kokmuş.” diye söyleniyordu köylüler. Gücüm yetse boğardım onları, ağzımın içinden sövüyordum ancak. Beni halama emanet etmişlerdi, dışarı salmayacaktı.  Sundurma direğinden sıyrılıp düştüm yola. Ağustosun tozlarına, kızgın saca basar gibi, basa sıçraya karşıladım ölü yüklü kağnıyı. Yorganı açıp ağabeyimi öpmeme izin vermediler. Yalnız cami avlusunda, ölüsü yıkanırkan görebildim, şişip değişmiş gövdesini, kiniyle pörtlemiş tek göz gibi bakan tek kurşun deliğini. Yıllar sonra Sabahattin Ali’nin Kağnı öyküsünü okuduğumda, o cinayet biçimlendi somutlandı, ahtapotlarını sarkıttı yüreğime. Kaç kez okudum o öyküyü, gözlerim siyim siyim, kinin kara kuyularına sarkarak…
 
Tez büyümek, bileğim silahı tartabilsin isterdim. Evden silahlar tüydü, küçük yaşıma karşın kollanır oldum. Koyun sağmaya gittiğimizde, havaya ata tutardı ağabeyim. Bir yukarıdaki gökyüzünü, bir çakır gözlerini görür, ikisi arasında kuşlanırdım. Çocukluğum biricik sevinci, ağamla öldürülmüştü, öcünü almadan nasıl yaşardım?…Koca yapıların boy attığı sokaklarda sıkılır, doğaya atarım kendimi ; gökyüzünün, denizin uzun boşluklarına koşarım. Onlardan aldığım sonsuzluk, içimi siler süpürür. Ağabeyimin yittiği dağlara dönük kalmış gözlerim, onun çakır gözlerindeki derinliği, dağları aşan çevrenin (ufkun) bitmezliğini arayor belki de…
 
Seksen kilometrelik yolu iki günde kat ettik; babam, ben ve karaçanımız. Vardık  ak binalarıyla gülen Akpınar Köy Enstitüsüne. Köyde, düven üstünde Reşat Enis’in Gonk Vurdu’sunu okumuştum. Kolay katıldım köy enstitüsünün okuma  kervanına. Tutkulu bir okur oldum. Öğle yemeğim ekmeklerini satıp üç günde bir yeni kitap edinebiliyor, okudukça Sahat Öğretmenimin alkışını alıyordum. 1.41 boyunda, kar kuru, sıtmalı köylü çocuğunun sığınacağı  tek kaleydi Sabahat Öğretmenimin beğenisi. Kandavasının derinlerimdeki tortusunu sezmiş miydi öğretmenim? Sekizinci  sınıfta, Prosper Merimee’nin Kolomba’sını okutturup, sınıfta eleştirisini yapttırdı bana. Onda Korsikalı bir subay vardır; Mösyö Orso Anton, Fransız harbiyesinde okumuş. Kız kardeşi Della Rebia, tipik bir Korsikalıdır, yerel geleneklerinde. Kılıç kuşanmış, devlet katında yer almış kardeşin, ailenin öcünü almasını bekler. Ama yok!… Düş kırıklığına uğrar. Okumuş kardeş yitmiştir. Kitaptaki yaşamı irdelerken, kanvadavasının ilkelliğine değinmiş, kitabın, kültürün insanı değiştirip dönüştürdüğünü vurgulamışım. Korsika geleneklerini tuzla buz ederken,  içimdeki ökteleri budadığımın ayırdına varmamışım. Altmış yıldır, yozluklarımı yontmama karşın, o acı içimde tepip duruyorsa  ara sıra, ağabeyim çakır gözlerini bana yöneltiyordur sanki. Nerede , kim öldürülürse öldürülsün; onunla ağabeyim yeniden öldürülür, ben de ölürüm.
 
Elli yıl öncesinin öğrencileri, saygıyla ararlar: Onlara sevgiyle, adaletle yaklaşmışım, öz çocuğum sayımışım da ondan.  Gördüğüm meslek dersleri mi, beni böyle bir tutuma götüren?  Sanırım, öğrencileğimdeki iki olaydır, beni babacan öğretmen yapan.
 
Bunlardan birini, 1942’de Tekke Köyü  İlkokulunda yaşadım: İkinci Dünya Savaşının kıskacında ülkemiz/ insanımız, hele köylerimiz…Babam 65 yaşında, iki ağabeyim asker. Öğretmenimizin maaşı 41 lira  25 kuruş. Kara somun altın değerinde. Okul yapımı için salma yapılmış, babam 200 lira ödeyecek. Kentli öğretmenimiz, 23 Nisan’a hazırlıyor bizi: Ayağımızda beyaz lastik ayakkabı, başımızda çift şeritli kep, bacağımızda lacivert kısa pantolon, eğnimizde kısa kollu ak gömlek olacak. Öyle istiyor öğretmenimiz. Anam becerikli bir kadındı, olmazdan olur’u çıkarırdı, bir yolunu bulup; ağabeylerimden kalan  pantolunu kesip biçerek bana uydurmuş,  pamuğumuzundan dokuduğu bezi gömlek biçimine sokmuş. Keple lastik ayakkabıyı, sanırım buğdayla takas ederek almış. Herkesten önce giyimim tamam. Sekerek gittim okula.
 
“Sen, tahtaya gel!” dedi öğretmenim. Ama parmağı, niye süngü gibi uzandık ki?…Çok kez dersleri, bana anlattırıdı, boş kalan küçük sınıfaların başına gönderdiği olurdu. Yine öyle sanıyor, pergelli adımlarla varıyorum tahtaya.
 
- Bakın, bu aklı sıra bayram kılığını uydurmuş. Böyle rezaletle gelenleri bayrama da almam, sınıf da geçirmem. Otur yerine!… dedi, hapisane paramkalığının arkasını gösterir gibi sırama doğulttu parmağını.
Dünya yıkılmış mıydı, var mıydı, hangi karanlığın içinden sıvıştım sırama, bilmiyorum. Hiç kimseye bakamıyordum, silmiştim herkesi. Derste neler yapıldı anımsamıyorum. Teneffüse çıkamadım. Sıradaki kız arkadaşımın nakışlayıp bana armağan ettiği mendili, onun çantasına bırakmak oldu ilk işim.
 
Onunla ders çalışyoruz diye birbirimize sokulduğumuzda, dirseklerim  domurmaya başlayan turunçlarından, bir başka sıcaklık alır, bütün damarlarıma yayılırdı. Kuş olur uçar, dere olur çağlardım, yüce dağların başındaki erkek kartalın gücüyle şişerdi kaslarım. Aradan altmış yıl geçti, o kızın gözlerine bakamadım bir daha, ki onlar ne kadar duruydu, insan ayağı değmemiş ormanlardaki  ak sular gibi bana akar, nasıl arıtırdı beni. Ömrüm boyunca kadınlarla aramda dikelen koca dağlar, o zaman mı örüldü, bilmem. Ama kabuk aydınının fotoğrafını beynime çakan öğretmenimdi. Sağolsun, kimden yana olmam gerektiğinin tohumunu atmıştı, benim toprağıma.
İkincisi yükseköğrenimde. Adam Kurtuluş Savaşını, İstanbul’da raporlu yedeksubay olarak geçirmişlerdendi. Cumhuriyetin ilk yıllarında genel müdürlük yapmıştı. Bizimle yapacağı seminerlere gelmezdi, çoğu kez. Geldiğinde gösterişli giyiminden, kırmızı yanaklarından başka bir şey göremezdik. Kasılmış gövdenin içi boş sözlerinden, hiçbir şey edinemedik. Kendisini eleştirdiğimde, üstü kapalı komünistliğimi  köpürtüyordu. Bütünlemeye  bırakıldığım bir dersin sınavındaki üç ayırtmandan birisiydi. Öteki ikisinin verdiği notun ortalaması, onunki katılmasa bile  ‘beş’ti, ama yıl ortalaması altı olmadan mezun olamıyordunuz. ‘sıfır’ıyla kendisini mi, beni sıfırladı?… Reşadiye Ortaokulunda, son yazılısını okuduğum Cihan’a, 4,5 üzerinden beş vermek için 45 dakika cebelleştiğimi biliyorum. Onun da toprağı bol  olsun; bana öğretmenliğin yarısının insaf ve adalet olduğunu öğretti çünkü.
 
Öğretmenlik yaşantım, mesleği uygulamak yönünden değil de, genel sorunlarla ilgilenmek, olumsuzluklara karşı duruştan, hiç rahat geçmedi: Sorgulanmalar, sürgünler, defalarca görevden uzaklaştırılmalar. Beni yüzümden eşime bile iki yıl iş verilmedi. Ankara’nın ortasında, üç çocukla işşiz aşsız kaldık. Eşim bir  terzinin yanında çalıştı, geceleri gömlek, peçete üretti. Onları sattım, sokaklarda kitap sergiledim, çeşitli işlere girip çıktım. Diken üstünü dizili yıllardan onurumuzu çekip çıkardık, dik. Herkes eşini, çocuklarını sever, ama benimki bir başkadır: Acıları paylaşarak, beni dikleştiren onlardır. Ayaktaysam, bunu eşime ve çocuklarıma borçluyum. Ne düğünlerini yapabildim, ne ev ocak verebildim onlara. Hele ki kişilikli olabildiler, onurlu kaldılar, uz düşünebiliyorlar, Yokluktan çıkmış, acılardan damıtılmış övüncüm benim onlar, sağ olsunlar!
 
Başka borçlarım da var: En büyüğü Mustafa Kemal’e, onun ayarladığı eğitim dizgelerinin birisinden, köy enstitüsünden geçtim, biz köy enstitütüler, her ne kadar devlete, 588 liraya mal olduksa da, bu para yoksul halkımın ekmeğinden koparılmıştı. Ben öyle zeki adam değilim,  köy enstitüsü fırsatını yakalamışım, o kadar. Köyüme vardığımda yaşdaşlarımın ya öldüğünü ya da ili ayağı tutmaz olduğunu görüyor, onların hakkını çalmışım gibi utanç duyuyorum. “Düşünüyorum, öyleyse varım.” sözü  doğru, güzel. Onun üstüne benim doğrum; “Sorumluluk duyuyorum, öyleyse varım.” Ulusuma, Mustafa Kemal’e borcumu ödeme çabasında oldum/ oluyorum hep.
 
Halktanım, benim kaynağım orası. Ama halkdalkavukluğu yapmadım hiç. Duruk anlayışını sarstığım için bana kızsa da halkım anam babamdır. Fakat halk kalkmaktan da utanırım. Ondan evrilerek evrensele ulaşılmalı.
 
Daha uzun etmeyeyim. Yaşamım zorulukların çetelesidir, dedim, uzun acılardan geçtim. Bana yaşatılan acıların hesabını almayı düşünmedim,  çektiğim acıyı başkası çekmesin istedim hep. Acılar, zorluklar da birer öğretmen, kitaplar kadar payı vardır onların, benim oluşumumda.

 
- Sizde şiir (edebiyat) nasıl doğdu? Bunu ne zaman keşfettiniz ve buna etken olan şey neyrdi?
  
Yazmaya soyunuş
 
-Her insan algılardıklarıyla dolar, onları bir biçimde dışa yansıtarak biriyle bölüşmek , onlarla arasında bir bağ kurmak ister. Edebiyat eyleminin temelinde de bu olsa gerek. İnsanın insanı evrilterek, insanlığı daha ileriye taşıma çabası değil mi edebiyat? Her ne kadar okuryazar bir aileden gelsem de, bunun ayırdına olamazdım, köy çocuğu olarak. Köy enstitüleri klasik ders kitaplarına hapsedilmiş bir eğitim kurumu değildi. Dünya klasiklerini, atın arpa yemesi gibi küyür küyür öğütürdü öğrenciler. Edindiklerimizi yansılama özentisi biçiminde, hemen hepimiz yazmaya çalışırdık. Bunlar birer benzekten öteye geçebilir miydi? Bizimki, başkalarına özenerek yazmaya başlayanlarınkinden biraz farklıydı; kendimizi Türkiye sorunlarının ülkü eri sayardık, öyle yönlendirilmiştik. Kalemimiz, bir başka çalışırdı. Yazar olmayı düşlediğimi hatırlamıyorum. Bugün de yurduna yararlı bir insan olmak, insanlık değerlerini paylaşmak, yazarlığımdan önde gelir. Önce insan, yurtsever insan olmak, sonra yazar olmak… Ama yazdıkça yazarlığın gerekleri kendisini kavratıyor size, kendi kural ve söylemine çekiyor  giderek. 

O.B. kuşağı
 
- Sizin kuşak bir anlamda acıların, yokluğun tarihi ve haksız yere bedel ödeyen bir kuşak oldu denilebilir. Aynı zamanda ülkemizde aydınlanmanın yolunu açan bir kuşaksınız. O zor koşullarda bu işi nasıl başardınız, kılavuzunuz kimlerdi?
 
-Acı, yoksulluk, haksızlığa uğramak, salt bizim tarihimiz değil, ulusun tarihi: Göçebelikten Anadolu’ya  yerleşen köylümüzün acıları dindi mi ki? Etiler çağını, ne kadar aştı halkımız? İmparatorluk, 1699’dan sonra geriye kovalanmaya başlamış, 200 yıl can çekiştikten sonra ölmüş (1920) Gerilemeye başlayınca, altsananma duygusuna düşmüşüz, başkasına öykünerek kurtulacağımızı sanmışız. Sonra dünyanının ilk bağımsızlık savaşını vermiş, emperyalizmizi yenmişiz. Bunu başaranlar atının etini, çarığını yemiş, canından olmuş. Mustafa  Kemal’in önderliğiyle kurulan Türkiye Cmuhuriyetinin felsefesi bağımsızlıktı, yönü uygarlıktı. Uluslaşacak, kültürleşecek, dünya içindeki saygın yerimizi alacaktık. Bu evreye gelişte, bizden öncekilerin acısı, yokluğu yanında hiç kalır bizim acımız, yoksulluğumuz, ödediğimiz bedel. Açtık, yalınayaktık, yoksulduk, ama aydınlamyaya yöneltilmiş bir ulusun çocuklarıydık. Güvenli umutluyduk. Cumhuriyetin açılımlı doğrultusu, acılarımızı örtüyordu. Kulrutuluş Savaşı anlayışını sürderebilsek, tümden kurtulacağımıza inanıyorduk. Umutsuz değildik. Her türlü olumsuzu yenmeye koşulmadaki gücümüzün, kaynağı/örneği vardı. İnsan, inandıktan sonra acılara dayanabilir, zorluklukların üstesinden gelebilir.
 
Sizin, bizim kuşağı yücelten yargılarınız, Mustafa Kemal’i inkarla, Cumhuriyetten yozutmayla başlayan kirli sürece ilişkin olsa gerek. Ulusal bilincinizi kazanmışsanız, kişliğiniz sağlam yapılanmışsa, ters gidişe direnecektiniz elbet. Biz, sadece görevimizi yapmaya, bizden öncekilere utanmamalı düşmemeye çalıştık, o kadar.
 
 
İmece
 
- O yıllardaki imeceden söz edermisiniz?
 
İmece; zorunlu ve isteğe bağlı işlerin, eşit koşullarda elbirliğiyle gerçekleştirilmesidir.Toplumsal yaşamın harcıdır, biribiriyle elleşerek uluslaşmaya, dahası kentleşme, uygarlığa gidişin giriş kapısıdır. İmeceli  toplumun gücü dağılmaz,  işleri kolaylaşır, birbirine destek ve güveni pekişir, üreritimi artar. Aslında uluslaşmak, uygarlaşmak da büyük bir imecedir. Kurtuluş Savaşı da bir imeceydi. Cumhuriyet devrimi, o imecenin yaşamımıza uygulanışıydı, aydınlanma sürecimizin itici gücüydü. Siz, bu sorunuzla köy enstitülerini anıştırmak istiyorsanız, derim ki, köy enstitüleri, bir eğitim imecesiydi. İmece, bizim ulusumuzun geleneğinde vardır. Ne zaman imeceliysenez, esenliğe ulaşırsnız, ne zamanki imeceye katılmadan payını çoğaltamaya çalışan kurnazlar egemen olmuşsa, toplumsal kağşama başlar. Biz köy enstitülülerin dik kalışında, imeceli bir ulusun çocukları olmanın ve imeceli bir eğitimden geçmenin büyük payı vardır.

- Günümüz şiirini ve geleceğini nasıl görüyorsunuz? Dünya şiiri bugün ne durumda?
 
-Türkçe işlek, kalıp sözleriyle çarpıcı bir dil. Türk şiirinin uzun ve köklü bir geçmişi var. Nâzım, şiirimizin izleğini, söylemini, kurgusunu genişletmiş, doruk naktasına çıkarmış. Türk şairi için, aşılması zor  bir doruk ama bir yandan da olgun düzeyden önemli  bir olanak noktası.
 
Dünya şiiri için konuşmaktan sakınırım, çünkü dillerini bilmiyorum, onları yakından izlemedim. Ancak çevirilerden gördüğüme göre söylersem, bizden ileride değil.  Fakat o şiirin aslı, bize ne kadar yansıtılabiliyor, bir de ona bakmak gerek. İşte orada susarım. 
 
Belirttiğim olanak kapılarından daha ilerisini yakalaması gerekirdi şairlerimizin. Benim yargılarım, ne kadar sağlamsa, içlerinde severek okuduklarım var. Bunun yanında okumadan, dili bilmeden, başka şairleri incelemeden felsefesiz, düşüncesiz, ulusal değerlerden yoksun şairimsiler ordusu var. Bir incelememde 2800 kadar şiir yazarına rastlamış, insaflı bir ortalama çıtaya göre, bunlardan  1,8’ni hazırladığım yıllığa alabilmiştim. Ama karamsar değilim. Hani ‘göl yerinden su eksik olmaz’ derler, o örnek, gelecek için karamsar değilim.Yetkin şairlerimizi görüyor, tad alarak okuyorum. O güzel şairlerimiz, yayın organlarımız, iletişim araçlarımız, dan dun iki uyakla şiiri tutturduklarını sananı, şair diye önümüze sürmeseler… Yine de şairlerimize ‘devam’ demekten başkasını söylemekten korkarım.

Öğretmenlik ve öğrenciye yaklaşım
 
 
- Öğrencilerle ilgili anılarınızı  topladığınız “İnsanlığın Solmaz Gülleri” adlı kitabınızın bir yerinde;  “Aktarmak istediklerimi kavrayamıyorlar. Kahroluyorum.  Becerermiyor muyum diye ağladığım oluyor geceleri. Devam edeceğim, başka yolu yok .” diyorsunuz.  Sizi göreve, bu kadar  yürekten bağlayan neydi? Böyle bir görev aşkında sizi yetiştiren öğretmenlerin katkısı var mı? 
                                         
-1240’larda Horasan’dan gelip kendi oymak gücüyle Anadolu’yu (Amasya-Tekke  köyünü) yurt tutmuş Türkmen soyundanım, eldeki belgeler doğruysa. Dedelerim Karadağ (Balkanlar)da savaşmış.  Babam Balkan Savaşında yaralanmış. İki amcam Kurtuluş Savaşında şehit olmuş. Köyümüz, ailem varsıl değildi.KurtulSmuş olmak onlara yetiyor, yoksulluğa katlanıyorlardı. Orada Kurtuluş Savaşının bir yanı coşkulu, bir yanı hüzünlü türkleri/anılarını dinleyerek büyüdüm. Cumhuriyetin bizi çağcıla yönelttiğine inanıyorduk. Ama Etiler çağını aşamamıştık: Kağnı, karasapan, bulgur pilavı, turşu ve ibrikteydik. Böyle bir yerden gelen insan, Ortaçağı aşamamış halk çocuklarının yetişmesine koşulmak zorunda olacaktı elbet.
 
Halkının kara yazgısını değiştirme bilincimde köy enttisünden yetişmenin, öğretmenlerimin etkisi ve payı vardır. Onların düşünce çapları öyle pek geniş değildi belki. Ama inançları vardı, umutlarını yitirmemişlerdi. Öğretmenlerimin hepsinden olumlu katkılar mı aldım? Hayır! Beni yaralayan edimlerini tersine çevirmeye çalışmışımdır. Benim/halkımın yaşadığı acılardan nasıl kurtulacağımı düşünmüş, buna koşulmuşumdur. İnsan olmak, başkalarını kendisinde yaşamakla, onların kurutuluşu için  çaba göstermekle başlar. Başkaları da (öğrencilerim de) gerilikten kurtulabilirse ulus olacaktık. Çağı yakayabilecektik de ondan…
 
Memur anlayışıyla çalışmadım hiç. Anamın en aşağılayıcı sözü ‘işten alçak, itten alçak’tı. Hep bir iş üstünde olmuşumdur, tek başına  kaldığımda düşünürüm, hiç bir şey bulamazsam, kendimi sarakaya alırım. İşim namusumdur, itelediğimde  bile işime küsmem, en iyisini becermeye  zorlarım. Böyle birisi için, kendisini kurtaran ulusun çocuklarını kurtarmak, kaçınılmaz bir görevdir elbet.
 
Dil
 
- Asıl sormak istediğim,  sizin de çok önemsediğiniz dil konusuna geliyorum. Size göre dilimizi doğru kullanıyor muyuz? Yanlışlar varsa, sorumlusu kimlerdir? Bunda eğitimin payı var mı? Yani doğru eğitim yapılıyor mu?
 
-Dille düşünce iç içedir, birbirini yeder, evriltir. Ulusların ölmezliği dilindendir, dilin yaşarlığı ulusun ölmezliğindendir. Dilini yitiren kültürünü, giderek kimliğini yitirir, tarihten silinir. Türkçeyi, daha doğrusunu ulusumuzu, tarihin derinliklerinden bugüne, diri tutan, halkın dil sezgisidir. Osmanlı Anadol’uyu  medrese eğitiminden geçirebilmiş olsaydı, dilimizi, ulusul düşünüş dizgemizi koruyamazdık. Kurtuluş Savaşının temelinde yurt savunması kadar, dilin içinde yatan ulusal duyarlığın payı vardır, alttan alta. Dildir insanları ortak anlayışa, davranışa götüren, bir arada yaşamaya bağlayan.
 
Osmanlının bitişinde ekonomik, siyasal yetersizlik, sanayisizlik kadar, kendi dilinden yozutmanın payını aramak gerek. Diliniz bozulmuşsa, düşünüşüz de bozulur. Bilimi yakalayamaz, kullanamz, geriye düşersiniz. Mustafa Kemal, ulusal düşünüş dizgesi olmayan Osmanlıcayla çağdaş bir ulus olunamayacağını bildiği için Türkçeye önem vermiş, dil devrimine girişmiştir. Devlet halkıyla vardır. Halkı başka konuşuyor, başka düşünüyor; devleti başka düşünüyor, başka konuşuyorsa, orada nasıl bir devlet kurabilir, ulus yaratabilirlirsiniz? Ortak kültürünüz, düşünceniz olmadan nasıl çağcıllığı yakalayabilirsiniz? Dil devrimi, Cumhuriyet felsefesini halkla bütünleştirme yollarından birisidir.
 
Bakın, dilimiz ne oranda arılaşmış, durulammışsa, o oranda kendimizi söyler olmuşuz. Dil devrimi, Cumhuriyet felsefesini halkla bütünleştirme yollarından biridir, o  oranda kendimizi söyler olmuşuz. Dil devriminin gelişme çizgisiyle edebiyatımızın,  bilimimizin gelişmesi koşuttur.
 
Oy avcılığıyla demokrat olunacağını sanan yalın kat düşünceliler, devrimlere/Atatürk’e doğrudan saldırmaktarn çekindikleri için, önce dili yozutmaya, eğitim birliğini, tersine çevirmeye, okulların tümünü imam-hatipleştirmeye çalıştı. Geriye savruluşumuzla, dili ve devrimlerin göz ardı edilmesi arasında bağıntı vardır. Bunun üstüne, bir de bilinçsiz Batı hayranları eklen mi sana! Ulusal yapı, Kurtuluş Savaşından temellenen yörüngesinden sapmaya başladı.
 
Dili aynı sözcük kadrosuyla,  alışılmış söylem kalıplarıyla kullandığımız için düşünüşte boyutlanamıyoruz. Dil ulusal bilincin itici gücüdür, ulusal bağımsızlığı koruyan düşünüş dizgesidir.
 
Cumhuriyetle sözlü kültürden yazılı düşünüşe gececektik. Yazılı düşünüş kitaplıdır, mantıklıdır, sizi bilimsel düşünüşe götürür. Onunla uygarlaşabilirsiniz. Dilden geriye dönüş, bilimi ıskalamaktan öte, çağcıllığa ters düşmektir. Cumhuriyetli yıllarda anadilinden borçlu sınıf geçemezdiniz. Beyinin ifadesi olan kompozisyon dersleri vardı. Eğitimde dile önem ve özenin azalmasıyla, ne dediğini bilmeyen, yaptığı ipe sapa gelmezler çoğaldı. Ulusumuzun başına gelen en büyük tehlikelerden birisi de kendi dilini/düşünüşünü yakalama yolununun saptırılmasıdır.
 
Hekim arama gereği yok
 
- Sayın hocam,  biraz da ülkenin günlüğünden söz edelim mi ne dersiniz? Yıllardır politikacıların kişisel çıkarları yüzünden yine hasta adamı oynuyoruz. Sizce bir hastalık nasıl iyileşir? Nasıl bir hekim gerekli?
 
-Hekim aramaya gerek yok. Hekim ulusumuz,  Kurtuluş Savaşı felsefesi. Hekimbaşı Mustafa Kemal. 300 yıl geriye kovalanmış, iki yüz yıl can çekişerek bitmiş imparatorluğun yanmış yıkılmış toprağında, bitkin ve yorgun insanlarıyla, o yokluklardan, olumsuzluklardan nasıl aydınlanmaya yönelmiş, çağdaş bir devlet, ulus yaratma sürecine girmiştik ona bakmak gerek. Daha 1920’lerde kendi yağıyla kavrulmasını bilen, ulusal bağımsızlığına titiz bir yapıdan, İMF kapılarında dilenmeye nasıl ulaştık? Bunları irdelersek hekimi de buluruz, çıkış yolunu da.. Siyasal ve özel çıkarlarından ötesini göremeyen politikacıdan kurtulmak, işten bile değildir, o zaman.

- Küreselleşmeyle ilgili görüşlerinizi öğrenebilir miyiz? Bu anlamda Türkiye’nin  geleceğini nasıl görüyorsunuz?
 
- Küreselleşme, bizim politikacıya benziyor; ikiyüzlü. Güzel yanını önümüze sürüp kirlisini örtülüyorlar. Küreselleşme;  yeryüzünden kavgayı kaldırıp insanlığı esenliğe kavuşturmak, insanlık ülküsünü gerçekleştirmek, teknolojinin olanaklarını sanatın, edebiyatın yaygınlaşması, bütün insanların onlardan pay alması için kullanmak, bütün insanları eğitimden ve sosyal adaletten yararlandırmak, insanları barış içinde yaşatmak ise EVET! Adı değiştirilmiş kapitalizmin, dünyayı para ikparatorluğunun  egemenliğine teslim etmek ise HAYIR!!!…
 
‘Dünyanın en varsıl 200 kişisinin serveti, yeryüzündeki 2.500,000,000 insanınkinden çok. Bu para imparatorlarından üçü ABD’de, servetlerinin toplamı, en yoksul 48 ülkesinin gayri safî yurt içi hasılasından yüksek. Dünyanın en yoksul 83 ülkesinin, son yedi içinde  ödediği borç faizi, ana paranın beş katına ulaşmış.1000 ABD doları değerindeki bir banknotun Amerikan Merkez Bankasına maliyeti 0,35 dolardır. Sömürününün boyutuna bakar mısınız?  Dünya mafyasının kontrol ettiği sermaye 8 milyar 400 trilyon dolar. Dünyada, her yıl açlıktan 38 milyon insan ölüyor; 800 milyon insan ise kronik yetersiz beslenmeye bağlı hastalıklarla savaşmaktadır. Birleşmiş Milletler Gelişme Raporuna göre dünyadaki açlığı ve temel sağlık sorunlarını çözmek için gereken para 13 milyar dolar.’ Yani bizim şu günlerde İMF’den dilendiğimiz kadar. Yukarıdaki alıntıların açıklamasına gerek yok, siz düşünün!
 
İMF, karagözümüz için mi bize borç veriyor? Borçlu ölmesin, faiz kanyağı kurumasın, stratejik konumdaki Türkiye ile çevresini avcunda tutatilsin diye.
 
Ulusal sınırlar yıkılıyor; dolayısya ulusal duyarlık ve kültür yıkılıyor. Dünya sadece zakkum çiçekli, tek çicekli, kısır bir bahçeye dönüştürülüyor. Tek boyutlu, birilerinin parasını çoğlatmananın aracı insan, ucuz işçi,  yaratılacak,  sömürü alanı genişletilecek, para imparotruluğana teslim edilecek dünya düzeni. İnsanlık buna dayanabilir mi?
 
1921’de ne diyordu Mustafa Kemal? ’Bu  savaş, yalnız bizin savaşımız olsaydı daha az kanlı olur, daha tez biterdi. Mazlum ulusların savaşdır bu!’ Onun bu engin öngörüsünden bugünün açmazına saplanmak, kendi özünü bilememek, ayıp değil de ne? Kılık değiştirmiş kapitalizme karşı eyleme kalkışan dünya insanı, bizden daha iyi kavramış galiba Mustafa Kemal’i, Kurtuluş Savaşı felsefeseni: Çarpık  küreselleşmeye direniyor. 
 
Kurtuluşu, özümüzü doğru değerlendirmekten, insanlık ailesinin mutluluğunda birleşmekten başka nerde arayabiliriz ki?…
 

 
- Edindiğim bilgilere göre 6 şiir kitabı, 4 deneme, 1 öykü, 1 inceleme, 1 anı-anlatı, 4 seçki, 10 dil ve okullara yönelik, 2 ortak kitap, 80’ni aşkın dil yazısı, birçok ödül… Bütün bunların toplamı, 50 yıl sanat yaşamınız… Bu uzun koşudaki deneyiminize dayanarak şiirde (edebiyatta) genç olanlara, neler söylemek istersiniz?

-Hiçbir diyeceğim yok, diyesim geliyor ilkten. Çünkü ben şiir ve edebiyat çalışmaları kesintili birisiyim. Kendisini uluslaşma, kültürleşmeye adamışlardanım. Türkeye’deki çarpık düzene karşı savaşıma adananlardanım. Yazar, şair olmaya ön alır, bu yönüm. Sosyal kuruluşların, devrim kavgalarının içinde yer aldım. Sanatı ıskaladığım çok oldu. Yazmak sorumluluğun dillendirmesi olarak sürdü, çoğu kez. Ama içinde yaşadağım çalkantılar, ulusal bilincimi pekiştirdi, dünyaya ve insana bakışımı değiştirip geliştirdi. Bundan pişman değilim. İnsan oldum, yurduma, insanıma borcumu ödemek için elimden geleni yapmaya çalıştım. Ulusunu, insanlığı kavramadan yazar, şair olunacağına inanmıyorum. Sosyal, devrimci etkinliklerde çalkanmasaydım, salt sanata koşulsaydım, konumum, daha yukarıda olurdu hayıflanmasını da yaşamıyorum. Kişiliğimin, ülkeminin durumunun bana yüklediği özgörev (misyon) öyleydi.
 
Yaşamdan bir şeyler devşirip damıtmışsam, o da cabası. Kitaplarım oradan.
 
Kimse öğütle şair, yazar olamaz. Öyle yol gösterici yetke de sayamam kendimi. Bugün belli noktaya gelebildimse; insanlığın başkalarını yaşamakla başaldığını kavramak, hukukun bir inasının yanında ötekini de kabul etmek, sürekli okumak, kendi tarihimizle birlikte, insanlığın sosyal tarihini araştırmak, anadilimizi titiz kullanmaya çabası, insanı her edimiyle aklın terazisine vurmak ve onu artılı eksili durumlarıyla tanımak yatar temelinde.
 
- Sayın hocam, bu kadar yoğun işinizin arasında bu söyleşiye vakit ayırdınız. Size uzun ve sağlıklı yıllar diliyor, bu güzel söyleşi için çok teşekkür ediyorum.
 
- Ben de size teşekkür ederim. Sorularınız, çok uzun yanıtlar istiyordu. Her biri, geniş bir araştırma konusu. Parça bölük sözlerimle eksik kalmaktan korkarım.
 
İşlerimin yoğunluğuna gelince, o kadar harcanmış zaman var ki, açıklarımı kapatacabilecek miyim? Kendime “ Kardeşin olsa Azrail / Mesafe uzun değil / Daha çok doğur/ İvedi sula çiçeklerini / Elbet biri bulur / Açık denizdeki yerini” diyorum. Bakın bunu söyleyebilirim gençlere; geçilmiş adreslere  bir kez daha dönülmüyor, yitirilen zamanı geri getiremiyorsunuz. Benimki, eksik bırakılmış bir yaşam olacak, neyse ki, ham olarak geldiğim dünyadan ham gitmemeye, gediğimi kapatmaya uğraşıyorum. Bizim eksiklerimizi, sonrakilerin tamamlayıp daha ilerisine ulaşacağına inanıyorum.
 
 
 
 
                                                -----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
3-
 
 
OSMAN BOLULU İLE DENEME, DİL, DÜŞÜNÜŞ
TOPLUMSAL BELLEK VE YAZIN ÜZERİNE
 
Söyleşen: Mehmet Yaşar Bilen
 
M.Y.Bilen  - Sevgili Osman Bolulu, ‘deneme’ (Buna eleştiriyi de ekleyebiliriz.)  Türk edebiyatında ilgi gören, verimli bir tür değil.  Bunun nedenlerini  açıklar mısın? Ya da nasıl açıklarsın,  ya da neye bağlıyorsun?
 
O. Bolulu - Deneme, Türk edebiyatına geç gelen yazı türüdür: Kimi yazarlar, edebiyat tarihçileri, Tanzimat’taki kalem  denemelerini, bizde denemeye geçişin kanat çırpışlarını deneme sayasa da, Tanzimat’ta deneme yoktur. Osmanlılıkla Batılığı uzlaştırmaya çalışan Tanzimat'te denemenin bulunmaması  çok doğaldır. Tanzimat’tan sonraki edebiyat akımlarındakilerini bile deneme saymak zordur. Fecri-i Âti’nin; “Sanat bireysel ve saygındır.”deyişini, denemeye yönelen anlayaşın ilk tohumları sayabiliriz, belki.  İkinci Meşriteyet’le denemeye yöneldiğimizi görüyoruz. O dönemin ürünlerini, deneminin öncüleri sayılabilir. Dil, düşünüş iklimi,  felsefe edebiyatın, sanatın açılım kazanmasıyla; sosyal ve siyasalyapı bağıntılıdır. Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadar  kendimize özgü siyasal, toplumsal düzeni kurma, çağdaş düşünüş kazanmak için çalkanıp durmuşuz. Yazınsal ürünler, siyasal, sosyal yapıyı etkileyememiş; yazınsalda açılım kazanma, kendimize özgü düşünüş, edebiyat; siyasal yapıdan, sosyal durumdan etkilenmiş. Neden mi?  Yazılı düşünüşe geçememiştik. Bunun tabanında yatan da:  -732’de yazılı anıt dikmemize, bu anıtta soyut kavramaları karşılayan sözcüklerimiz bulunmasına karşın – Anadolu’ ya yazısız gelişimizdir. Yazılı dil, mantıksal dildir: Anlamsal, dilsel, dizgesel boşluk götürmez. Yazılı dille özlemlerinizi, duyumsamalarınızı vb. söyleşerek edebiyatınızı yaratırsınız, bilim diline ulaşabilir, uygarlaşabilirsiniz. Kendinize özgü yazılı dili yaratamamışsanız; kendinizi söylemesi gereken diliniz, düşünüşünüz, edebiyatınız topal kalır, başkasına öykünürsünüz, başkasından aktardığınız yazın türlerinde dönenip durursunuz. Osmanlı’daki yenileşme, çağdaşlaşma girişimlerinin başarısızlığın nedeni bu olsa gerek. Dilde, düşünce, yenileşmede bu handikapı yaşamışız. Ta ki Cumhuriyet’e kadar.
 
Türkçe denemenin ana toprağı Cumhuriyet’tir: Türkçe deneme; Türk Devrim ve Aydınlanmasıyla yeşermeye başlamış, yazınsal niteliğini kazanıyor, boyutlanıyordu. Ki  ayadınlamamızın önü kesildi. Türk devirimi yarım kaldı. Sözlü kültürden yazılı kültüre, yazınsal düşünüşe geçemedik. Düzen biçimi tartışmaları içinde çalkanıp durduk. Her ne kadar kendi boğazımıza, düşünüş dizgemiziye uygun abece, yazıyla; keni dilimizi, düşünüşümüzü dokuyan edebiyatımız gelişse, kendi üzürinden yetkinleşerek yabancı dillere çevrilir olsa da, denememiz, buna koşut ivme gösteremedi. 
 
Yazın türlerinin kimi öğretir; kimi bilgilendirir, kimileri de kişiyi (okuru) kendi içinde yaşatarak, sezdirmeden, içindendeğiştirir döünüştürür.  Denemeyi, bunalardan farklı kılan; belli alana zorunlu olmaması, bağlayıcı kuralları kırması, özgür yapısı,  en önemlisi de; kuşkuyu, arayışı araç yaparak düşünce üreticiliğidir. Düşünceyi sektirerk bağlayıcı çizgileri aşıp düşünüş ekeneği açan denemenin yazın türleri içinde, kendisine özgün, ayrıcalıklı bir yeri vardır.  Öğrenmeyi, bilgilenmeyi aşan okur kuşağı yaratmakta istenilem mesafeyi ulaşmada zorlandık. Çünkü yazılı düşünüş sürecimiz tamamlanmıştı.
 
Denememiz ilgi görmüyor diyemeyiz. Bakınız, deneme okuru, hangi okur katmanında? Denememiz verimli değildir de diyemeyiz. Bu kadar kuşatma, kısıtlakmaya karşın, denememiz, hayli başarılıdır. Öteki türlere bile baskı uygulayan düzen, kuşkuyu  açıkı yaparak arayışı çıkmışsa; böyle düzenin ortamanda ilgisizliğin, verimsizliğin yükünü denememezin, drenemecimizin sırtın atamayız. İlgisizlik, verimsizlikten söz edilecekse – ki ben o denli keskin düşünmüyorum- o ağır, bağışlanmaz yük, Türk aydınlanmasından caymaya, yazılış düşünüşe tırmanış önünü kesenlere fatura edilir ancak.
 
Eleştiriyi, dolayısıyla eleştirmeni de katıyorsunuz işin içine. Kendi düşünüş dizgesini, tam yerleştiremmiş, özdeksel ve düşünüş kazanamamış  ve çağın evrensel insanlık değeleri kazanmak; hukuka dayalı,bilimi kılavuz edinmiş, laik bir düzen kurmak kavgasından kurtulamamış; sıkıştığında baskılara başvuran ortamda: hapislik, ölüm vb pahasına, nasıl eleştirebilirsiniz, nasıl eleştirmen olabilirsiniz? Buna  karşın eleştirmenlerimizi yaptığını azımsamamak, onları kargışlamak gerek.
 
Hem eleştirmenlik nankör bir iş: getirisi yok, düşmanınız çok. Eleştirmen olmak da kolay değil: Biliyorsunuz, yazın, düşün ve eleştiri konularında  özgün yaratıcısı olamağımız için asıl kaynağının dillerinden birkaçını, eleştiri kuram ve yönetmelieri ve bunlaarın bize yansımamaalırını, etkilerini; Türk edebiyatının başlagıcının bugüne sürevinini bilmek; bizdeki ve dünyadaki gidişten haberli olmak, yüzlerece kitabı okamak gerek. Çağımızın sıkıntısını yaşayan, hızında koşturan kişi, kolay kolay bu zora koşulmaz. Ha şu kitap tanıtma çırpışmalarını, dosta selam olsun diye kalem oynatanları , eleştirmenliğin dışıdında tutarak dedim, düşüncelerim.
 
M.Y. Bilen - İzmir’deki uzun söyleşimizde ( 08.11. 2005)  Şu yargın dikkatimi çekmişti: “Ben, Montaigne  gibi yazmam!” Türkiye’de Montaigne, hâlâ aşılamadı mı  sence?
 
O. Bolulu - Sorunuzu yanıtlayabilmek için, kendime bir soru sorarak arayacağım yanıtı.
Montaigne’in çağı ile, oçağda işlenip geliştirilen düşüncenin biçileyip yön verdiği yapı ve dünayaya bakışla bizim çağımız, bizim ülkemiz, sosyokültürel iklimimz aynı değil ki… O, nasıl çağının. Içinde bulunduğu konuş ve koşulların gereğine göre, açılım isterlerine göre deneme yazdıysa, bizim de çağımızın, ülkemizin sosyal yapısı, kültür birikim, konum ve koşullarına  göre, onun izleğine  - kendi sorunlarımızı ıskalamadan-  ekler yapamamız gerekmez mi: Böylesi, ulusal sorumluluğumuzun, insanlık bilincimizin gereğidir. Montaigne, nasıl çağının düşüncesini ileriye sıçratarak  düşünüş üretimine koşulduysa, ardıllarının da öyle yapması gerekmez mi? Onu yinelemek Motanigne’e karşı ayıp olmaz mı?
 
Montaigne’in çağı ile bizimki aynı değil dedim. Montaigne’in çağı; kapitalizmi hazırladı,  bireyciliği önerdi. Kapitalizmi yarattı; kapitalizm, liberilizmi doğurdu. Damarlarında kapitalizminkanı dolaşan liberalizmin kılık değiştirdi: İdeolojiler yıkıldı denildi,  insanlık ortak bir noktada birleşecek, bütünleşilecek denildi.  Kürüselleşme denildi. Küreselleşme; evrensel insanlık değerlerini, özgürlüğü bölüşmek; barış içinde ve kavgasız yaşamak; huhuku, insan haklarını bütün insanlık için ortak değer kabul etmek olsaydı: Edebiyet, sanat vb. ile bütün insanlığı esen kılacak mutluluğu amaçlasaydı. Canımıza mintti. Öper başımıza  koyardık.
 
Koltuğunun altındaki kapitalizmi yaldızlamış, liberalizmin sulandırılmışı küreselleşme; Dünyayı, zakkum çiçeği örnekli tek çiçek bahçesine dönüştürmek; dünyaya kapitalizmin buyğunda tek muhtarlı, tek köy yapmak istiyor. Ulusları, kültürleri kendisine göre biçimlendirerek, alt kimliklere böledrek güçsüzleştirmek;insanları anamalın iş kölesi yapmaya;  kendi çıkarına tasanlanan yeni bir anamal imparatorluğu kurmaya çalışıyor.
 
Dünyayı, iki yanından kıskacına alan, keskin ve egemen iki ideolojidenbiri tökezledi. Küreselleşmenin tek jandarması ABD. ABD’nin 1000 dolarının % 35’I kendi emeğinden, kalan % 65.5’ni bütün dünyadan sağıyor. Onun gücüyle,10.000kmötedeki, sençe üfürüğü kadar suçu olmayan insanların evini ocağını başına yıkıyor,  bir günde binlerce insanın canına kıyıyor. İlkel vahşinin elinde taş vardı, odun vardı, bilemedin balta vardı.şimdikinin elinde elektrometal (diital) araçlar var. Sıfır zayiatla dünyayı paramparça ediyor. Dahası edebiyatı, sanatı, düşünü, insanlık değerlerini güdümüne alıyor. Bu gidişe karşı insanlığın, ulusların, kültürlerin kendisini koruması; dünyayı bin bir çiçekli insanlık bahçesinden yoksun bıraakacaklara karşı çıkması; edebiyatını, sanatını, kendi dil ve düşünşünü ezdirmemek için duruş alması gerekmez mi?
 
Görkeminin gölgesine sığındığımız, gücüne boyu eğdiğimiz teknolojinin  gücünü yaratan bilim değil mi?  Bilim, doğrudan doğruya kendiliğinden mi ortaya çıktı? Dil, düşünüş, felesefe yazın – bunun içinde o kuşkucu, arayıcı deneme -  döllemedi mi bilimi, bilime ön açmadı mı? İnsanlık değerlerini dokuyup geliştiren düşünürleri, yazarları, onların insanlaşmamızdaki paylarını unutacak mıyız?  Sadece ayağa  dikebilen hayvansıl insan mı, yoksa düşünebilen insan mı? Düşünen, dili ve düşünceyi örgütleyerek evrensel isanlık değerlerini yaratan insanı unutup, eli sopalı tiranların (güçlerin)  güdümüne mi gireceğiz? Susamk, duruş almamak; binlerce yıl çilesini ektiğimiz evrimin, tarihin ve dolayısıyla çağdaş insanın inkarından başka nedir? Montaigne, çağımızda yaşasaydı,  bu hayınlığa karşı çıkmaz mıydı.
 
Montaigne, denemesinin babasıdır da, ataerkil buyrukçu olamaz. Elbette deneme de çağına, ülkesine, kültürüne, içinde bulunduğunuz konum ve koşulanı gere yeni söylem biçimi ve içerik kazanacaktır.
 
M.Y. Bilen - Konuşmalarında olduğu gibi  yazılarında da kendine özgü düşünüş tavrın ve buna göre uslûbun var. Yani sözünle yazın örtüşüyor, çakışıyor. Bu gücünü ( Tavır diyelim mi? )  ilginç ve özgün bulurum. Sözgelimi, ‘deneme’ye ‘düşünüş ekeneğini’ diyorsun, ne demek bu?
 
O. Bolulu - Her yazar, kendisini yazar: Dünyaya, insana, olgulara kendi iç evrenninden bakar;dıştan algıladıklarını, beynin tezgâhında dokuyup üstüne kendi damgasını vurduktan sonra, sanatsal ürün olarak sunar yazın alanına. Bir yazarın düşüncesinin, duyarılıklarının kaynağı yaşamının derinliklerindedir.  Buradan bakınca yazara; derininde yatan kişilik oluşumuyla, yazın ürünlerinin örtüştüğünü görürsünüz. O yazarın dipteki duyarlığının, yazınsal kimlik ve kişiliğinin, edim ve tutumunun ipuçlarını, enkolay ürünlerinden çıkarırsınız.
 
Ben yazarlık savında değilim. Kişiliğime, kimliğime saldırıldığında ayaklanırım da yazıdıklarımı kargışlayana karşı heyheylendiğim görülmümeştir. Ben yazarlık savında değilim önce, insanlıktır, sürekli  insanlaşmaktır benim savım. İnsanlığın, ulusumun hazır kazanımlarına  doğmuşum. O kazanımların/ değerlerin borçluyum. Bier toprak damda doğmak bile nasip olmamış, dağ eteğindeki bir tütün tarlasında açmışım, dünyaya  gözümü. Yoksul halkımızın parasıyla okumuşum, Cumhuriyetin atılımlı yıllarındaki eğitimle biçimlenmiş kişiliğim. Onların da borçlusuyum. Hazır bulduğum değerelirin tüketerek, bir kalıtyedi yedi gibi dünyadan göçmem ayıp. Gücüm yettiğince ben de katkıya koşulmalıyım. Yaşamımın ön bölümü, zorlukların çetelesi. Ama zorlukların cenderesinde kıvrananlar var, benim sosyal katmanımdan. Onlara ayıplı kalısırsam, insan sayılabilir miyim? Sorumluluk duygumun, bilincimin oluşumunda bunların payı var. Hatta diyebilirim ki, hiçbir şey benden değil:Ulusumdan, insanlıktan. Etik değerelerim de onlardan. İnsanlık, halkım, güzel  yanlarıyla neyse; kişi olarak hangi tutum ve edimi yeğliyorsa, onların kuşanmaya çalışıyorum. Kendimi yazarken, kendimi –dolayısıyla beni kimliklendiren ana kyanakları- söyleyebiliyorsam; edimim, tutumumla yazdığım örtüşüyorsa, insanlaşmada aşama alıyorum demektir. Sevinirim buna. Kendisini söyleyemeyen, başkasını diyemez,  ötekisiyle bütünleşemez. Yazmak, bütünleşmektir de, bir anlamda. 
 
Yukarıda  ‘deneme düşünceyi sektirir, düşünüş ekeneği açar.” dedim.Sorunuzun ikinci bölümünü yanıtlamak için, bunu biraz daha açımlamaya çalışayım: Düşünce; bilimin, sanatın, insanlık değerelirini edinmiş olmanın. dahası uygarlığın olmazsa olmazı.  Denemenin ağırlık noktası düşüncedir. Fakat düşünce deyip ona sarılıp kalmak mı, denemede düşüncenin dozu, biçimi nedir? Niye düşünce, nasıl düşünce?
 
Oluşturulmuş, edinilmiş düşünce; önceki sorgulamalarla aklın ulaştığı sonuçtur: ta başına  dönme sıkıntısından kurtarır insanı. Hazır çıkış noktası verir size. Önceden üretilmiş düşünceleri bilmek, hazır bir varsıllığı yakalamaktır. Edinilmiş düşünceler, ötesini. Önceden deşelemiş soruların yanıtıdır. Hesabın toplam hanesine kaydedilmiştir. Ama ‘Yeni hesapları nasıl yapacaksınız? “ sorusu çıkar karşınıza. İşte burada düşünce, düşünüş, var olan düşünceleri kullanmak üçlemine takılır kalırsınız. Üretken düşünüş dizgesi kuramamışsanız, çıkamazsınız bu cangıldan.
 
Düşünce ile düşünüş bir midir, birbirinin tıpkısı mıdır? Edinilmiş düşünceler, reçeteleşmiş düşünceler te başına önünüzü açmaya, sorununuz çözmye yeter mi, her zaman?  Düşünce; irdelenerek edinilmiş birikimlerin vargısıdır. Ona saptanmışlığından ötürü, durağanlık sinmiştir, gizliden. (Süregelen, genel kabul görmüş yargıların, çoğu zaman, bizi bağıtmladığını düşüşünür müsünüz, bir.)  Düşüncelerin dişi olduğunu, düşüncenin düşünceyi doğurduğunu bilmek gerek. Milyarları mitlyarala katlayan tohum bekler dölyatağında.Aşılayacaksınız, dölleyeceksiniz. Ama nasıl? O düşünüş var ya kıvrak, devingen, sürekli kösnül, sürekli vals yapan, işte onu, düşünceyle başgöz edeceksiniz, sonra düşünceyi doğuevine sokacaksınız, bakın ne altın çocuklar doğacak; evirtimin kapısını ,nasıl zorlayacak bu tatlı yaramazlar?
 
Düşüncenin vargısında kalırsak, tek tip’in öksesine düşmez miydik?  O dur durak tanımayan, her yere vizesiz, şıp diye ulaşan  düşüncenin, kendi üstünden sekerek yeni düşünüşlere ekenek açmasıdır; ulaştığımız değerleri – kimi zaman da hayınların elinde hınzırlıkları-yaratan.
 
M.Y. Bilen - Bir de, ‘gözlerime cam tozu’ gibi kaçan şu sözlerin var: “Ben denemelerimde ,yanıtını bildiğim soruları okura sorarım, Yani  bu sorularımla okurun gözlerine cam tozu atarım.” Bu tavır, senin   yazma yöntemini de gösteriyor. Biraz   açalım istersen.
 
O. Bolulu - Sormak, aymak, olanla yetinmeyip dışını aramak, yeninin özlemine koşulmaktır. Soru, düşünüşün kendisinden ötesine attığı bir çengel, ipine asılarak ötesine ulaşma girişimi. Insanoğlunun kazanımlarının,hemen tümü, sorunun dölüdür. Bugün, ne varsa elimizde insanlık değerleri olarak, sorunun yanıtı, yaşama geçirilmişidir.
 
Sorulara ttunarak ötesini ellemeye  çalıştım.  Kuşkunun çocuğu, arayışın kılavuzu sorular, olan’ın dışını yoklatıyordu. Ama salt soruda kalmak da eksikliydi.  Sorulara da kuşkuyla yaklaştım. Soruya da tersinden soru yönelttim. Gündeme düen sorunun yanıtı ne olabilirdi?  Onu da irdelemek gerekiyordu. Soruyu da sorguladıkça çevrenim ( ufkum) genişliyordu, yeni alanlar buluyor, yeni düşler kuruyordum ve bunların beni yeni düşünüşe iteliyordu. Yazarken, düşünürken, çok çok soruya başvuruşum, bundan.
 
Soruların, düşünüşüme açılım kazandırması bana da:  Okura sık sık soru soruşuma gelince inadınadır, bilerektir. Yazmak; kendinizi duyurmak, birilerine bir şeyler aktarma eylemi değil; Yazmak, yaşamı/insanı sarsmak, okuru uyarmaktır. Sorayım ki kendisinden de bir şeyler istenidiğini görsün, yanıt arasın; o da metnin içine katılsın, yazınsal üretide kendisine pay bulsun. Yazarlar, genellikle yargı biçer, kesin. Öğütler. ( İnsanoğlu ötütten hoşlanmaz. İstemeyene tuz verilmediği gibi, ögüt de verilmez.)  okuru kendi oluğundan (kulvarından) akıtır. Öylesini güdülüme, tek yöne salma,; okuru buyruğuna alma sayarım. Okur da metne katılır,  onda kendisine pay bulursa, metinden metin üretme yoluna girer, düşünüşü boyutlarınır diye düşündüğüm için.  Yoksa, o soruların yanıtını bilirim, kendimce. Okura sedece beni dinleyeceksin, demiyor, onu edilğin konumda  tutmuyorum. Sormadan, kim yanıt verir ki size. Soracaksınız, konuturacaksınız. Okurla  düşünceleri paylayşacaksınız. Dahası, okura sordukça buyurgan öğretmenlikten kurtuluyor, kendime özgü bir yazar kimliği kazanıyorum. Birisi söyler, ötekisi dinler; biri buyurur, ötekisi yapar geleneğinin, insanlığa bir şeyler getirmediğini, yerine çakılı bıraktığını görüyorum da… Bu tepkimin de payı olsa gerek; çok sorulu yazışımda
 
 
M.Y. Bilen - ‘İnsan İnsana Eklene Eklene’ kitabındaki ‘Sahibinin Sesi Marka Yazılar’ adlı drenemede: “Yazanlara, konuşanlara bakınız: Tümü birer buyurgan öğretmen. Bellenmiş bilgileri yineleyip duruyorlar.” diyorsun.  Bizdeki konuşanların, yazanların  hepsi böyle mi?  (Eğer böyleyse düzenlenen imza günleri,  söyleşiler, paneller, açıkoturumlar vs. boşuna mı?    Sonra aynı kitabında ‘Belleksiz Toplum’ bir deneme de var.  Ülkedeki toplum belleksizse, yazanların, konuşanların kimi temel bilgileri yineleme hakkı yok mu?
 
O. Bolulu - O denemeyi bana kim yazdırdı, biliyor musunuz?  Bir derginin yazevine geldi birisi. Kendi yazısının bulunduğu sayfayı açtı, karşı sayfada yazısı bulunan yazarın burnuna dayadı. “Bunu  okudun mu? Bundan güzeli olamaz.” dedi, burun kıvarak. Derginin o sayısında, ondan başka kimse yoktu (!), dergi tek yazarlıydı(!) sanki. On dergi daha satın aldı, dostalarına dağıtmak üzere uçtu, gitti. Öteki, hiç sesini çıkarmadı.  Birbirini okumayan, öncesinden, çağından  yazaraları okumayan, onlardan beslenmeyen, o kadar yazarcık gördüm ki…
 
Yazar dediğin öncesinden, çağından beslenir.  Okuduklarından da beslenecek yoksa, yanlışlık varsa, neyin olmayacağını öğrenir ya da tepkilenir, karşı duruşa geçer, düşüncesi kıvılcımlanır, yenisi, doğrusunu üretmeye koşulur. Oradaki iğne; kendinden başkasını göremeyenlere, evirip çevirip dediklerini yineleyenleredir.Kerameti, kendinden menkul, ahkam kesenlere, bir şeyler demeye çalışmıştım.
 
‘Konuşanların, yazanların tümü buyurganbirer öğretmen.’ sözüm öylelerine Düşüncelerimi, anamın karnından getirmedim. Hiçbir yazımı, tek başıma yazmıyorum: Dünün, günün yazarlarından besleniyorum: Doğrusunu da eksikiğini de bana öğreten onlar. Örnekse geçen yıl, 40 yıl önce okuduğum, dünyanın 15 büyük romanını yeniden okudum. Kendimi denetledim. Onları, vaktiyle  ne kadar algılamışım, anlamışım, ona baktım. Yenilendim. Üçer, Dörder kez okuduğum romanlar vardır.  Ünlememiş kişilerden kitaplar gelir bana. Mutlaka okurum onları. Öyle güzel şeylere raslarım ki, vay kerata, bunu nasıl yakalamış diye imrenirim onlara. Beslenmeyen kafa,  bakımı yapılmamış bahçeye benzer, ürün alamazsınız ondan. Yazar, yazarı okuyarak,  neyin, nasıl yapması gerekir, başkasının gölgesinde kalmaktan nasıl kurtulunur sorularıyla yerine belirler. Bunların üstünden yazar kimliğini kurabilir.
 
İmza günleri, paneller, söyleşiler, açıkoturumlar boşunadır diyebilir miyim? Yararlısı vardır elbet. Bana bir katkısı olmayanlarını da kargışlamıyorum. En azından heveslilerine bir şeyler katar, yazınla ilişilendirir. Eksiği, noksanı olanı, ‘Bu, böyle olmamalıydı.’ Düşüncesiyle sizi karşı dünüşün üretimine götürür.
 
Bu konudaki kişisel tutumu sormak istiyorsanız, diyeyim: İmza günlerini sevemedim, hiçbir zaman. Sadece yazarlarla söyleşmeye yarıdı, o kadar. İmza günlerinden birinde gördüm: Fazıl Hüsnü Dağlaca’nın önünde kimse yoktu. Bir tiyarto oyuncunun önündeki kuyruğu yarıp geçmek zorundaydınız. Onun nedenlerini açmamayayım, bilirsin. Müşteri bekleyen, alıcısız satıcılığı hep yadırgamışımdır.Öyles etkinlikler için çağrı aldığımda konuyu sorarım. ‘Hayır! derim çoğurcası. Ansiklopedi, gazete bilgisiyle,başkasının sözünün yinelenmesiyle panel kuşu gibi, o etkinlikte bu etkinlikte yinelemek, yapıma aykırı. Yazdığınızdan, söylediğiniz, hiç olmazsa, üç beş cümle kalmayacaksa  okurda dinleyicide ya da onları karşı düşünüşe geçirmeyecekse, niçin konuaşacaksınız, niçin yazacaksınız? Ne olacak, orada gövdemi göstereceğim de? 
 
‘Belleksiz Toplum’ adlı bir kitabımda var. Ama yanıta, sorunuzun sonundan başlayıp, belleksizliğimize döneceğim.
Yineleme, öğrenmenin kanunlarından birisidir. O,  okulun, öğretmenin işidir. Yazarın, ilkin temel bilgi vermekle  ilgisi yoktur. Temel bilgilerin öğreticçileceği kurumlar var, yazılı kayanklar var. Edebiyat da, yazınsal üründe bilgilerindir ama onun bilgilendirmesi,bildiğimiz bilgilendirme değildir. İnsanı, yazılı metin, sözlü metin içinde yaşatarak ,ayırdına varmaksıızın, içinden değiştirir, dönüştürür, okuma önceki kimliğinden daha üst kimliğe taşır. Yeni düşünüş kazandırır. Beynini besler, yüreğini inceltir, daha da insanlaştırır. Öğretmeye soyunursa edebiyat, niteminden yozutur, kuru, özdeksel bilginin öksesine yakalanır, misyonunu yitirir. Bunu, sen de bilirsin de, bana söyletmek istemişsin.
 
Yazarlar temel bilgileri aktarmasın mı, demeye getirirken; yine bildiğinizi bana söyletmek istiyorsunuz. Temel bilgiler, doğaya, insanlığa, yaşama insanlıga ilişkin, ansiklopedik, genel bilgilerdir. Edebiyat adamı da bunları konu edinir. Ancak bilgi bağlamında değil, yazınsal olarak.
 
Belllek; yaşama ilişkin izleri, öğrenilenleri zihinde tutma yeteneğidir, birden çok duyumuzun algılamasıyla oluşur. Yaşananların, görülenlerin, işitilenlerin bir daha anımsanmasına yönelik olan bellek, zihnin işlevleri arasında en önemlisidir. Anımsanan olgular, dikkatimizi uyandırır, olup biteni yeniden irdelemeye çağırır zihni. Deneyim dediğimiz,yaşam sonuç, ders çıkarma olgusunun oluşturduğu birikim;,  kültürünüzün, toplumsal yapısının biçimlenmesinde  çakarım, ilerisi için öneri kaynağıdır.
 
Ulusların tarihi, o ulusun yaşam serüvenin kaydıdır. Bu, arkada bıraktığınız anıların, kaydı demektir, aynı zamanda. Ulus, insanlarının örgenleştidiği, birbitire katlanan, orat paydalı birbütündür. Ulusların tarihini oluşturan, insanın serüvenin (anılarının/belleğine kaydettiklerinin toplamıdır. Tarihiniz, sizin sosyokültürelinin nasıl oluştuğunu anlatarak, geleceğinize uzanan yolu gösterir. Ona doğru bakar, doğru algılayabilirseniz, diriminizi korur, sürdürebilirsiniz.
 
Türkiye halkı; etnik, dinsel vb. değerlerden çok, coğrafyamızın potasında  pişmiş sosyokülüürel bir alaşımdır. Bu karışım, yaşam koşullarının zorlamasıyla girişik bir yapıya dönüşmüştür. Yaşamındiyalektiği, onu bu ortak davranışa götürmüştür. Mustafa Kemal, işte bu yaşamsal knatları birbirine balğlamasından doğan güce dayarak Kurtuluş Savaşına girişmiştir.  Türk Kurtuluş Savaşı, dünyanın ilk bağımsızlık savaşıdır. Mazlum milletlerin bağımsızlık özlemlerine ışık olmuştur. Bugün, küreselleşme denilan aldatmacaya karşı, nerede ayaklananlar varsa; onların damarlarında Türk Kurtuluş Savaşının  nabzı atıyor, gönüllerinde Mustafa Kemal özlemi yatıyor.
 
Bağımsızlıkcı, özgürlükçü, bilimi kılavuz edinmiş, laik ve çağdaş uygarlığı aşmayı amaçlamış Türk devrim ve aydınlanmasından niçin cayıldı?  Hangi açmazda debeleniyoruz? Niçin yabancının yedeğinde yelpeniyoruz? Ulusal yapımız neden kağşatıldı? Görünüme, birsatırla değinelim: Birileri, Osmanlı İmparatorluğunu Mustafa Kemal yıkmış, Türkiye’yi işgal etmiş anlaşyışını polotikasına eksen almış, ötekileri Mustafa Kemal’ tabulaştırarak, onun düşünüş dizgesinin içini içini boşaltmış. Devirim derken, Türk devrimine doğru bakabildik mi? Kazanılan mevziler terkedilmez dedik ama Türk Kurtuluş Savaşıyla kazanılan mevzileri koruduk, onun üstünden evrilmeyi düşündük mü hiç? Türk Kurtuluş Savaşı felsefesini, Türk devirim ve aydınlanması tamamlayarak çağdaşlaşmayı amaçladık mı?  Birtakım olumsuzların faturasını Cumhuriyite, Mustafa Kemal’e kesen  sözde aydınlarınımızdan ne haber.
 
Nereden kaynaklanıyor, yüzünü çağdaşlaşmaya ters dönüş, kendi özünü ıskayarak başkalarına yamanmak, burunu Arbın kumuna  kızgın çölüne gömme girişimleri?   Nereden gelip, nerelenden geçtiğimize; neleri yaşadığımıza, niçin başarabildiğimize ya da tökezlediğimize bakmadık, kendimizle hesaplaşmadık, ulusal belleğimizi kullanmadık da ondan. Belleksiz toplum diyerek ulusumuza, kültürümüze hayınlık mı etmek istedim. Bana, o sözü söyleten, kendi değerlerimizi ıskalamadan evresele uzanıştaki eksiklerimiz ,yanlışlarımızdır.  İrdelemesiz, bir iki ters olguyu  abartarak aydınlanmacılığımızı,  ucu hep gelişmeeye açık Türk devrimini karğışlayanalara tepkidir. 
 
 
M.Y. Bilen - Dil üzerine yazıların, kitapların var. Bu alanda da  düşünen, üreten bir yazarsın. Şöyle diyorsun: “Bir ulusun hayata bakışı, hayatı okuyuşu, düşünüşü sözlü ve yazılı dil ürünlerine yansır. “Peki, Türkiye’deki fililoji çalışmalarını nasıl buluyorsun?
O. Bolulu - Filoloji, dil varlıklarını konu edinenbilim dalıdır. Dili, külütürü sözlü, yazılı kaynaklara  dayanarak tarihsel açıdan inceler.
 
Bir ulusun yaşama bakışı, yaşamı algılayışı, yazılı ve sözlü dil ürünlerine yansır. O ulusun neyi, nasıl algadığını, neye nasıl bakıtığını, düşünüş dizgesini dil ürünlerinden çıkarabiliriz. Yazılı dil,yazın dilidir. Yazın dili, blimsel düşünüşe ön açar. Oradan bilimsel düşünüş katına çıkılır.  Yazın diliyle ortak düşünüş yaratak kültür birliğinde bütünleşir; uluslaşabilirsiniz.  Uluslaşma, kültürleşme; dilin ve düşünüş dizgesinin yazıya geçirilmesiyle koşuttur. Yazılı düşünüşe geçebilen toplumlar gelişebilmişler, uygarlaşabilmişlerdir. Aebece, yazı devrimi; Türk aydınlanmasının, uluslaşma, kültürleşme ve çağdaşlaşmasını temel ayağıydı. Ulusal yapının tepesiyle (devletle), tabanının (halkın); birbiriyle aynı dili kullanarak, aynı düşünüş dizgesini kazanabilmesiyle ortak kültür değerleri yaratabilir, uluslaşabilir, çağdaşlığına yönebilirdiniz.
 
O nedenle: 1.Türçe yazılı kaynaklar, gerekiğinde yabancı kaynak tarandı. Onlarda kalan Tükkçe söz ve kökler saptandı.  2. Halk katındaki sözcükler derlendi. 3.Türkçenin ekleri işletilerek yeni Türkçe sözcük yaratıldı. 4. Sözcüklerimiz birleştirilerek yeni sözcük kuruldu. 5. Dilimize giren yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar bulunarak Türkçe arılaştırıldı, durulaştırıldı. Yabancı dillerin başkınından baskının kurtuluyorduk. 1930’ların okul kitaplarındaki Türkçe sözcük oranı,% 30’larda iken 1980’lerde % 80’lere ulaşmıştı. Kenidimiz gibi düşünüyor, Türkçe düşünüyor, Türkçe söylüyor,Türkçe yazıyorduk. Hatta bugün Tahsin Yücel gibi, % 95 Türkçe yazanlarımız var.
 
Ulusalcılık (milliyetçilik), dünyada ilerlemecilik, yenilikçilik, ulusuna sevmek, ulusal diline özen olarak anlaşıldığı halde, gariptir, bizim milliyetçilerimiz dil devrimine karşı çıktılar. Türk dil devriminin ürettiği sözcükleri kullanmalarını karşın, kimileri, o inadı sürdüregidiyorlar.  Asıl amaçları kökten kopamamak, alışkanlıklarından kurtulamamak mıydı? Yoksa, Türk devrim ve yadınlanmasına, alttan saldırıya geçmek miydi?Günümüzde,Cumhureyete açıktan saldırıyı poltikalarına eksen yaptıklarına göre, asıl amaçları anlalıyor.
 
Üniversitelerde filoloji kürsüleri kuruldu. İncelemeler yapıldı. Türk Dil Kurumunun çalışmalarıyla dilimiz varsıllaştı, Türkçe dil ürünleri yabancı dillere çevrilir oldu. Ama dilin siyasal kavga aracı yapılmasıyla cebelleşmekten olsa gerek; henüz dilimizin. Tarihsel sözlüğünü, köke sözlüğünü yapabilmiş değiliz. Sözlü ve yazılı dil ürünlerimizi derine incçeleyerek, bu ulusun neyi, nasıl algıladığını, dili nasıl kullandığını saptayarak, buulusun insanına deyi nasıl diyebileciğimizi, iyice kavraayıp uygulamaya indirebildiğimizi söylemkte zorlanıyorum. Tarama, Derleme sözlüklerimizde öylesine Türçe sözcükler var ki, onların lyazın dilimize geçmemiş. Yazarlarımızn çoğu, TDK’nın ürettiği Türkçe ile yetiniyorlar. O kyankalara eğilme zahmetine katlanmıyorlar. Türkçe çok işlek ve üretken bir dil. Kyanağına bilince eğilirseniz, varsıllaşmaya ne kadar elverili olduğunu görür, sıkıştıkça yabanc dillerden söz aparmaktan kurtulursunuz. Örnekse, Arapça vicdan sözcüğünü ‘bulunç’ ve ‘duyunç’ olarak Türçeleştirmişiz. Yusuf Çotuksöken,  Derleme Sözlüğünden alıp bir yazısında kullandı;  halk, vicdana ‘yürekbuyruğu’ diyor. Bul duy köklerine, onların türevlerine bakınca, ‘duyunç, bulunç’ u bırazyadırgadım doğrusu. Pek sevdim ‘yürek buyruğunu’.
 
Ulusların omurgası dilleridir. Dillerinin gelişmesiyle, ulusal bütünlüklerinin sağlamlağı ve yaşamın isterlerini ifade edebilmeleri koşuttur. Filolojimizin geliştirimesine, pek çok gereknimimiz var: Bizi, biz anlamak, yabancı dil ve kültür baskınına düşmemek için.
 
 
 
 
 
 
                                -------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
 
 
 
4-
 
 
OSMAN BOLULU İLE SÖYLEŞİ 
 
CENK GÜNDOĞDU
Üçnokta Dergisi, 5.s., Nisan-Haziran 2006
 
 
“Yıllıkların antolojilerin şairlerce hazırlanmasına sıcak Bakıyorum. Şiir seçebilmek iiçin şiirdan anlamak gerek.”
Osman Bolulu
 
 
Cenk Gündoğdu- Türk şiir ortamına baktığımızda yıllık, antoloji hazırlayıcılarının ( birkaç eleştirmen dışında ) şair (ler) olduğunu görüyoruz, buradan bakarsak;  bir şair ister istemez kendi şiirini aramakla karşı karşıya kalacaktır. Bu durum, dönem şiirinin bir bölümünün gözden kaçırılmasına ve şairleri belli bir orijine kilitlemeye sebep  olabilir mi?
Bu bağlamda;  bir şairin yıllık hazırlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Osman Bolulu – Yıllık ile antolojisi, şiiri içermesi bakımından birbirine yakın görünüyor ama ikisi arasında üzerine eğildiği zaman bakımından farklılık var: Yıllık, o yılın şiirlerinden seçme yapar; antoloji bir dönemin, bir çağın şiirini konu edinir. Yıllığa göre konu edindiği  dönemin ve çağın ana karakteristiğine ve kalıcılığa daha özen göstermek durumundadır. Yıllık, o yılın şiirinin çetelesini çıkarır. Sadece o yılın şiirinden seçmeler yapar. Yıllıklar, antolojilerin hazırlanmasına kaynaklık eder de yıllıkla antolojiyi ayrı bağlamda değerlendirmek daha uygun olur, diye düşünüyorum. Antolojilere ‘seçki’ diyenler de var. Onun özelliği de antolojiden başkadır.  Çünkü ‘seçki’ bir beğeninin ya da kişinin önemsediği şiirleri içerir.
 
Yıllıkların da antolojilerin de; yılın ya da dönemin şiirine, nesnel bakabildiği,  tartışılagelmiştir. Eksiklik, yanlama, görmezden gelme varsa, bunun yükü şairin üstünde değildir. Şiiri, şairi değerlendirme;  yıllık ve antoloji hazırlayıcılarının görüş ve saptamalarıyla sınırlı değildir. Zaman söyler, en doğrusunu.
 
Yıllıkların antolojilerin şairlerce hazırlanmasına sıcak bakıyorum. Şiir seçebilmek için, şiirden anlamak gerekir. Hazırlayıcıların, eleştirmenlerin çoğu, şiirle yazmaya başlamış olanlardır, genelde. Böylesi  koşuldur, demiyorum. Önemli olan bu işin kimlerce yapıldığı değildir: Nasıl ve neye göre yapıldığı, işin gereğine kotarıp kotarılamadığıdır.
 
Şair, yıllık, antoloji hazırlayanın kulvarından gitmek zorunda değildir. Şair, şiir olmadan  hazırlayıcı olabilir mi? İyj şair, kayayı delen tohuma benzer. İyi şairi, iyi şiiri, açık denizlerin ortasından, onu çekip çıkarır zaman. Yılıklar, antolojiler değildir, şiire yön veren. Şairdir, şiiridir. Antolojilerin, yılıklıkların  havasına göre yazmaya çalışan şair, baştan kendisini onlara teslim etmiş olur,  şiirden uzaklaşır.
 
Bir şairin yıllık hazırlamasına, ikinci soruyu yanıtlarken, dolaylı olarak değineceğim. 
   
Cenk Gündoğdu - Yıllığın (antolojinin ) belli bir metot akademik bir çalışma ve  kolektif anlayışla daha sağlıkla hazırlanacağını söyleyen yıllık hazırlayıcıları olmasına karşın, bu beklentinin  hazırlanan yıllıklara yansımayışını nasıl açıklarsınız?  Böyle bir beklenti Türk şiirine ne ölçüde katkıda bulunabilir?
 
Osman Bolulu - Edebiyat türlerinin, kendine içinde kuram ve kuralları vardır da. Onlar kurala kurama bağlı değildir. Onlara değgin kuram, kural, o türlerin işlenişinden çıkarılmıştır. Hele şiir, hiçbir kural tanımaz; kendi koyar, değiştirir kuralını, kendi üstünden, kendi içinden yenilenir, biçim ve söylem değiştirir durur. Şiir öyle kurama kurala bağlansaydı, nitemini yitirir, özgürlüğünü koruyamazdı. Şiir  kesin tanımı yapılamadığı için, belli kural ve kurama bağlanamadığı için, insanoğlunu, hep ardından koşturur.
 
Şiire  yöntemle (metotla) bakarsanız, onu şablona sokarsınız. Değerlendirme sakatlığına düşersiniz. Hele akademik ( bilimsel niteliği olan bilgi) gözüyle bakmak; değil şiiri, düzyazı türlerine de yakışmaz. Edebiyat türleri, özellikle şiir, hiçbir zaman bilgi değildir. Yıllığın, antolojinin sağlıklılığı, şiiri yakalayıp yakalamaması, doğru seçip seçmemesiyle koşuttur.
 
Yıllıkların, antolojilerin şiire katkısından çok, şiirin fotoğrafını kamuya ulaştırmasından, şiiri yaygınlaştırmasından söz edilebilir. Yıllık ve antolojiler sağlıklı da sağlıksız da hazırlansa; şiir varsa vardır. Unutmayalım ki, şiir yoksa, yıllığı da antolojisi de yoktur.
 
Ortak (kolektif) yıllıklara değinmişsiniz. Yanılmıyorsam ya da bilgim dışında değilse, ilk kez ortak şiiri yıllığı hazırlayan benim.
 
Niçin öyle bir yol seçmiştik? Açıklamaya çalışayım: Dört yıl, (1997-98-99, 2000) ‘Şiir Coğrafyamız’ adı altında, yıllık hazırlanmasına öncülük ettim. ‘Coğrafya’ adını özellikle seçmiştim: Çeşitli alan, eğilim ve görünümleriyle, şiirimizin o yılının bütününe bakılsın istiyordum. Şiire bakış, tekelden (tek bir görüşü egemen kılmaktan) çıkarılsın, Türkçe şiire daha geniş bir pencereden bakılsın istiyordum. Tek beğeniye yaslanmamak için, yıllıkları hazırlarken  5-7 yedi şairle, yılın ulaşabildiğimiz dergilerini taradık. Yıllığa girebilecekleri, ortaklaşa bir kez daha gözden geçirdik:
Şiir Coğrafyalarımız’la: * Yeni adlara, * :Yeni söylemlere olanak ve fırsat yaratmayı,  * Şiiri, belli çevrelerin anlayış, değerlendiriş biçiminden öteye çekmeyi,     * Edebiyatın, şiirin daha geniş bir alanın düşünce ve söylemine yöneltilerek  varsıllaşmasına katkıda bulunmayı amaçlamıştık.
 
Bizimki: * Kesin yargı biçmek, * Belli bir iktidara yaslanmaktan öte; bu yıl, şiir adına  yapılan işte bu, olan bu işte! * Şiirde kendimizi tanıyalım, nerede olduğumuzu bilelim, olanı teraziye vurup eksiklerimizi onaralım; * Eldeki şiir verilerini  ortaya dökerek; ileriye uzanış nasıl olmalı önerisine yolak açma çabasıydı. * Bununla birlikte önerisiz, özensiz, yeğlemesiz değildik, katılıktan sakınıyorduk. * Kendi içinden, kendi özünden geliştirecek ortam hazırlamaya;  * Dünya ile bütünleşirken kendi rengini, kokusunu yitirmemiş şiiri (insanı) yeğlemeye; * Varıyla yoğuyla düşünüş ve şiir iklimimizin havasını görüntülemeye; * Salt yabancı etkilere teslim oluşa karşı tavır oluşturmaya, bilinç geliştirmeye; * Kapitalist, yenidüzenci tutum ve etkilerde ufalanışın önünü kesmeye; * Ulusal bağnazlığa kapılmadan, ulusal düşünüş ve tavrın kimliğini koruyarak evirtime ön açmaya; * Kendi dışındakileri görmemekte ısrar eden çevrelere karşı duruş, iktidarlara karşı iktidar oluşacağını kanıtlamaya çalıştık.
 
Bu bakışla: * Yılın şiir geldi gittisini, ulaşabildiğimiz dergiler üzerinden görüntüledik * Ortalama düzeyi tutturanları, yıllığa almaktan sakınmadık. * Emeğe saygıdan ötürü, kendisini sürdürenleri dışlamadık. * Birilerine yamanmadan  var olmaya çalışan genç yetenekleri, atlamak istemedik. * Umut filizi uçlananları yüreklendirmek istedik. 
 
Ayrıca: Şiirleri derlemekle yetinmedik: 1.O yılda şiire bakış yazılarına, 2. dergilerde şiir üzerine yazı ve söyleşilere, 3. o yıl  yayımlanan şiir kitaplarına, 4.  şiir üzerine incele ve araştırma kitaplarına, 4. yayımlanan çeviri şiir kitabı ve antolojilere, 5. şiir ödüllerine yer verdik. Şiirimize, şiirimiz hakkındaki görüş ve olaylara toptan bakılabilecek bir kaynak oluşturmak, bir tür şiir okulu yaratmayı düşünmüştük.
       
Cenk Gündoğdu - Yıllık ( antoloji) hazırlayıcılarının edebiyata yeni isimler kazandırmak, farklı şiir anlayışlarını temsil edenleri imlemek gibi bir görevi de olmalı mı?
 
Osman Bolulu - Görev; yasa, kural  ya da ahlakın yerine getirilmesini gerekli gördüğü yükümlülüktür. Yıllıkların, antolojilerin ya da hazırlayıcıların öyle bir yükümlülüğü yoktur, üzerlerine de düşmez. Onlar, kendi değer ve anlayışlarına göre saptamalar yapar ancak.
 
Kimse edebiyata yeni isimler kazandıramaz. Edebiyatçının, şairin hiç kimseden vize almaya ihtiyacı yoktur. Çağrılmadan, birisi kolundan tutmadan girer hak ettiği yere şair. Alanını kendi açar, yerini kendisi yapar. Zanaatkârlık değil ki, bir ustadan öğrenerek  girsin şair, şiir  alanına? Her şair, kendisinin hem babası, hem oğlu hem de ustasıdır.
 
Birilerince piyasaya sürülen şişirilmiş adlar varsa, ömürleri, koruyucularının ömürleri kadardır. Dilin, düşüncenin, edebiyatın rüzgârı  sert eser, yapma çiçekleri , söker alır dalından. Geçmiş dönemlerin edebiyat tarihlerine, yazınına, dergilerine bakarsanız,  nelerin döküldüğünü görürsünüz.
 
Cenk Gündoğdu - Son dönemde farklı şiir anlayışlarının örneklerini görmekteyiz. (somut şiir, görsel şiir, deneysel şiir, neoepik şiir) . Yıllıkların (antolojilerin)  belli bir süreci temsil ettiğini düşünürsek bu tür şiir yönelimlerine de belli bir yer vermek gerekir mi?  Bu konudaki düşünceleriniz…
 
Osman Bolulu -  İnsanlar farklı, görüşler farklı. Farklılık aykırılığa uyumazlığa dönüşürse, bütünün esenliği kalmaz. Ama farklılıklar,yazına, düşünceye renk katar, varsıllaştırır. Yaşamın doğalı bu! 
 
Şiiri değerlendirirken  çeşitli yönlerinden bakabilirsiniz. Ancak bunlardan birine saplanıp kalınırsa; öylesinin, alan tanımaz, kural tanımaz, düş kanatlarıyla ufukları yırtan şiirle ilgisi, düşünülemez bile.
 
Elbette farklı şiir anlayışları olacak. Herkes ayını düşünseydi, aynı yazsaydı, tek tip düşünüş, tek tip anlayışa kilitlenirdik. Baskıcı yönetimlerde olduğu gibi tek ağızdan konuşulur, tek tip düşünülürdü. Baştaki  faşist söyler, sürü buyruğunu, yerine getirirdi. Böyle bir ortamda düşünceden, edebiyattan, şiirden söz edilebilir mi? Edebiyat, şiir; düşünceyi sektirir, yeni düşünüş ekenekleri açar, sürekli. İnsanoğlunun,  değişip dönüşmesine, yeni ufuklar özlemesine ivme kazandırmanın temelinde yatan farklı görüşlerdir. Farklı görüş ve düşünceleri ıskalamak, çoğulculuğu yoksamak, insanlığın yaşamını tek renge boyamak, yaşam cümbüşünü budamak olur.
 
Dahası mı, insanın düşünüşüne, yazınına ve şiirine yön vermeye kimsenin gücü yetmemiştir. Farklı görüşler, tartışılardır, bizi geliştiren, gittikçe daha da insanlaştıran.
     
Cenk Gündoğdu - Tematik şiir antolojileri (Aşk, İstanbul  ana baba, cezaevi, çocuk, çevre şiirleri…)  bir ihtiyaca cevap veriyor mu?  Bu tür çalışmalarla şiire dönük algının  daraltılıp sınıflandığını düşünüyor musunuz?  Bu konuda  neler söylersiniz?
 
Osman Bolulu - Şiire tematik (anadüşünceli) bakılabilir mi? Şiir ne tematiktir, ne belli bir konuya bağlanır. Bununla birlikte insanın bütün hallerine değinir,  düşlerini, özlemlerini dokur. Dolayısıyla insansalın her yanıyla  ilintiler bulabilirsiniz içinde. Belli bir alana değinenlerini, (içinde tematiği barındıranlarını)  tematiği gerekseyenlere ulaştırmak için seçmek,- şiirin niteliğini bozmuyorsa- yadırganmalıdır. Her kesimdeki eğilime şiiri ulaştırmak olarak da yorumlayabiliriz, öylesini.  Sakıncalı olan, şiiri tematiğe bukağılamaktır.  Bana göre buradaki olgu, şiire sınır çekmek değil, şiiri  değişik kesime de götürüp yayılma alanını genişletmektir. Şiirin kendisi ile ulaşabildiği alan başka şeylerdir.
 
Şiirin dipsuyunda düşünce vardır, ancak şiir düşünce değildir. Ondaki düşünce bildiğimiz düşünceden çok ayrı bir şeydir. Konularına göre şiir yıllıkları hazırlamak, o konuyu şiirle beslemek içindir ola ki. Öylesi yarar için. Şiir, özdeksel yarar sağlamaya koşulursa ölür. O dediğiniz türü, öğretim aracı olarak görüyor, -içinde bulunabilir de- öylesini som şiir olarak düşünmüyorum, şiiri sevmeye yatkınlık hizmetinden ötesine geçemez görüşündeyim.
 
      
Cenk Gündoğdu - Bir yıl içerisinde binlerce  şiir,  edebiyat  dergilerinde buluşuyor. Yıllıklara baktığımızda ise, ortalama 150 şiiri görebiliyoruz. Bir ülke şiiri için bu sayı yeterli midir?  Bu açıdan baktığımızda –nitelik ve nicelik olarak-  bu paradoksu nasıl açıklarsınız?
Hazırlanan yıllık-antolojilerin  edebiyat  tarihçilerinin ve dönemin sosyo-psikolojik yapısını inceleyen çalışmalarına sağlıklı bir yön verdiğini, yarar sağladığını söyleyebilir miyiz?
 
Osman Bolulu - Doğrusu, şiir yazamaya soyunun herkesin yıllıklara, antolojilere alınmamasını  bir yanıltmaca (paradoks) görmekte zorlanıyorum:
 
Bir yıl içinde binlerce şiiri bırakın, 2.500 şiir yazarına rastlamıştım, sözünü ettiğim yıllıkları hazırlarken. İnsaflı bir bakışla % 1.8’ni yıllığa alabilmiştik. Ama içimiz rahat değildi. ‘Bu yılki şiirimizin coğrafyası budur.”la teselli olmaya çalışmıştık. Zaten yıllık, edebiyat ansiklopedisi hazırlamak, edebiyat tarihi yazmak değildir. O yılın şiirine ayna tutmaktır. Bizim ulaşabildiklerimizin dışında daha ne kadar şiir, şair, şiir yazarı vardır, onu bilmiyorduk. (Bizim göremediklerimizi başkası görürdü. Gerçek değerleri, kimse külleyemezdi. Herkes gibi, biz de gücümüzce saptamalarda bulunmuştuk.)
 
Görüntülü yayın organlarında şairlik savında bulunanları hesaba katsaydık, belirttiğim sayı  on binleri aşardı. Orada demiştim ki : “ Şiir yazarlarımızın onda biri kadar, şiiri anlayan bulunsaydı, çoktan uygarlaşırdık.” Birçok dergiciye mektup yazmışımdır: Düzyazısını görmediğiniz insanların şiirini yayımlamayın. Şiir, düzyazıyı da bin kez aşan bir dil, bir söylemdir. Dergilerinizi, şiir taslağı bile olamayanlar ürünlerle boğmayın. Şiiri katkı maddesi gibi araya sıkıştırmayın. Şiirin onuru vardır, özenli bir yere yerleştirilmesi gerekir. İlk kalem çırpışını şiir diye yayımlayarak hem yazarına hem şiire zarar veriyorsunuz, diye.
 
150 şiir 150 şair demektir, bir anlamda. Şiirde nicelik değil, nitelik aranır. Bir şair  arkasında 5-6 som şiiri bırakabiliyorsa yeter.  Osmanlının bir yüzyılında 1.400 şairin adı geçiyor  – O da ne kadarı yazıya geçirilmişse – onlardan bugün, üç beşinin adı ya var ya yok. Şairlik zor ve çileli bir iş.  Ama günümüzde, hiç olmazsa ortalama, şiirleriyle bizi şiir okuru, şiirsever konumuna çıkaranları da azımsamıyorum. Duygularımızı, özlemlerimizi kanatlandırmaya çalışıyorlar diyorum. Bununla birilikte şiirin manzumeyi,  koşuğu aştığını da unutmuyorum.
 
Edebiyat tarihçilerine, dönemin sosyo/psikolojik incelemede yön verecek , şiir yazarları olmasa gerek.  Bir çağı, birkaç şair ayakta tutabilir. Çağları delip gelen Homeros’u düşünsenize.
 
Cenk Gündoğdu - Son olarak;  değişen dünya içerisinde  hız ile insan ve onun ilişkileri de  o ölçüde değişiyor. Şimdilerde hayatımızda yerleşik olmaya başlayan  internette  de (elektronik ortam) şiir dolaşımda  yılık ve antoloji hazırlarken ölçü olan kitap, dergi,  ve basılı yayın dışında bu elektronik ortamdan yararlanılabilir mi?  150’ye yakın  dergisi dolaşımda ve en çok okunun edebiyat dergisinin 750-1000  okuru var. Üye sayısı 150-200 binlere varan birkaç sitenin varlığını da biliyoruz. Bu durumun şiirimize olumlu-olumsuz etkilerdi üzerinde neler söylersiniz?
 
Osman Bolulu -  Dünyadaki, insandaki değişim dönüşümler, elbette yazarı, düşünürü, şairi etkiler. Onlar insanlığın duyargasıdır, düşünüş üreten beyinleridir. İnsanlığın hallerini yazınsalda dokurlar. Bırakın, olandan bitenden etkilenmeyi, onlar yeni çağlara ön açarlar. Onların yazınsal ürünlerinin, şiirin insana ulaşması, yaygınlaşması için, elbette her türlü olanaktan (internet vb.) yararlanmak gerekir.
 
Yazılı düşünüşün hamurunu yoğurup, fırında ekmek olmaya hazırlayan dergilerin okur bulamaması, bizim yazılı düşünüşe geçişimizin yarım kalmasındandır. Yazının mutfağı dergilerdir. Damıtılmışı ise kitaplardır. Dergide olduğu gibi kitapta da gittikçe çölleşiyoruz: Beyinlerimiz beslenmiyor, çoraklaşıyor. Bunları derken, piyasada yüz binler satan kitapları ölçü almıyorum. Düşünüş örgütü kitapları düşünüyorum. Bilgisunar (internet) diyorsunuz, bir yere kadar yararlıdır, ancak görsellikle düşünsellik aynı şey değildir. Kitap düşünseldir; beyninizi besler, yüreğinizi inceltir. İnsanlaşmak, uygarlaşmak için kitap!
 
 Kitap diyorsam, aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma üretime kapalı kitaplar değil. Kitap dediğin dişi olmalı; kestirmecilikten uzak, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Her iyi kitap, bir düş döşeği, düşünce odağı, yanıt bekleyen sorular toplamıdır. Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, yüreğiniz incelmemişse, zihin çapınız genişlememişse; ötekinin acısını, sevincini kendinizde yaşayamıyorsanız, aydınlığı seçebilir misiniz?
 
Dijital araçlar işimizi kolaylaştırdı da, bizi bir yandan mekanikleştirecek mi korkusunu yaşamıyor değilim. Kitap bittiği gün, yazılı düşünüş de biter, özdeksel güçlerin güdümüne düşeriz. Güncele bukağılı yazını pek önemsemiyorum da, o da olacak elbet. Kitap gibi kitabın devreden çıkarılması ürküye salıyor beni.  Dedikleriniz doğru da, yakınılarınız haklı da, beni kara kara düşündüren kitapsızlık. Kara yorumcu muyum?  Kendi adıma değil, şurda ne kadı ki önümde, insanlık adına yalancı çıkmayı ne kadar isterdim, bilemezsiniz.
     
 
 
                                     ----------------------------------------------------------------------------
         
                     
5-
 
 
VEDAT GÜNER VE NABİ ÜÇÜNCÜOĞLU ŞİİR ÖDÜLLERİNİ KAZANAN ŞAİR
 
OSMAN BOLULU İLE  SÖYLEŞİ
 
 
Söyleşen : İbrahim Dizman
 
 
Kıyı: 85.sayı, Nisan 1993
 
 
 
Yazına 30 yıl ara veriş
 
- Sayın Bolulu, ilk şiir kitabınız  ‘Dalların Ucundaki’, 1955 ; ikinci şiir kitabınız ‘Bileşim Çizgisi, 1963 yılında yayımlandı. Tam otuz yıl sonra 1992’de iki şiir kitabı birden:  Taşın İyisi, Yurtboyu Sevişmek. Niçin Otuz yıl girdi araya?
 
- Bu soruyu herkes soruyor bana. İsmail Gençtürk sordu, Öyküşiir’de yayımlandı. Ayten Sürer de Damar (söyleşisi) için sordu. Hepiniz haklısınız. Şiirde, araya otuz yıl girer mi? Şiir nazlıdır, kapılgın (kaprisli)dır. Üstüne kuma kabul etmez.. Siz onu boşlayınca o, sizi boşlamaya dünden razıdır. Elinizden kaçırdınız mı, bir daha yakalamak zordur.  Öte yandan şiir,  dünyanın en tatlı hastalıklarından biridir, ona bir kez yakalanan bir daha kurtulamaz: İyisinden de olsa, kötüsünden olsa olsa şiiri sürdürmeye çalışır. Onulmaz bir tutkudur şiir.  Böyle olunca, bu sorunun bana yöneltilmesi doğal. Otuz yıl aradan sonra  ürünle ortaya çıkışı, garipsemek de doğal.
 
Size vereceğim yanıt, ötekilerinin yinelenmesi olacak belki. Ama namuslu her insan, hesabını vermek zorundadır. Yineleme de olsa, sorunuzu yanıtsız bırakamam, orda söylemiştim diyemem.
 
Bir: Şiir benim baş tutkum onsuz olamam (ya okurum ya yazarım),  şiirsiz öleceğimi de sanmıyorum. Onu hiç boşlamadım. Yazıp bir yerlere atıyordum. Şiirlerime bakarsanız, aradaki otuz yılın izlerini bulursunuz onlarda.  Pek seyrek yayımlıyordum, dergilerde. 
 
İki: Ülke okumamaya itiliyordu, medyalar egemendi. Adı büyük dergilerde yer almak için, kitap yayınlamak için, kimi yerlerden arka almak gerekiyordu. Bunlar, benim yapıma ters düşüyordu. Bir ara militan şiir ön plana çıktı. Düşünce olarak politiğin içinde olmama karşın, şiirde politiği yadırgayan anlayıştaydım. Şiir anlayışı, bana göre bir garipliğin içindeydi. Benim şiirim, egemen çevrelerin ilgisini çekmiyordu. Eleştirmenlere küskündüm, biraz.
 
Üç:Yurtta sosyal çalkantılar sürüyordu, üst üste  askeri darbeler oluyordu: Öğrencilerim, yandaşlarım baskı altındaydı. (Ben de bunlardan payı aldım ya!)  Belli bir dünya görüşü olan adamım. Sosyal eğilimli eylemlerin içinde, örgütlerinde yer alıyordum. Bu dağdağanın içinde şiire zaman kalmıyordu, pek.
 
Dört: Aile çevremin geçimini sağlamak için ek işler yapmak zorundaydım: Örnekse, pek sevemediğim halde dershanelerde öğretmenlik yaptım, bir süre fen lisesi ve üniversiteye hazırlık kitaplarına imza attım.  Kendisini ve çevresini kurtaramayan, başkasını kurtaramazdı.
 
Beşinci neden olan benim tembelliğimi, ürkekliğimi saklamayayım. Bu kadar neden yetmez mi, aradaki tökezlenmiş görünüşün özrünü anlatmak için?
 
Çeşitli dallara el atmak
 
- Siz çok boyutlu bir yazarsınız. Şiirden dil çalışmalarına, masaldan inceleme yazılarına uzanan hayli geniş bir alanda çalışıyorsunuz, niçin?
 
- Bizim yetiştiğimiz dönemde okumuş/aydın, her şey demekti. Onun, ülkenin bütün sorunlarıyla ilgilenmesi gerekirdi. Ben köy enstitüsü çıkışlıyım. Köy enstitülerinin kurulduğu yıllarda, nüfusun %80’i köydeydi, köy kalkınması, köyün çağdaşlaşması, yurt kalkınması anlamına geliyordu. Öte yandan ben öğretmenim,öğretmenler her konuya el atacaklarını sanırlar. Bizim dönemimizde öğretmen yurdun, yeniliğin önderi, misyoneridir anlayışı yerleşikti.  Ayrıca biz de ve dünyada uzmanlık alanları, bugünkü kadar ön almıyordu. Bana gelince aydın olmak, yurda insanlığa sahip çıkmaktır anlayışını taşımışıdır hep İşte,bu nedenlerle pek çok alana dağılmış olabilirim, Önemli olan , bu kadar alana el atmak mı, hiç olmazsa birinde derde deva olmak mı?...  Bu konuda kendimi doyurmuş değilim, kendimi sevmiyorum. Sosyal olaylara eğilimimin baskın olması, beni pek çok alanın içine dağıtmış mıdır diye düşünüyorum.  Hani bizim aydın anlayışımızda, her şeyden sorumluluk  duymak duygusu var ya, onun itelemesidir belki, bu kadar alan.
 
Dil çalışmalarını pek önemsiyorum. İmparatorluk dilinin, çağdaş bir toplum kurmaya yetmediğinin bilincindeyim. Dil olmadan uluslaşmanın tamamlanamayacağına inanıyorum. Anadili ile düşünülebilir, onunla bağımsızlık ve kişilik kazanılabilir. Bilim, ancak anadiliyle yapılabilir. O zaman çağdaş olabilirsiniz. Dil çalışmalarının içine girdim bir kez, çıkamıyorum da. Bununla birlikte  dil uğraşından yakınmıyorum: Anlam incelemelerine daldıkça, düşüncem gelişiyor, daha bir kişilik, özgünlük kazanıyorum. Dil konusunun bütününe yeteceğimi sanmıyorum. Benimki sadece ulusal katkı.  Birileri, bıraktığımız yerden alır götürür, kendimiz oluruz sonunda.
 
Başarı düzeyim ne olursa olsun, şiirden ayrılamam. O, benim ütopyamdır, nefes almaktır, Şiirsiz kalırsam, düşlerim yok olur, gönlüm boşalır, ülkü atlarım yorgun düşer, boğulurum. Onu, sadece başkaları için değil, kendimi ayakta tutmak için yazıyorum: Can damarım!...
 
- Köy enstitülüler, bu kadar bitip tükenmez çalışma gücünü, nerelerden taşıyıp getiriyorlar?
 
- Köy enstitüleri üzerine çok şey söylendi. Onları yinelemek istemiyorum. Öte yandan köy enstitülerini ülküselleştirmek gibi bir çabam da yok. Köy enstitüleri, kesenkes, ulusal, yurt gerçeklerine uygun öğretim kurumlarıydı.Bana göre onların en özgün, en önemli yanı;  çağın düşüncesini temellendiren kitapları okutmak, bunlarla dünyaya, geçmişe ve geleceğe açılım kazandırmak; insan iş  içinde eğitmek…  İş yapan kişi üretir, üretme bir gönenmedir. Üretenin kendisine saygısı artar, yarar sağladığı için öteki insanlarla bağları güçlenir, İş, kişilik gelişmesinin baş etmenidir. Üretimin tadını alan kişi;  bir kez durdu mu,  hızla dönen değirmenin duruşu gibi, ivmesini yitirdi mi, boşlukta kalır, anlamsızlaşır. Kişilik kazanmış birisi için, böylesi  yitmedir, ölümdür.Biz ayakta durmak için, varlığımızı kanıtlamak için hep çalışmak zorundayız.  Bizim düşüncemize, anlayışımıza saldırılar bitmedi ki işi bitmiş, utkuya ermiş olmanın esenliğine bırakalım kendimizi? Direnmek, savaşımı sürdürmektir, bizim konumumuz. Öte yandan çalışmak, üretmek, topluma borcunu ödemektir, aydın olmanın kurtunulamayan sorumluluğudur. Toprağı bol, yeri ışıklı olası  anamın bir sözünü yinelemek isterim burada:  İşten alçak, itten alçak!” derdi.
 
 
Dil
 
- Bir şair olduğunuz kadar dilcisiniz de, günümüzde dil kuralları tersyüz edilerek üretilen farklı denilen şiirlere bakış açınız?
 
- Dil kurallarının tersyüz edilmesi, ilk bakışta, öyle korkulacak bir şey değil: Dili, kurallar yaratmamıştır, dil varlığından saptamalarla, dil kuralları çıkarılmıştır. Dil, dilcinin arkasından gitmez; dilci, dilin kullanımdan sonuçlar, kurallar çıkarmaya çalışır. Çoğu kez, tersyüz gibi kullanımlar, dile yeni boyutlar getirmiş, dili genişletip geliştirmiştir,. Yeter ki duyulanı, tasarlananı, tam olarak verecek  inceliği taşısın. İş olsun diye tersyüz etmeler, günü birlik esprilere benzer, sabun köpüğü kadardır ömrü. Şiir, sözcüklere yeni boyut, yeni anlam yüklemedir bir yerde, bu anlamda dil kuralları aşılıyorsa, buna şapka çıkarılır ancak.  Gevelediğinin altındaki boşluklar  sezilmesin diye –saptırmaca olara- dil, tersyüz ediliyorsa, onların kıymet-i harbiyesi yoktur.   
 
Farklı şiir  
                                          
Farklı şiir güzeldir. Farklılıktır, şiire özgünlüğü katan, onu sonsuza doğru canlı kılan. Ta ki farklı olmak için farklılık yaratmamalı. Farklılık; bir başka bakış, bir başka söyleyiş, bir başka duyuşa; alışılmışı aşıp özleneni,  akla gelmemiş olanı, çok tatlı biçimde verebilmekse, böylesi kutlanır.  Ayağı şeyleri biçim kırarak söyleyenlerin, birbirlerinin anlamsızlıklarını, garipliklerini ‘farklılık’ olarak sunuşlarını amaçlayarak bu soruyu sormuşsan. Varsın eşinsinler dedim, çöplüklerinde. Şiir, eşinme değil, kanatlanmadır, sonsuzda iz bırakmaktır, yeni ufuklar açma, insanı genişletmedir. Bu da  elbet sağlam bir dille yapılır. Şiirin dilden başka aracı yok ki…Öteki öğeler, şiirin destekleri. Dil,hep dil var şiirde. Dili iyi bilmeyenin iyi şiir yazacağını sanmıyorum. Belki dil sezgisiyle  bir şeyler yakalamış olabilirler. (orada da dil vardır yine.)//////
 
-Taşlamalardan oluşan ‘Taşın İyisi’ adlı kitabınızda aydınların yergisi önemli bir yer tutuyor. Niçin aydınlar?
 
- Aydın olmak, salt okumuş olmak, bilgi toplamış olmak anlamını taşımaz: Aydın olmak; bir sorumluluk,bir bilinç işidir. Aydın olmak; bir sorumluluk,bir bilinç işidir. Yüreklilik ister. Sorumluluk ve bilinç; direnmeyi, savaşımı  getirir beraberinde, özveri ister.Aydın özgecidir, bencillikten sıyrılmıştır. Salt kendisinin değil, doğruların savaşımına koşulur. Bunun için direnir. Dünyayı güzellemek, kötülükleri ortadan kaldırmak aydınların görevidir. Aydın başkasını, kendinde yaşar, bütünün acısını duyar; dünyanın neresinde olursa olsun, bir kötülük varsa, onun için üzülür, iyiliğin utkusuna adamıştır kendisini. İlkel insanın birtakım kurnazlıkları, açmazları vardır, Tutkularının, çıkarlarının tutsağıdır. Buna ayarlamıştır kendisini. Fakat onun yapabilecekleri sınırlıdır. Bilimle, akılla üstesinden gelinebilir kötülüklerin. İlkelin tutkusunu önlemek,zor iş değildir. Toplumu bozanlar, birtakım oyunları kuranlar, iyiyi ,doğruyu öğütlüyormuş gibi görünüp bunun gereğini yapmayanlar, ilkel insanı nesne durumuna düşürenler, hep kendisine aydın süsü verenlerdir. Toplumlar, ne çekmişse, sahte aydınlarından çekmiştir.  Hem bilmek hem de bildiğinin gereğini yerine getirmemek, günahların en büyüğüdür. Böyleleri, bilginin,bilimin münâfıklarıdır. Benim kızdığım, işte böylesi aydınlar. Yoksa gerçek aydınların gözlerinden öperim, onları kardeşim, omuzdaşım sayarım. Hiç, çatar mıyım onlara?  Aydın postuna bürünmüş kurnazlar, çakırcılardır, benim taşladıklarım, Keşke dilim daha ustaca dönseydi, kalemim daha keskin olsaydı da onları orta göbeğinden hançerleyebilseydim. Benim taşlamalarım, onların etkileri yanında az bile kalır.
 
Köylülük
 
- ‘Yurtboyu Sevişmek’te kent, kent insanının yalnızlıkları, sıkça tema olarak seçilmiş. Kent insanını,şiirinize hangi boyutlarıyla katmak istiyorsunuz?
 
- Köy doğumluyum. Köy enstitüsünde okudum.  Ama siyasal yapımla kişisel tavır ve davranışımla köylü değilim. Kentliliği, sözcüğün Batı kökenindeki anlamıyla, uygarlıkla bir tutuyorum.  ( Bizim kentlerimiz ne ölçüde uygarsa… o da başka ya!)  Bir yanı, Ortaçağı aşamamış, öteki yanı uzay çağını düşleyen, kimileri de özünü kavrayamamış bir toplumda, benim anladığım kentlinin iç dünyası, büyük bir dramdır.  Çeşitli uçlar arasında gidip gelmedir, kahredici acıları, uçkun sevgileri bir arada yaşamadır. Bir yürek, bu kadar çalkantıya nasıl dayanabilir? Onun acılarının boyutlarını, kolayca saptayamazsınız.  Yalnızlığını, kolay kolay örtemezsiniz.  Dünyayı kucaklamış bir kentli düşünceyi, doyurmak olası değil. O, hep bir acı çekecektir.  Tüm insanlığın acısını kendi nefsinde yaşayacaktır. Bunun boyutlarını saptamak,  şiire dökmek kolay iş değil.
 
Öte yandan şiir, köy işi değildir.  Gerçek şiir kentlidir. Kaynağını köyden alsa da kentlidir. Şiir, inceliğini ölçülemeyeceğimiz  bir duygulanmadır, dili aşan bir anlatım yoludur.  Şiirin köylüsü olmaz, sıradan kentlisi de olamaz.  Şiirin köyü işlemesi, köy duyarlığına yönelmesi, şiirin köylülüğü değildir. O bakımdan uzun süredir kentte yaşayıp kenti gözlemlediğim için kentte odaklaşan insandan,  geniş acıyla evrensele yönelen temalar girmiştir benim şiirime. Bununla birlikte köyün, köylünün, bütün insanımızın, giderek insanlığın dramını da bulabilirsiniz, şiirimin derinliklerinde. Bu söylediğim boyutu, tam anlamı ile yakalayabilseydim, mutlu olurdum. Olası mı bu? Fakat hep bunun arkasından koşacağım.
 
- Geçen aylarda Karadeniz kentlerinde dil üzerine konferanslarınız olmuştu. Bu konudaki izlenimlerinizi alabilir miyiz?
 
- Trabzon, Ordu’dan dil üzerine konuşma çağrısı alınca sevindim. Bu, bana onur vermenin ötesinde dile sahip çıkmaktı. Kimliğinin bilincinde olmaktı. Böyle gereksinimi duyanları kutlarım. Sanat ve dile değgin etkinlikler, artık belli kentlerin tekelinde değil. Anadolu, sanatına, ekinine sahip çıkıyor.  Toplantılardaki dinleyici yoğunluğu, bunun somut kanıtıydı. 
 
Bir ekin gömüsü olan Trabzon da, eski bir hapishaneden ekin merkezine dönüştürülmüş bir yerde konuşmak, beni heyecanlandırdı. Trabzon’u, Trabzonluyu içten tanımak, beni bütünledi, çoğaldım.Yüreğimin bir parçasını Trabzon’un güzelliklerine bıraktım. Ankara’da Trabzon’un nefesini almak, ne güzel!
 
Ordu’da, hiçbir resmi kuruluşun desteğini almadan, başkasının gölgesine sığınmadan bir sanat evinin (ORSEV’in) kurulup etkinliklerini yararlı ve yaygın biçimde sürdürmesi, ayrı bir güzellik, umut kaynağı. Karamsarlığımızı sıyıran bir ışık! Ordu’nun eşiz doğası kadar güzel bir olay bu! Böylesi kuruluşların ve etkinliklerinin, bütün yurtta yaygınlaşması özlemini çekiyorum.
 
İzlenimlerim, bu anlattıklarım kadar değil:  Ordu ve Trabzon izlenimlerimi, gezi günlüğü türünde, BEŞ GÜNÜN BEYLİĞİ adıyla yazıya döktüm. Kıyı’da  (82.s. Ocak 1993) yayımlandı.
 
- Sanat, edebiyat üzerine bundan sonraki tasarılarınız nedir?
 
- Kendimi bütünüyle sanata vermek istiyorum, geçmişteki boşluklarımı kapatmak için. Fakat geçim sıkıntısından  ötürü, para kazandırıcı kitapları da yazmak zorundayım.  Üstüne üstlük, bir derginin yazı işlerini de yüklenmişim.  İşim zor, fakat durmak yok!
 
Önümüzdeki yıl, şiir kitabı çıkarabilir miyim, bilmem.  Şiirle toplum önüne çıkmak, en zor işlerden birisi.  Çok sorumluluk istiyor. Anılarımı kitaplaştırıyorum. Anılarıma dayalı öyküler yazmayı tasarlıyorum. Dilin anlam yönü ve dilbilgisi terimleriyle ilgili çalışmalarım sürüyor.  Roman ve öykü okuma sanatıyla ilgili bir inceleme, elimin altında. Denemeler yazıyorum. Umutlarım, isteklerim çok.Onların ardından koşarken ihtiyarlaşmayacağımı, diri kalacağımı sanıyorum. Sanatın, önemli edebiyatın bana yaptığı iyilik bu!  Sürekli okuyor, inceliyorum. Anlayabilmek de öne bir olay: Anlmadan yaşamak yerine, anlayarak acık çekmek, buruk bir mutluluk!  Sanırım, özdeksel mutluluktan kutsaldır böylesi… Okudukça yazdıkça; duyarak anlayarak, yokluk, yoksulluk  içinde olsanız da soylu bir güzelliği yaşıyorsunuz. Üreteceklerim  kadar değerlidir bu!
 
 
 
 
 
 
 
 
 
6-
 
 
 
OSMAN BOLULU’NUN 50. SANAT YILI ÖZEL SAYISI

OSMAN BOLULUNUN 50. SANAT YILI'NI KUTLUYORUZ!
 

Anadolu bozkırlarından filizlenen, bir kardelen ivecenliğinde ilkyaz muştusuyla fışkıran, Köy Enstitüleri'nin ulusa, insanlığa armağan ettiği Öğretmen, Yazar, Ozan Osman Bolulu, sanatının 50. yılında ışıtmayı sürdürüyor. 

 
İNSANLIĞIN UZUN KOSUSUNDA YILMAZ BİR YAZIN ERİ: OSMAN BOLULU 
 
ÖMER F. ÖZEN 15 Nisan 2002
 
Yazarımız Osman Bolulu, bu yıl 50. Sanat Yılı'nı kutluyor. Ankara'da yayınlanan yetkin bir Aylık Kültür-Sanat-Edebiyat Dergisi Damar, Mart 2002 sayısını doğrudan Osman Bolulu'ya ayırdı: Otuz dört sayfada, Bolulu'yu şiirleriyle, denemeleriyle, yazınsal olduğu kadar eylemsel boyutta da irdeledi, değerlendirdi. Yazınsal olsun, eylemsel olsun, Bolulu'nun deyinimleri, hep toplumunun yanında olmak, kavgaya onun adına atılmak; kendisinden öncekilerin ona verdiklerini, edindiklerini yinelemeye düşmeden bir potada eritip işleyerek, kendisinden sonrakilere aktarmak, hep gözden kaçırılanı ortaya koymak, ince bir duyarlılıkla ötekini sarsmak; tüm bunları yaparken insan unsurunu hiçbir zaman gözardı etmemek olarak tanımlanabilir.
 
Amasya'nın Taşova ilçesine bağlı Tekke köyünde Ağustos 1929 yılında doğan Osman Bolulu, 16 yıl medrese
öğrenimi görmüş, muska yazmadığı, Cumhuriyete karşı olmadığı için adı “Gâvur İmama” çıkmış bir İsmail
babayla, “İşten alçak, itten alçak.” diyen bir Hatice ananın dördüncü oğludur.
 
İlkokula okuryazar olarak başlayan Osman Bolulu, köyündeki ilkokulu bitirdikten sonra, Samsun Lâdik
Akpınar Köy Enstitüsü'nü 1947, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü'nü 1954, Türkiye ve Ortadoğu
Amme İdaresi Enstitüsü'nü 1964 yılında bitirdi. İlkokul öğretmenliği, orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneti-
cilik yaptıktan sonra, Milli Eğitim  Bakanlığı Müşavir Müfettişiyken, 12 Eylül Darbesi gelince emekliye ayrıldı.
Siyasal görüşü nedeniyle birçok kez işinden alındı, Danıştay kararıyla görevine döndü; görevinde insan unsu-
runu gözardı etmediği için sayısını unuttuğu ihtarlar, tehditler de aldı.
 
Osman Bolulu, bu arada yazınsal ürünler de verdi. Bunlardan bazıları; Şiir: Dallarm Ucundakı' (1955),
Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (1992-94) Uzun Koşu (1994-95), Güle Yolculuk (1994-95); deneme: Antilaikliğin Önlenemeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001),Yağmur Sonrası (1998-2001); anı-anlatı: İnsanlığın Solmaz Gülleri 2000); masal: Devlet Kuşu (1978); inceleme: Türkiye'de Mahalli İdarelerin Eğitim Öğretimle İlgisi (1965)gibi yapıtları içerir.  
 
Çeşitli şiir ve deneme ödülleri de alan Osman Bolulu'nun bir şiiri Fransızca'ya, beş şiiri de Danimarkaca'ya çevril-
di. Bolulu yurtta olduğu gibi yurtdışında da yazınsal etkinliklerini sürdürüyor.
 
Yılgınlık değildir yakınıları
 
Şiirleri gibi düz yazılarında da bir özsudan damıtılmış duru Türkçeyle iletisini veren Bolulu'nun en büyük
kavgalarından biridir Türkçe. Çünkü dil bir iletişim aracıdır ve onu en iyi içimde kullanıp, ötekine açık bir
söylemle göndermelidir iletisini. Kavga Türkçe olunca, olanla yetinmeyip, bu şiirsel dilin incelikleri arasında boğuşup durur ve kullanımda olmayan Türkçe sözcükleri de yerli yerince serpiştirir yazılarına, şiirlerine. Ve bu, hep ulusaldan evrensele doğrudur: “Beynimdeki kimlik / Seninle düşündüğüm ilk / elimden, ayağımdan yüce organım / evrensele uzanan yanım / Türkçe".
 
Öfkesi yok mudur? Sevgi insanlıksa, devinimi de onun için değil midir? Taşın İyisi'nde dile gelir bu:
"Taş gediğinde ağır.” demişler' / Ben anlamam. /Taşın kötüsüne / Basıp geçilir./ Orta hallisi / Duvara yarar. / Atınca taşın iyisini / Devireceksin herifin birisini.
 
Yılgınlık değildir hiçbir zaman  yakınıları; değerleri ters yüz edenlere ayna tutar:

“Artık vazgeçtim, bir baltaya  sap olmaktan / Baltaların sapı kıvrılmış sapılmaktan"  

DÜŞÜNCELERİMİ İNSANLIKTAN DEVŞİRDİM
 
Çocuklar, çocuklar...
 
Çocuklar özgür büyümelidir, çocuklara yalan söylenmemelidir, çocuklara iletiler doğru verilmelidir. Ve ileti, sevecen, devingen, dirençlidir: "Ne kadar namlu varsa / Kurşunlarını sökeceğim / Kalem yapacağım çocuklar / KARDEŞLİK yazacaksınız / Sıcak somun kadar // Tetik çekilmeyecek kinle /Acunu bir kırmızı şeftali gibi / Bölüşeceğiz sizinle”
 
Ve... Ve yaşam bir 'Uzun Koşu'dur: “Ne iyi /kabuk ve durağanlık / ikirciklendirmez kimseyi/ Üretmek, yaratmak sancısı / içimizin en büyük acısı // Zaman / uçkunlarda çakmak çakmak / Yarını sağamamak yok mu vurup duruyor mızrağını / Günlerim seğirtken / Çalkantıdayım /yetişemediğimden // Geleceği dölleme mutu /açkısını okyanuslarda unuttu / Zamanın ucunda yaprak mıyım / günümde düşüp kalacak mıyım //Ağacın otun ömrü kadarsa / dardır bu dünya dar/ Ertelemek gizli ölüm / İşte bundan yüğrüklüğüm”
 
.....İşte bu bağlamda söyleştik Osman Bolulu'yla: 

- Çıkmış olduğunuz 'uzun koşu 'yu, biraz açar mısınız? Bu koşu kişiden kişiye. toplumdan topluma değişir mi? Değerlerini nasıl ayırt edeceğiz? 
 
Osman Bolulu: Her yaşam, bir uzun koşudur: Ancak onu sürdürenin  kafa çapına göredir genişliği; uzunluğu
öznesinin sabrı, dayanıklılığı, direnciyle oranlı; verisi koşucunun işinin gereklerini bilip bilmemesi ve işini
kotarmanın yol yöntemini doğru ve yerinde uygulama becerisiyle yararlıdır ya da kısırdır, yararsızdır. Herkes özdekselinde ya da düşüncelerinde, düşlerinde bir koşuya çıkmıştır: Aklını kullananı,eleştirel düşüneni; nerede, kiminle olduğunu, konum ve koşullarını ve engellerini bilir; ona göre tavır ve tutum takınarak edime geçer; aşamalar kat eder. Var olanın dışını merak etmeyen, hazır bulduğu - yararlı yararsız olsun - değerlerin kulvarında, bir yöne salınmış su gibi akıp gider yakınısız. Koşusunu sürdürdüğü ömrün, kendisine ne için verildiğini bilmez. Bir de tarihin ağır/ bilisiz işçileri vardır: Toplumun alt katmanlarında, ya kendi işlerinde ya da bir işyerinde,
yaşamlarını sürdürebilmek için üretirler dururlar. Onlardır yaşamın tabanını doyuran, yediren. Toplumun alt
dokusundaki damarının kanı. Ta başından beri tarihi taşırlar sırtlarında. Ne öneme alınmadıklarından, ne ya-
şamlarının bir uzun koşu olduğundan haberleri vardır: Ekmek kavgası demişlerdir edimlerine. Bunların kimisi, bu dünyayı geçici saymış, ötekisine adanmıştır, din tacirlerinin aracıdır. 
 
Kişiden kişiye, toplumdan topluma farklıdır; uzun koşunun biçimi, yöntemi: Bir toplumda sosyal adalet ku-
rulmuş, herkese asgari yaşama olanağı yaratılmış, esenlik payı ayrılmış ise; oradaki bireyler bütünü oluşturan
birer enstrümandır. Onların değişik biçem ve yönlü uzun koşularıyla bir genel yaşam orkestrası oluşturulmuştur.
Onların değişik kulvarlardaki koşuları, genel yaşamı renklendirir, varsıllaştmr.
 
Benim uzun koşumun yönünü, yöntemini ülkemin özgül koşulları, sorunları: daha çok geldiğim toplumsal katmanın bendeki sızısı belirlemiştir: Ben kimim, gücüm yeteneğim ne, karşımda kimler var, engellerim ne? Neyi, niçin, nasıl, kim için yapmalıyım? onun sorumluluğuna koşulmuşum. Tek birey olarak yaşamın özel tadını
sağamadım: Yaşadığım, bir sorumluluk ve toplumunun yanına koşulma. Yazdığım da o. İçinde biraz ben varsam; kökenimi, ulusal ve evrensel insanlık değerlerini ıskalamayarak yaşama bakan, ona göre tavır alıp edime
geçen kişidir. Düzeni oturmuş, insanlık değerlerini yaşamına uygulamış bir ülkede olsaydım; yaşamı başka
yönleriyle sağmanın, sütünü emmenin zevkini yaşardım. Fakat bundan gocunmuyorum: Yaşadığım çağ, ülkemin koşullarının bana ödev olarak verdiklerini yapmak düşmüş payıma. Ham insan olarak geldiğim dünyadan, gayrıyı boşlamış bir asalak olarak gitmekten utandığım için çıkmışım bir uzun koşuya. İnsan olmak, başkasının da sizin kadar  hakkı ve payı bulunduğunu bilmekle başlar: Abartı mı olur, ama diyeceğim ki, benimki insanlığın uzun koşusu, zahmetli de olsa…
 
“ABD yöneticisinin çağdaşı değilim”
 
- Çağından sorumlu olmak nedir sizce?
 
Osman Bolulu: Bu çağın bütünüyle çağdaş değilim: Çünkü çağdaş'ın ilk anlamı, aynı çağda yaşayan. Bu çağda yaşayanların kimisiyle, ülküdeş, evrendeş olmaktan hoşlanmıyorum doğrusu. Çağcılım, zamanımın yeniliklerini benimsiyor, ona göre davranıyorum. Bakmayın bu dönemde yaşadığıma; Bütün çağları yaşıyor; insanlığın geçirdiği acıların sızısını, kazanımlarının erincini duyumsuyorum. Bu beyin, salt benim değil, acısı sevinciyle tarihin arşivi. Şimdi, 'bilgi çağı' diyerek, bütün insanlığın ürettiği bilgiyi kendi çıkarına kullanıp, ötekisini araç yapanla nasıl çağdaş olabilirim? İnsanı iş kulu olarak kullanıma (köleliğe) son vermek, öteki sanatsal, ekinsel etkinliklerine olanak yaratmak için üretilen teknoloji, bir tarafın sultasına kullanılıyor, ötekisini  araç / nesne durumuna düşürmüş ise, onu çıkarına kullananla çağdaşlığ'ı kabul edebilir miyim?... Ekonomi yaşamın olanaklarını sağmak, insanlık yararına işletmek içindir. Ekonomik olanaklar belli devletlerin, belli kesimlerin adına işliyorsa, onlarla çağdaşlığı kabul etmek ayıp! ABD Merkez Bankası, 1000 doları, 0.35 dolara mal ediyor. Nedir bunun açık anlamı?
Elindeki 999.65 dolar için emek vermemiş, dünyadan sağmış onu. Sonra onun gücüyle insanlığı dövüyor, kendi çıkarına tek biçimli, tek düşünüşlü ABD'ye bağımlı sürü dünyası yaratmaya çalışıyor. ABD yöneticisinin de
çağdaşı değilim.
 
Sorumluluğu; kişinin kendi eylemleri ya da kendi yetki alanına giren bir olayın sonuçlarını üstlenmesi olarak
tanımladığımızda; çağımızdaki açmazları, tersine gidişi, insana yönelik kıyımı ben yaratmadım ki, niçin çağımdan sorumlu olayım diye düşünebilirim, kafam, anlayışım yalın kat ise. O ki, insanlığın şimdiye kadar oluşturduğu değerlerden yararlanıyor, onun kazanımlarından kolaylık alıyorum. Öyleyse, benden öncekilere borçlu, dolayısıyla benden sonrakilere, insanlık değerlerini taşımak hatta katkılamakla yükümlüyüm. Yaşadığımız çağdaki olumsuzluklar, kişinin tek başına aşamayacağl çap ve büyüklükte olabilir. Gücüm yetmez ki deyip sinme hakkım yoktur. Geçmişten gelen olumlu birikimlerden aldığım payın borçlusuyum, namuslu bir insan olarak, ne olursa olsun borcumu ödemek zorundayım. Uygar insan için çağından sorumluluk, bir zorunluluktur. Şunu da düşünmek zorundayız: Geçmişten bugüne gelen insani değerler, hangi engelleri, nasıl aştı? Ne kadar kıyıma uğradı? Ne kadar zulüm gördü? Pes etseydi; biz onun birikimlerinin meyvesini yiyebilir miydik?... Zorlanacakmışız, baskı yapacaklarmış, yadırganacakmışız, özdeksel payımız kısıtlanacakmış!... Olsun! "Mutluluk, düşünce yoksullarınındır" diye bir söz vardır. Düşünce yoksulu değilim, düşüncelerimi,tek başıma ben yaratmadım; insanlıktan devşirdim. Onun ırağına kaçabilir miyim? İnsanlığın acısını çekmek, insanın mutluluğuna koşulmak, zor mu zor bir iştir. Ama gerçek insanlık için, kaçınılmaz bir görevdir. Özdeksel mutluluğu yaşayamazsınız belki, ama hiç olmazsa insan olarak ölmenin erdemiyle göçersiniz bu dünyadan. Ot gibi yaşamadığınız, tarihin görünmez sayfalarında bir yere yazılır, ola ki...
 
- Birçok meslekte kişiler, almış oldukları eğitim ve öğretimle, o meslekte başarılı oluyor, insanoğlunu daha iyi bir düzende yaşatabilmek için uğraş veriyorlar. Ama bir anlamda insan dediğimiz varlığı işlemek demek olan öğretmenlik, sadece bir meslek midir? Yoksa öğretmenlik bir kişilik midir? Soruyu daha açık sormak gerekirse; öğretmenlik kurumunun her aşamasında görev yapmış birisi olarak söyler misiniz, öğretmenlik sadece birkaç yıl eğitim almakla öğrenilebilen bir meslek midir, yoksa daha öncesi var mıdır? 
 
Osman Bolulu: Öğretmenlik sıradan bir iş olmadığı için, onun kendine özgü bir eğitimi vardır. Bundan ötürü
öğretmenliği meslek olarak değerlendirirler. Ancak meslek sözcüğü de, öğretmenliğin işlevini tanılamaya
yetmez. Çünkü meslek bir kimsenin yaşamını sürdürmek, geçimini sağlamak için yaptığı iştir. O zaman, yaşamı sürdürmek, geçimini sağlamak için -zoraki de olsa- katlanılan bir işe dönüşür öğretmenlik. Öğretmenlik özveridir. Belirgin özelliği, tinsel/ tutumsal nitelikler gerektiren kişiliktir. Toplumsal yaşamın, dünden getirdiği birikimleri göz ardı etmeyerek, yarına verimli biçimde ulaşmasını sağlayacak edimlere koşulmak, onun uğraşını vermektir. Öğrenciyi, anasından sonra, yeniden doğurma, onun ham varlığını yoğurarak insanlaştırma sanatıdır. Sanat yeteneksiz olmaz, bir kaç yıllık öğrenimle kazanılamaz. Öğrenimle ancak zenaat edinilebilir. Zenaat maddi işlere özgü, insandan yeniden insan yaratmaya yetmez.
 
 
 
SÖYLEŞİNİN İKİNCİ BÖLÜMÜ 
 

“Beyninizin, düşüncenizin çapı, dilinizin çapı kadardır.”
 
ÖMER F. ÖZEN  
Bizim Anadolu Gazetesi, 15 Mayıs 2002
 
 
50. Sanat Yılı 'nı kutladığımız yazarımız Eğitimci, Yazar, Ozan Osman Bolulu'yla yaptığımız söyleşinin ikinci ve son bölümünü yayınlıyoruz.
 
Doğuştan yapısı, kafası öğretmenliğe yatkın olmayanlar, zenaatkâr öğretmen olarak kalır, kimileri ise mesleğini yürütürken onun içinde kendisi de evrilir, dönüşür, gerçek öğretmenliğe ulaşır. Kendime bakıyor, meslek içinde, öğrenciyle birlikte öğrenerek piştiğimi, yanılgılarımdan çıkardığım deneyimlerle geliştiğimi görüyor, ama acemilik yıllarımdaki yetersizliğime hayıflanıyorum.
 
 
- Dil ile kişilik, kimlik ve kültür ilişkisini açıklayabilir misiniz?
 
Osman Bolulu: Beyninizin, düşüncenizin çapı, dilinizin çapı kadardır. Diliniz neyse, siz o'sunuz. İnsanın yaşama bakışı, düşünüşü, yaşamı algılayıp, değerlendirişi diliyle doğru orantılıdır. Kültür dediğimiz birikim; bir toplumun ya da bireyin özdeksel, tinsel yaratılarının tümü. Bir yaşayış biçim ve biçemi: Toplumun ve bireyin tavır, davranış ve alışkanlıklarına yansır. Toplumsal bir varlık olan insana özgü belirti ve niteliklerin toplamı olan kimliğimizi belirleyen düşünüşümüz, dolayısıyla dilimiz, kültürümüzdür.
 
Dil ile düşünüş iç içedir: Birbirini yeder, evriltir: Açılımları, güdüklükleri özdeştir. Dil, kültürümüzü oluşturan öğelerden sadece biri değil, temel taşıdır. Bir ulusun dili, kültürü, iç içe oluşum ve kazanımlarıdır. Ulusların kimliğini, uygarlık düzeyini dilinden çıkarabilirsiniz.
 
- Osman Bolulu, bu kadar yıldan sonra geriye baktığınızda, pişmanlık duyduğunuz, çok yazıklandığınız bir dönem ya da dönemler olmuş mudur?
 
Osman Bolulu: - "Bu kadar yıldan sonra" derken benim doğum yılımı düşünüyorsunuz herhalde. Daha ne ki, gözümü yumduğumda ayağımın dibinde çocukluğum. Etmeyin; daha çok işim var, bitmedi görevim. İnsanlığa borcumu azaltmama fırsat veriniz lütfen.
 
Uluslarınki gibi insanların da bir tarihi vardır. Tarihimi “olsaydılar'la sorguya alırsam; pişmanlık (Yaptığı işin ya da davranışın sonucunu üzülerek görmek) demiyeyim de hayıflandıklarım oluyor elbet. Sosyal katmanım, ailem, olanaklarım, içinde yaşadığım düzen, bana hangi kapıları yarı açık bıraktıysa, arasını zorlayarak yaşamda konum edinmiş biriyim. Payıma ayrılanı çoğaltarak, onun üstünden insanlaşmaya, ulusuma, insanlığa yararlı olmaya çabaladım. Her ne kadar düşünüşüm kristalleşti, bilincim pekiştiyse de, yaşam zorlukları içinde, yine de bana ayrılan kulvardan koşmakla sınırlandım, az buçuk.
 
Çocuk yaşta yazma hevesine tutulmuştum. Yazarlık, şairlik tutkumu, meslekte yöneticilik almasaydım,açılımlı kılabilir, daha yetkin ürünler verebilirdim. Ama yöneticilikle, benim sosyal katmanımdan gelen öğrencilere yardımı, onları geliştirme olanağımın genişlemesini yeğledim. Çünkü onlardandım: Onların acısını yaşamıştım, yazgılarının batıkta kalmasını isteyemezdim. O yoksul halkın parasıyla okumuş, adam olmuştum. Borcumu ödemek zorundaydım. Ulusumun bütün insanı çağcıl eğitimden pay alırsa; ulusumun göneneceğine inanıyordum. O nedenle, yazarlığıma, şairliğime ket vuran o dönemi, kayıp sayamıyorum. Öğrencilerimi gördükçe, doğru yaptığıma inanıyor, insanlığa pay eklemenin zevkini yaşıyorum. Yarına adınız yazılmayacak, ama düşünüş ve tutumunuzun, anlayışınızın yetiştirdiklerinizle, ileriye uzanışını görmek, az bir gönenç değil. 
 
İlk şiir kitabım 1955'te, ikincisi 1963'te. l992'ye kadar kitap yok. 30 yıllık bir ara: Alıştığı dil kullanımını soğutma, yazma alışkanlığının körelmesi bu! Acı, üretimsizlik, yitim bir anlamda. Yüz yıllardır uyuklamaya bırakılmış halkın çocuğuydum. Etiler çağını aşamamıştı o halk. Yalınayak gezdiğim tarlalarda kurt düşen ayağımın izi, silinmemişti; o tarla, dağ belden. “İddiasını gütmeyen yiğit değildir” diyen toprağımın; yüklediği bir görev vardı: Elbet sosyalizan düşünüşte olacaktım. Sosyal kuruluşlarda bulundum. Çarpık düzenle savaşa girişenlerle omuz omuzaydım. Onlardan kimisi arkadaşım, kimisi öğrencimdi. Tutuklandılar, hapse atıldılar, öldürüldüler. Onların acısından ırak olabilir miydim? Siyasal yazılar için kalem çaldım. Meslekten itilmelerle işsiz aşsız bırakılmalarla, ben de payımı aldım. İşte, o otuz yılın, araya girişi bundan.
 
Politikaya bulaştım, TBMM 'ye girmek, halkın sesini haykırmak istedim, birkaç kez. Öğretmen ahlâkıyla ve insanlık değerlerinden yozutmadan, hele parasal gücü ve arkasında ilerici-gerici cemaati olmadan başaramayacağımı anlayıp sanatsal yazıya, şiire döndüm.
 
O dönem kayıp mı? Pişmanlık duymalı mıyım? Bence Hayır! Kötülükler, olumsuzluklar da birer öğretmen:
Olmaz'ın, yanlışın içinden doğrusunu çıkarıyorsunuz. Yaşamı, çevrenizi, kendinizi acı-tatlı gerçekleriyle tanı-
ma olanağına kavuşuyorsunuz. Belki de bugün yazdıklarım, o pişmanlık sanılacak dönemin deneyimi, getirisidir. 
 
- Kişioğlunun (insan yerine kullanıyorum) geleceği olarak gördüğümüz çocuklarımıza gençlerimize,dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, verebileceğimiz ileti ne olabilir?
 
Osman Bolulu: - Önce insanlaşmak, hukuka inanmak. Hukuk dediğimiz  şey; başkasının da sizin gibi birisi ol- 
duğunu kabul edip, onu payını yoksamamakla başlar. Dünyanın, neresinde olursa olsun, insanlar, temelde özdeş-
tir. İnsanlık bir bütündür. İnsanları birbirinden ayıran sınırlar siyasal çizgidir sadece. Yeryüzünde insan için
kazanılmış hangi değer varsa, bütün insanlığın ortak birikimidir. Uygarlık, teknoloji, tek bir ülkenin, ulusun üs-
tüne tapulu değildir: İnsanlığın ortak çabalarının vargısı / sonucudur. O nedenle, bütün insanlığın kullanımına,
yararına açık olmalıdır.
 
Şu ya da bu ülkede; uygarlık, teknoloji, insanlık değerleri düzey değişikliği gösteriyorsa; bu, oraların coğrafi,
kültürel gelişim, bilimi kılavuz edinme, aklı kullanma, laik ve sosyal bir düzeni yaşama uygulayış farklılığı
nedeniyledir.
 
Tek başına bir insan düşünün: Sadece ben varım, desin. Ertesi sabah kalksın ki, yeryüzünde kimse kalmamış. Dünyadaki bütün özdeksel varlıkları onun. Ne yapacak? Güzel olsa, ona kim güzel diyecek? Çirkinlik etse, kim yüzüne vurup onu güzele çağıracak? Acılarımızı, sevinçlerimizi -ulusal ve evrensel çapta- bölüştükçe
insanlaşırız. Öyle var olur, insanlık değerlerini saygıyla korur, geliştirirsek; dünya esenlikli bir çiçek bahçesine dönüşür. Dünyanın bugünkü gidişi ve tutumu nedeniyle, önemle anımsatılacak bir şey daha var: Kimi yönetimler, dünyanın bütün sınırlarını parçalamak, ulusal devletleri yok etmek, dünyayıtek bir köye dönüştürmek istiyor. Buna da küreselleşme diyor. Küreselleşmeyi, insanlığın ortak değerlerine saygıyla, nimetlerini bölüşmek, sanata, edebiyata olanak yaratarak insanlığın içini güzelliklerle bezemek saysa, başımızın üstünde yeri var. Ama dünyaya tecim kafasıyla bakıyor, insanları tecimin aracı sayıyor. "Ben düşünceyi satın alabilirim." diyor. Dünyaya para imparatorluğu egemen olacak, yeni tür köleliğe itileceğiz. Tek düşünüşlü dünya, tek çiçekli, diyelim ki zakkum çiçekli kısır bir bahçeye dönüşecek. İçimiz çölleşecek.
 
Uluslar insanlık ailesinin bireyidir. Onların farklı kimlikleri, farklı düşünüş, algılayış iklimleri, insanlık bahçesini tek boyutluluktan kurtanr. Varsıllaştırır. Daha boyutlu insanlık orkestrasını yaşarız. “Bir yerde herkes aynı şeyi düşünüyorsa, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir. " sözüboşuna söylenmemiş. Değişik düşünüşlerle, gizleri delik delik etmiş, çıkarımlar almışız. Bütün ulusların katkısı ve bütün kültürlerin harmanlanması ile güzel dünya kurma iletisi verilmelidir insanoğluna, derim.
 
 
 
 
 
 
 
7-


SORUMLULUK DUYUYORUM ÖYLEYSE VARIM

Münevver Oğan, Damar: 132 s. Mart 2002


-    Sayın Bolulu, yaşamöykünüzden başlayalım diyecektim. Şu tam karşınızdaki fotoğraf kimin?

-    Çalışma masamın alnacındaki o fotoğraf bende, ben ondayım: Beni biraz daha yaşlandırın, bir ak sakal bıyık ekleyin yüzüme; işte o fotoğraf benim. Boy bos, huyumuz tıpkısı. Gerçekte o fotoğraftaki Molla Ahmet oğlu İsmail Hakkı (1877-1946) Kırım Savaşı’nda aldığı borçları ödeyemez duruma düşen Osmanlının Düyun-u Umumiye’ye teslim olduğu yıl açmış gözlerini dünyaya.
16 yıllık medrese eğitiminden geçmiş. Ama edimi tutumu medreseliye benzemez bir adam: Namazı kıldırdıktan sonra bağında, tarlasında çalışır. Muska yazmaz, kurt ağzı bağlamaz, üfürükçülük yapmaz. Eli işler: Cilt yapar, teneke işlerinde uzdur. Mollalığında, medreseliler, cerre çıkar, halktan erzak toplarlarmış. Molla İsmail Hakkı, kimseden bir şey istemiyor. Müderrisi: “İste, Molla İsmail iste, ister ağız, sağılır inekten sayılır. ” İstemez: “Benim ağzım inek değil." der, cerri terk eder. Ayrıksı bir medreseli. Ömrü boyunca ağzını inekleştirmemiştir. Emeğiyle yetinirdi, insanlığını gölgeleyecek getirilerden sakınırdı.
Antilaikliğin Önlenmeyen Yükselişi (Prospero Y. 1994) adlı kitabıma yazdığı önsözde, Ragıp Gelencik: “Belirli bir düşünüşü günümüzde şaşmadan sürdürenlere yakıştırılan adla söylemek gerekirse, Osman Bolulu bir dinozordur, Bu dinozorun varlığını köy enstitülerine borçluyuz.” demiş. Torunum Can on bir yaşındaydı, okumuş önsözü. “Dede, bu adam sana sövüyor, niye aldın kitabına bu yazıyı!” dedi. “ Yok oğlum, dinozor oğlu dinozorum ben, dinozorluk benim için onurdur.”
İsmail Hoca ile insanlığın değişmez niteliklerini bölüşmek, beni insanlık odağında tuttu. Anamın bir yanlışlık yapamamasına, ne kadar seviniyorum, bilemezsiniz.
 
-    Ananızı anlatır mısınız biraz?

-    Elbette. Benim özüme inmek için Hatice Hanım da gerekli. Biliyorsunuz, erkek çocukların önemli modelidir baba.

-    Peki hocam, babanızı anlatmayı sürdürün.

-    Osmanlı döneminde medreselileri, askere almazlarmış. Ama babam, Balkanlardaki çözülüşte askermiş, tabur imamı sanırım. İşkodra civarında yaralanmış. Anlatırdı öyküsünü: Asker bozgunda, aç açık. Balkanların fırtınalı ayazı, bir düzlükte dönenip duruyorlar üç gündür. Bir portakal bahçesi çıkıyor önlerine. Sesleniyor İsmail Hoca; bahçe sahibi çıksın, bedeli neyse ödesin, birkaç portakalla midesini bastırsın. Duvara tırmanıyor bizim imam. Arnavut cıv cıv kurşun sıkıyor. Kurşunlardan biri Hocanın koluna, ötekisi dala. Dalla birlikte, duvarın dış yüzünde bizimki. Arkadaşları üşüşür portakalların başına. Önce yarasını sarmaya çalışan İsmail Hocaya tek dilim kalmamıştır.
Açlıktan söz edildiğinde, birkaç kez dinlemişimdir. Yaralanmış arkadaşına bir dilim bırakmayanlara ilensin isterdim. Çocuk aklım böyle derdi. Şaşırırdım babamın tepkisizliğine, arkadaşlarına. Niçin sövmezdi babam onlara? Yeni yetmeliği tırmandığımda sordum ona: “Baba, niçin kızmıyor, sövmüyorsun onlara!’ Yanıtı: “Oğlum, onlar da açtı."
Başkasının acısını yaşayışın, ilk adımı buradan olsa gerek.

-    Demek özgeciliğiniz ondan...

-    Dahası var: Direngenliğimde de onun payı olsa gerek: Size Ağlayan Atı anlatacağım:
Boğalı yaylasına gidiyoruz. Yükümüz kağnıda, Hidayet ağabeyim önde, babam yanda, ben yükün üstüne tünemişim; üç saatlik yokuşu nasıl tırmanabilirdim kısa bacak, minik ayakla? Gölgesi güzel denilen orman yolunu geçiyoruz. Bir at kişnemesi duyuldu; yavuklu sesi gibi, birini çağırıyor. Babam durdu, kağnı durduruldu, dünya durdu. İsmail Hoca, vahiy muştusu almış peygamber gibi, huşu içinde donmuş, gelecek iletiyi bekliyor. Ormanın sık dalları arasından beyaz bir at süzüldü: Babam ile at, acısı sökülmemiş özlemle kucaklaşan iki dost, sarmaş dolaş. Atın gözlerinden yaşlar boşanıyor. Babamın yüzü ormana, omuzları sarsılıyor. İnip bakmak istiyorum, ağabeyimin yüzü yasak dolu, gözleri ıslak. At, yavrusunu okşar gibi babamın saçını başını yalıyor? Nedir bu? Gözlerim ve merakım arkada...
Ne zamandı bilmiyorum; kafama çakılan merakın yanıtını ağabeyimden alıyorum: O at bizimmiş, Kurtuluş Savaşı sırasında iftiraya uğradığında, mahkeme giderleri için, satmak zorunda kalmış babam.
Beyaz atın satıldığı günlerde, yedinci yaşını süren ağabeyimden sökülmemiş atın satılış acısı. O, biliyor atın niçin satıldığını: Kurtuluş Savaşı sırasında kırk beş yaşında olan babam, dışarılarda görevli. Döner ki dul kalan kız kardeşi, askere gitmemek için otuz yaşında medreseye yazılan mütegallibenin (zorbanın) akrabalarından biriyle evlendirilmiş. Onun bağı, sözüm ona, zorbaya satılmış, bizim bağ ortada kalmış. Zorba, onu da alsın ki, kendisininkiyle sağlı sollu üç bağı birleştirsin. İsmail Hoca, ortada kalan bağını satmıyor. O zamanlar adam astıran bucak müdürüyle içli dışlı sahte medreseli. Ne edip edecek, bağı alacak.
İmparatorluk Sevr’i imzalamış. Düşman yurda girmiş. Yönetim yok. Çam kadı, pelit müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyor. Halk bitkin yorgun, şaşkın. Rum çeteleri dağ köylerinden ovaya inmiş. Türk köylerini yakıp yıkıyor, kadınların uzun şalvarlarının içine kedi koyuyor. Üzüm pekmezi yapan kadınları, kaynayan pekmez leğenlerine oturtuyor. Korunmak güdüsüyle Türk köylerinde çeteler türemiş, ama nereye vuracağını pek bilemiyor. Köylüler, derme çatma tüfeklerle köyleri bekler, kadınlarını, köyün dışında mısır, kendir tarlalarının içine saklar geceleri. İkinci ağabeyim Abdullah’ı, o gecelerden birinde kendir tarlasında doğurmuş anam.
Böylesi bir döğüşün, karmaşanın adı, tarihe Erbaa İsyanı (1919) diye geçecek sonra. Bizim köylü Abbas Efendi, kurtuluş mücadelesi başlayınca, bizim oraların uşaklarını toplayıp gitmiş Maraş cephesine. (Milis olsa gerek) orada yüzbaşıymış. “Köyünüzü Rumlar bastı. Ananı, bacını dağa kaldırdılar." haberini alınca bölüğü ve teçhizatıyla kopup gelir. Çevredeki Rum çetelerini bastırır, çevre köyleri Rum zulmünden kurtarır. Bütünü bırakıp bölge derdine düşmüş Abbas Efendi isyancıdır artık. İsmail Hocanın kapı bir komşusu Abbas Efendi köyleri kurtarsın, ona düşman değilse Hoca, kurtuluşa karşıdır. Zorba, bundan yararlanacak, İsmail Hocanın bağını alacak ille de. Düzen tamam: Erbaa’daki Cemil Cahit Paşaya ulaştırır iftirasını zorba. Hoca pes edecek, bağı satacak, belki de parası bile ödenmeyecek az buçuk.
Öküzlerini satar, atını satar Hoca, bağı satmaz. Satılanların ederi, bağın bilmem kaç katıdır. Düzenciye boyun eğmek yok, odur Hocayı ayaklandıran. Sonunda aklanır. Madden yoksullaşmış, ama teslim olmamış, dik kalmıştır.

-    Öyle dik, sert miydi babanız?

-    Dikti, ama bildiğiniz sertlerden değil: Çeliğin Altındaki İpekti.
Birikmiş özlemle atılırdım, dıştan gelen babamın kucağına. Avcunda bir şey olurdu: “Hadi, aç da al!" derdi. Zorlanır zorlanır, çözemezdim çelik parmaklarını, ısırmaya yeltenirdim. “Yo, yo!.. kalleşçe savaş yok!”der sitemle bakardı. Niye, avcunu açıp hemen vermezdi? Ne olursa olsun, emek vermeden alamazsın demeye mi getirirdi. Küçüktüm, bilemezdim. Parmaklarını mı gevşetirdi, benim gücüm mü açardı parmaklarını?... Avcundaki şeker, meyve vb. ulaşmak bir utkuydu.

-    Hiç hırpalamadı mı, çocukluğunuzda sizi?

-    Tek fiske vurduğunu hatırlamıyorum. Ben onun tekne kazıntısı, kendisi elli iki yaşındayken doğmuş dördüncü oğluyum. Benden önceki kızı, küçük yaşta ölmüş. Onun sevgisini de bana ağdırmıştı. Şımartırdı. Muteriz (itiraz eden, karşı gelen) diye severdi. Muterizliğimden zevk alıyordu sanırım.
Din konusunda telkinini de anımsamam. Müslüman evi ya, küçük yaşta, oruç tutmaya özenmişim. Gün akşam olmuyor. Babamı, Abbas Efendilere yemeğe çağırmışlar, orada. Hava puslu, akşam oldu, ama İsmail Hoca akşam ezanını okumayacak, orucu açamayacağız diye kıvranıyorum. Konuk olduğu evin penceresinin altına sinip, sesimi değiştirerek: “Hoca Efendi, ezan vakti geldi, millet aç. Sen yemek başındasın, ezanı okusana.” diye bağırıyorum. Şıppadak bileğimi yakalıyor birisi. Babam. Eyvah, yandım şimdi. Babamda kızgınlık yok. Ama bileğimi gevşetse kaçacağım. “Gel bakalım” diyor. Yürüyoruz camiye doğru, eli elimde. Birlikte Ezan Taşına (*) çıkıyoruz, saatine bakıyor, biraz bekleyip ezanı okuyor. “Oldu mu şimdi?” Birlikte gidelim mi kara oğlan?” Döndük çağrılı olduğu yere: “Size bir şeref konuğu getirdim. Benim muterize iyi bakmazsanız, ben de yemem ha!..”
* Caminin minaresi yoktu.Yüksekçe bir kayanın üstünden okunurdu ezan. Ona Ezan taşı derdik.

-    Hoş adammış doğrusu. Öyle şakacı şakrak mıydı?

-    Babamdan, kahkaha dolu bir resim yok belleğimde. Mantık ipine dizili gülümseyişler ise epeyce. Belli bir noktaya gelip patlamadıkça, tepkisini alamazdınız. Yeri geldiğinde; "Hak edene küfretmek, öksüze kaftan giydirmek kadar sevaptır”derdi. Fakat çok az kaftan giydirirdi. Komşularımızla geçimsizliğimiz yoktu hiç. Bununla birlikte herkes, İsmail Hocaya karşı ölçüsünü korumaya çalışır, sakınırdı.

    Dıştan kara gülmez görünürdü. Aslında dingin ve espriliydi: İmamlık yaptığı köylere beni de götürdüğü olurdu. Yerkozlu köyünde bir akşamüstü çayda abdest aldı, dönüyoruz. Yol üstü evlerinden birinde, odun kırılmış, hayatta. Evin erkeği, karısına: " Odunları yukarı çıkarsana!” “Sen niye çıkarmıyorsun?” “Ben kırdım, yoruldum." “Çıkaramam, kendin götür. ” “Yok, sen çıkarmazsın da köyün imamı çıkarır.” Tartışma sürüyor. Babam seslendi: “ İmamı aşa çağırmaz, işe çağırırsınız.” Bana da : "Kucakla oğlum şu odunları!” dedi. Odunu eve attıktan sonra köyün bakkalına iniyoruz. Babam oradan çay şeker, sabun tuz alıp gönderiyor tartışmalı karı kocanın evine.

-    Böyle bir babanın eşi anneniz, çok rahat etmiş olmalı?

-    Kavgalarını, dırıltılarını anımsamıyorum. Ama anam söylenirdi kiminde: Babam yatsı namazını kıldırdıktan sonra ağını alır, Yeşilırmak’a balık tutmaya gider, sabah namazına yakın dönerdi. Namaza kadar okurdu. Kiminde eli boştur, anam : “ Gecenin ayazında kalk git, eve eli boş dön..” Babam: “Eve de getiriyoruz ya hanım!” der, gözlerini kitabına indirir, başka söz etmezdi. Anam bilirdi, onun tuttuğu balıkları, aşağı mahallenin yoksullarına dağıttığını. Ondan ötürü sürdürürdü kiminde sözünü. İsmail Hoca "Ölünce sen beni ararsın hanım” der, bir daha söz çıkmazdı ağzından. Vermesini bilirdi o.

-    Her isteğinizi karşılamış olmalı babanız.

-    Severdi, korurdu, ama olura olmaza değil. Onun yolundan sapmayacaktınız, bir anlamda. Baskıcı olmasa da bu böyleydi. Nedenini kavrayamadığım, ona burkulduğum zamanları oldu. Örnekse; ağabeyim, beni Amasya Ortaokuluna yazdırmış. “Ben şehirde yoksul okumanın acısını yaşadım, aynı ateşe çocuğumu atamam.”diye izin vermedi. Babamdan gizli askeri ortaokul sınavlarına girdim, kazandım. Onu da önledi. “Bu adamdan asker olmaz!" diyordu. Aynı Hoca, adı komünist mektebine çıkmış Akpınar Köy Enstitüsüne, eşek sırtında götürdü teslim etti. Eşeğiyle birkaç kez yiyecek getirdi, kıtlık yıllarında. Ölümünden önce köye göndermişti Enstitü beni. “Hadi okuluna, hayat devam eder.” diyerek beni geri çevirdi. Ertesi gün ölmüş. Ne kadar haksızmışım ona burkulmakla. Sonradan onu kavramaya çalıştım: “Dünyanın en büyük adamını anlatın” adlı kompozisyon ödevinde babamı anlatmıştım, uzun uzun.

-    Kişiliğinizin oluşumunda babanızın büyük payı ve etkisi olduğu anlaşılıyor. Ya ananız?

-    Dili hayli usta kullanırım. Ama anamı anlatmaya yetmez ustalığım. Bülbül Hafız soyundan Çimen Osman’ın, Ayşe’den doğma kızı Hatice Hanım (1895-1982) için bir şiirimden bir bölüm sunayım önce size:

Omca boyunda bir kadın
Çimen yeşili gözlerinden
Sabah duruluğunu yudumladığım
Mihnete dolanık saçlarında
Haziran buğdayını estiremediğim
Acılarla çizilmiş devingen resim
Boğalı Dağlarında çıkılıdır oldum olası
1.80 x 80 gövdeyi
Turunçlarından topladım
Ve ondan öğrendim kadınları sevmeyi
İnsana yönelmiş güzelim ivmeyi.

Hamarattı: Eli işsiz resmi yok belleğimde. Ne zaman uyurdu, yavrularının üstüne titreyen bu ana kuş? Sadece bizim değildi; mahallenindi, köyündü: İği eğrilen, çıkrığı çalışmayan, dokumaya başlayacak olan, herhangi bir şeyin kıvamını tutturamayan Hatice kadını bulurdu. Altı parmak doğmuş bebelerin fazlalığını alır, dili bitişik doğmuşları ameliyat eder, sağlığına kavuştururdu. Anadan doğma eli uzluğu, nereden edinmişti ki?...
    
     Ben ona âşıkmışım

-    Bu anaya aşıklık nasıl oluyor?

-    Köy enstitüsünü bitirdiğim zaman, anam mürüvvetimi görmek istediğini sezdiriyordu. Kadınlar yoktu gündemimde. Düşlerimde kalacaktı onlar şimdilik, platonik...
Taşova’da Biçki Kursunun Sergisi açılmış. Geziyoruz bekâr öğretmenler. Dönüp dönüp yeniden. Kasaba kızlarının hoşuna gidiyor, delikanlıları süzmek. İşler, işlemeler öyle güzel ki etkileniyor, Sergi Defterine övgüler döktürüyorum. Kızlar hoşlanmış: Biz dönüp geldikçe, okuyorlar yazdığımı. Hocanıma da söylemişler. Teşekkür ediyor:
Kiraz dalı gibi ak çiçekli, incecik, gün yüzlü, maviş gözlü bir kız Nermin Hocanım. Daha önce de seçkindi benim için, hocanımlar içinde: Tüy gibi sessiz akarak yürürdü. Kahverengi mantosunun kol uçları ve eteği kadifeli giyimi kuşamıyla hep bir özgünlük bulmuşumdur onda. Ama bu kez, içimde bir yanardağ, lav değil, gül fışkırıyor. Kitaplarım, eskisi gibi düş kapısı açmıyor. Gecemde gündüzümde o. Onun haberi yok. Ama sanki benim olacakmış, olmuş gibi şiir döktürüyorum:

    BİR BAHAR AKŞAMI

   Taşova Köprüsünde bir bahar akşamıydı
   Saçların sarı gül gibi, yüreğime üşüştü
   Altımızdan akıp giden Yeşilırmak değildi
   Ben yatağını bulmamış suydum, aşka doğru akan
   Yıllarca çağlamış durmuştum
   1950’nin bir bahar akşamı
   Gözlerimde seni, kanımda vuruşunu bulmuştum
   Dağ pınarlarından arı, candan.
   O akşam girdin hikâyeme, gün şimşek
   Yıllarca aradığım sen miydin ne
   El ele, göz göze, yediveren bahçesi
   Benimle mutlu sabahlara gidecektin
   “Bir bahar akşamı rastladım size”
   Gözlerimde pırıltı, damarlarımda alev
   Bir sarı gül uzattım elinize
   O güldür, saçlarınızdaki fırtına
   O güldür, gözlerinizdeki ılık hava
   O güldür, sizden yeşeren mutluluk
   Biziz sevgilim
   O gülün aydınlığında aşka yönelen.

Hocanıma, şiiri verebildim mi? Nerede o cesaret?... Birkaç gün sonra ayrılıyor, bir daha dönmeyecek. Duramıyorum, patlayacağım, dünya bir cendere, suyumu çıkartıyor. Nereye akıtacağım? Kâğıda döktüm içimi. Bir çocukla yolladım ona. Nasıl olsa yarın gidiyor. “Sayın Bay”la başlayan bir pusula; “İstediğinizi bulup mutlu olmanızı dilerim."
Bağlantı yerleri özürlü bir hat üzerinde giden bir katar yaşam: Gitti, gitti, gitti... Tak tak tak., beynimin tak takında geçti bir yaz. Hocanım, Niksar’a atanmış. Nerdeyse her gün mektup yazıyorum. Uluköy İlkokulunun bahçesinde kocaman kara dut, geceleri doruğuna çıkıp Erbaa’nın ışıklarına bakıyorum. Ondan elli kilometre ötedeki ışık yağmurunun içinde Nermin. Onun geceleri aydın, benimki zindan. Zırt pırt izin alamam. Soyunup Yeşilırmağı yararak Niksar’a kaçıyorum gizlice ve sık sık. Günlerce tasarladığım kütüphaneler dolusu söz, beynimden boşalmış, dilim tutuk. Yüzüne bakıp susuyorum Hocanımın. Konuşan gözlerimiz, suskunluğumuz muydu? Bakışların, duruşların dili neyi, ne kadar söylerdi? Sürüyor açmazlı macera. Hocanım: “Sen köyde, ben şehirde, nasıl olacak bu iş? Yüksek öğretimi bitirip kente gelmelisin." diyor. Zaten benim tutkum, vazgeçilmez amacım da o. Beş on günlük sakaldan sonra, tıraş makinesi kırıp, saçlarımın bir yanını makaslayıp kitaplara kapanıyorum. Yükseköğrenim sınavını kazanacağım. Yirmi bir gün dışarı çıkmamış, gereksinimleri pencereden almışım, yüzüm sakınık.
Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat bölümüne girdim. Geceleri binanın tepesindeki rasat kulesine çıkıp ayı gözetliyorum. O da ayı görüyordur diyerek aramızda bağlantı kuruyor, ışıklı sevgiler sunuyorum. Ona kavuşmak için, Şubat ayında, Ankara’dan Niksar’a kamyon sırtında gittim. İçimdeki özlem ateşi korumuş olmalı arık bedenimi. Dersten çok, mektup yazmak işim. Mektuplar geliyor gidiyor, arasız. Bir fotoğrafını göndermiş Nermin Hocanım. Sık sık aynaya bakan yeni yetmeler gibiyim. Onların aynası gibi, elimden düşmüyor fotoğrafı. Anamın tıpkısı bu kız, yalnız gövdesi ondan görkemli. Dolaysız, içtenli sözleri de anamınkinin kentlicesi.

-    N’oldu bu aşkın sonu? Evlenebildiniz mi? Ananızla anlaştılar mı?

-    Yıldırım aşkı diye bir şey varmış: Genleri birbirine benzeyenler, görür görmez birbirine vurulurlarmış. Genleri bozuma uğramışlar ise, nedensiz nefret duyarlarmış. Anamın yıldırımı çarptı beni. Mutlu evliliğim oradan sürüp geliyor.
Anamı, benim değil de onun anası sanırlardı: Birisi köylüsü, ötekisi kentlisi, bu iki hanımefendi öyle birbirinde özleşmişlerdi ki, okumuşu okumamışıyla özdeşleşmiş tek bir Anadolu kadınıydılar, sanki. Anam, benden çok onu korurdu.

-    Güzel! Eşinizin sizde etkisi var mı? Ondan da söz edelim mi?

-    Nermin Hanımsız Osman Bolulu, bir boş kovan olarak kalır. Onu anlatmam gerek/zorunlu, benim kişilik yapımı çözümlemek için. Hani Nâzım’ın “topraktan bilenler” dediği Anadolu insanı var ya, anamın o yanına ilişkin bir olaya değinmek isterim izninizle.
Anadolu’da bizimle birlik olan anam büyük kentlere ısınamıyordu pek. Ara sıra Ankara’ya geldiğinde, Nermin gezdirirdi onu. Ana kızdı onlar zaten. Gençlik Parkına götürmüş. Park yerinin önceleri bataklık, sıtma yatağı olduğunu, sonradan bugünkü duruma getirildiğini anlatmış (1964). Akşam eve geldiklerinde: “Aman oğlum, orası bir cennet: o ağaçlar, çiçekler!... Cennet-i âlâ . Hele o sular kevser (cennetteki havuz). Hepsini Mısdakemal yapmış. Bek acıdım bek Mısdakemal’e. Erken öldü erken..” "Yarın seni Anıtkabir’e götüreyim, O’nun mezarını göstereyim ana. ”
Anıtkabir’de lahdin önüne çöküp ellerini açarak dua etmeye başladı. Ne yalan söyleyeyim, gelip geçenlerin meraklı bakışlarından sıkılıyordum. Biraz da muziplik olsun diye: “Evliya mı, iki dizinin üstüne çöküp dua ediyorsun?” "Çekil başımdan!” dercesine yan yan baktı, elinin tersini salladı. Duasını bozmuyordu. Okuması bitince kalktı yürüdü, benden yana değil, çekti gidiyor. "Ana, ben buradayım, nereye gidiyorsun?” “Çekil başımdan aptal. Seninle gelmiyorum.” “Anacığım, şaka yaptım. Niçin küstün?” “Ulan aptal, evliya dediğin nedir ki? Mısdakemal kadar bu millete iyilik eden var mı?... Sen adam olmamışsın!” “Eve nasıl gideceksin?” "Bir insan evladına, gelinimin adını söylerim, o beni götürür. ”
Burayı köy sanıyordu güzelim. Boynuna sarıldım. “Anacığım, şaka yaptım dedim ya. Bağışla beni.” “Öyle şaka olmaz aptal!” Elimden kurtulmak için çırpınıyordu, zırıl zırıl ağlıyordum. Gözyaşlarıma dayanamadı. Direnmeyi bıraktı.
 Ben Kurtuluş Savaşının öyküsünü dinlemiş, okumuştum, anamsa onu yaşamıştı. Yaşamdan bilincine varmadan algılanmış, okumasız yazmasız bir bilge miydi, benim güzel anam?...

-    Nermin Hanımdan söz edecektik.

-    Mayam, hamurum anamdan babamdan. Ama bugün dimdik yaşamdaysam, Nermin'den. Elli yıllık bir birlikteliği, hiç gölgesiz mi geçirdik? Ara sıra, dakikalarla, bilemedin saatlerle sınırlı kırgınlığımız olmuştur: O, başka bir odaya kıvrılmış Osman’ın üstünü örter, kalkar kalkar yoklar geceleri hastalanmasın diye. Ben, o uyurken ormana çıkmışımdır, oradan devşirdiğim çiçeği, yastığında burnunun ucuna koyarım: Ona uyansın da, beni bağışlasın diye.
Çalkantılı ve zordu yaşamımız: Hemen tümünün nedeni de benim dikliklerim, kötülükleri silme Don Kişot’lu- ğumdan. Beni ilk açığa alacaklarında, ona telefon ediyorum Ankara’dan: “Senin mantoyu bana, benim pantolonu sana giydirecekler, ne yapayım ." "Yanıtı: “Hiçbir namussuza eyvallah etme. Kendi başını kurtarmaya gözün kesiyorsa, ben dikiş diker, çocuklara bakarım.”
Üç yıl açıkta kaldım, düşüncelerim nedeniyle. Ona da iş vermediler iki yıl. Ankara’nın ortasında üç çocukla, beş kuruşsuz. Selanik Caddesi’nde bir Ermeninin dükkânında terzilik yaptı gündüzleri, geceleri gömlek peçete üretti. Onları ve kitaplarımı sattım sokaklarda. Hiç yüzünü eğdirmedi bana.
Nermin Hanım ipekten ince, gülden nazik bir kadındır. Onu gören sessiz, bir duru su sanır: Hiç direnişi, tepkisi olmayacak. Hiç de öyle değildir, yeri geldiğinde.
Vali, çalışkanlığım, dürüstlüğüm için beni tutuyor. Ama milli eğitim müdürüyle kavgalı olarak gitmişim Yedek Subay Okuluna. İzine çıkmışım. Taşova’ya indim, Nermin okulda. Yeğenim: “Amca, yengemi sessiz sanırdım, çetin cevizmiş.” "N’oldu anlatsana!" Kız enstitüsü müdiresi fişteklemiş, milli eğitim müdürü, azarlı sesle “sen”diye hitap ediyor Nermin’e. “Bana sen diye hitap edemezsiniz. “O azılı herife mi güveniyorsun? “ “Kim azılı herif?” "O burnunun doğrusuna giden kocan?” “Ne yaparsın, ne demek istiyorsun? “ “Seni dağ başına sürerim.” “O erkek aslansa, ben dişi aslanım. Bildiğini yapmazsan, namussuzsun.” deyip kapıyı çarpıp çıkıyor Nermin Hanım.

    Diken üstüne dizili
    Elli yılın içinden geçip dipdiri
    Zehrimi bal dudağına katık eden
    Çakır gözlerinde eritip öfkeyi
    Benim gibi geçimsizlik dağını
    Bin tarha bölüp gül bahçesine dönüştüren
    Anamdan bacımdan öte dostum
    Yiğit diye beni el içine salan
    Ilımanların en durusunu göğsünde bulduğum
    Kavgamın slogansız ustası
    Ayrıntıları aşmış gerçek insan
    İşte o birisi
    Güzelliğin kadınlaşmış yontusu

Uygarlık dostlukla başlar. Göğü delen bir direk gibi dimdik ayaktaysanız, dostlarınızdır sizin payandalarınız. Benim yaşayan/yaşatan payandam Nermin Hanım. Öte dünyadan elini uzatanlar ise İsmail Hoca ile Hatice Hanımdır. Bir de kitapların, ışık ağdırdığı beynim. Benim kişiliğimden İsmail Hocayı, Hatice Hanımı, Nermin Hanımı çıkarırsanız, zora kalırım. Onun için kısaca anlatmaya çalıştım onları. Daha diyeceğim var da, bir söyleşinin çerçevesini zorlamak istemediğimden, bu kadarına kıstırdım onları.

-    Anlaşılıyor ki, ailenizi, eşinizi ve öğrencilerinizi severek insanlığa tutunmuşsunuz. Öyle ya öğrencilerinizi anlatan İNSANLIĞIN SOLMAZ GÜLLERİ adlı kitap yazmışsınız. Böylesine insan sever kişinin kaç çocuğu var, onlar ne yaptılar, neredeler şimdi?

-    Binlerce çocuğumuz var, öğrencilerimizi de çocuğumuz sayarız. Ama benimkiler dokuz tane.

-    Ooo, dokuz çocuk!.. Nasıl yetiştirdiniz?

-    Hepsi Nermin Hanımdan değil. Bizim üç kızımız var: Büyüğü Asuman İpçi. Sosyal Hizmetler Akademisini bitirdi. Kimya mühendisi Metin İpçi ile evli. Şimdi emekli. İkincisi Yasemin Erdoğan, hukuku bitirdi, avukat arkadaşı Aydın Erdoğan ile evlendi. O da emekli. En küçüğü Ayşegül Hürriyet Öktem, Siyasal Bilgileri bitirdi, Merkez Bankasında şef. Sınıf arkadaşı, bankacı Özgür Öktem ile evlendi. Biz damatlarımızı da çocuklarımız olarak bağrımıza basmışız: Şimdi etti mi, altı çocuk. Kalan üçü, bunların zammı suresi: Torunlarımız Eren Can Erdoğan, hukuk öğrencisi; Deniz Hür Öktem, İstanbul-Üsküdar Amerikan Koleji’nde. Çağla Erdoğan kızımız Ankara’da TED’de öğrenci. Bizim aile Ankara, İzmir, İstanbul üç büyük kente dağılmış. Ama ayrı değiliz: Her fırsatta damat, kız, torun torba birbirimizi ararız. Bu üç aile, yüklü telefon faturası öder, her ay. Hemen her gün birbirimizi arar sorarız. En çok sevdiğimiz aygıt telefon; birlikteliğimizin kanalı.

-    “Öğretmenliğin yarısı insaf, yarısı adalet; bütünü sevgi, işlevi yaratmak, yani çocuğu ikinci kez doğurmak; direği bilgi ve kişiliktir (insanlığın Solmaz Gülleri, ( 32 s.) diyorsunuz. Öğrenim yaşamınız böyle öğretmenlerle mi geçti?

-    Yaşam iyisiyle kötüsüyle bir bütündür. Onun tek yanını algılayıp, ona bağlanmak, insanı yanlışa götürür. Neyin, niçin, nereden geldiğine bakmak gerekir. Olumsuz olgular, örneklerde bir öğretmendir: Size neyin yapılmayacağını gösterir. Dinsel eğitimden çağdaş eğitime yönelmiş bir ülkede, bütün öğretmenlerin yetkin olmasını beklemek düş. Kaldı ki, en çağdaş saydığımız yerlerde bile, olumsuzluk örnekleri görülüyor.
Öğretmenlerimin, hiçbirini kargışla anmak istemem. Hepsine saygılıyım: Kimi bana neyin doğru ve güzel olduğunu öğretti, kimi de neyin olmayacağını. Kaldı ki, dünyayı kavrayışım, meslek bilincim saydamlaşıncaya kadar, ben de yanlışlıklar yaptım. Üzünç defterimin puslu sayfalarında durur onlar, acısını çekerim hâlâ.

Öğretmenlerimle ilgili anılarımdan birkaçını, öğrenim kademelerine göre, kısaca sunayım:

* Yıl 1942, ilkokulun beşinci sınıfındayım. Kentli öğretmenimiz Ulusal Egemenlik Bayramı için özel giyim istiyor: Eğnimizde ak gömlek, bacağımızda kısa lacivert pantolon, başımızda çift şeritli izci kepi olacak, ayağımızda ak lastik pabuç. Bir ağabeyim öldürülmüş. İkisi askerde, babam 65 yaşında, anam öldürülen oğlunun ağıdında, eskisi kadar çalışamıyor. Okul yapımı için babamdan 200 lira salma parası isteniyor. Öğretmenimizin maaşı kırk bir lira 25 kuruş. Dünyayla birlikte Türkiye de sıkıntıları yaşıyor, en derininden. Nasıl edineceğim, öyle bir giyimi? Tarlamızın pamuğundan dokuduğu bezden ak gömlek, asker ağabeyimin soyunduklarından kesip biçerek bir pantolon uydurmuş anam. Keple pabucu, yiyeceğimiz buğdayla takas ederek almıştı. Herkesten önce giysilerim tamam. Uçarak gittim okula.
   —Tahtaya çık, dedi öğretmenim. Birçok kez bana anlattırırdı dersi. Küçük sınıfların başına da gönderdiği olurdu. Yine öyle olacak sanıp pergelli adımlarla çıkıyorum sınıfın alnacına.
   —Şuna bakın rezalet! Böyle giyineni bayrama almam, mezun da etmem!...
Her gün ipeğe bürünük sesinin kabalaştığını, parmağının süngü uzanımını algılayamamışım ki, pergelli adımlarla çıkmıştım tahtaya. Bir yerden düşüp dünyaya, parçalanmıştım. Dünya var mıydı, yok muydu, hangi karanlığın içinden sıvıştım yerime, bilemiyorum. Derste neler yapıldı anımsamıyorum. Köyün tek bakkalı Kafkaslıların kızıyla oturduğumuz sırada değildim. Teneffüse çıkamadım. Kafkaslıların Kızı Ş., acemi ipliklerle nakışladığı patiskayı, mendil diye armağan etmişti. Onu çantasına koymak oldu ilk işim. Boş derslerde ev resmi çizer; bir penceresinden oğlanı, ötekisinden kızı baktırır; oğlanın altına benim numaramı, kızınkine kendisininkini yazardı. Evin adı, kocaman harflerle BİZİM EV’di.
Onunla yan yanayken, bir kabuk içinde iki badem gibiydik. Birbirimize sokulduğumuzda dirseklerim, domurmaya başlayan turunçlarından bir başka sıcaklık alır, damarlarıma yayılırdı tatlı bir cehennem. Kuş olur uçar, dere olur çağlar, yüce dağların başındaki erkek kartalın gücüyle şişerdi kaslarım. O kızın gözlerine bakamadım bir daha ki, onlardaki su katılmadık parıltı, insan ayağı değmemiş ormanların duru suyu gibi bana akar, nasıl da arıtırdı beni. Gözlerimden yitmiştim. Onun bakışlarındaki yalaz, bir daha ısıtamazdı içimi. Daha sonraki okullarda, hiç kız arkadaş edinme hevesini bile yaşayamadım.

Sağ olsun A.R.G. Öğretmenim: Kabuk aydınının kimden yana olduğunu, benim nerede yer almam gerektiğini sonradan yeşerecek bilinç tohumu olarak serpmişti toprağıma. Belki öğretmenlik tutkumun temelinde bu olay yatar.

*    Köy Enstitüsünde, bir mevsimlik Türkçe öğretmenimiz oldu, kendisini şair diye sunan birisi. Aslında onun “Şairliğinin ş’sinin alt çengeli düşmüştü. Ahmet Haşim’in bir şiiri üzerinde çalışılıyordu. Pencere ya da onu anıştıran bir sözcük mü geçti ne? “Zaten bütün pencereler toprağa bakılmak için yapılmıştır.”deyip duruyordu. “Ya hamamın pencereleri hocam?’’ diye seslendim arka sıradan. “Kim lan o b.k yiyen?" sordu durdu yanıtlamadım. Başıma dikildi: “Neden yanıt vermiyorsun?" “Ya adımı ya numaramı söylerseniz yanıtlarım.” "Gel bakalım 403 tahtaya” Çıktım. O kürsüde anlatıyor, ben dikiliyorum. Sınıfın projektör gözleri üstümde. Bekle bekle sıkıldım. Geçip oturdum, arka sıradaki yerime, biricik defterime bir şeyler çiziktiyorum. Epey sonra: “Ne yapıyorsun orda?” “Mektup yazıyorum. ” “Kime!" "Genel Müdüre, senin için." “Okuyacak da...” “Dayımdır, okur. ” "Affettim afettim lan. ”
Arkalara sığışmış kara kuru, görüntüsüz oğlanın, 1945’lerin genel müdürünün yeğeni olamayacağını çıkaramıyor, palavrasını yutuyordu, ağzı küfürlü öğretmenim. Boş adamların üstüne giderseniz ürkerler tüyosunu ondan aldım. Sanırım ona tepkiyle her şeyi aykırı sorularla didiklemenin irdelemeye ön açtığı, açacağı düşüncesi de oradan. Sonraları, sorularla düşünmek, soruya da soru sormak, ilk görünüm ve olgulara çakılıp kalamamak ilke ve tutum biçimine dönüşüverdi bende.

*    Bir tek iyi öğretmene rastlamak, insanın yaşam yönünü, algılayışını değiştirebiliyor:
Köy enstitüleri, öyle istediği nitemde öğretmen bulamıyordu tam kadro. Birinci sınıfta Türkçe dersimize gelen M. beyin çizme sesinden, iri gövdesinden öte bir varlığı yoktu diyebilirim. Metinleri incelerken, sizden bile geride kaldığı olurdu. Ben ilkokula okuryazar başlamış, enstitüye girmeden roman okumuştum. Okuyan bir babanın oğluydum. Bilgiçlik sayılacağını ne bileyim, kendimi öğretmenime göstermek için ileri atılıyorum. M. Bey öfkeleniyor. Beni ezilecek bir böcek gibi görüyordu, bu kart horoz.
Bir Cumartesi, M. Bey nöbetçi öğretmeni. Bayrak töreni tez bitsin de, kendini kente atsın istiyordu herhalde. Öğrenciler toplansın, tören tezden bitsin ivedisinde. Benim bulunduğum öğrenci öbeğini göstererek, ağabeylerden birine: “Şunları merasim alanına sürüver.” dedi. Yerime çakıldım. "Yürüsene lan it herif!", kıpırdamıyorum. Mithat ağabey,"O benim hemşerimdir, gider şimdi.” deyince duraksadı. Öyle sakal bıyık traşı yapmış, gösterişli ağabeylerden de çekinirdi. Üstelemedi.
Dizildik. Tören başlamıyor. M. Bey, müdürün yanında. Çağırıyorlar. Gittim. M. Bey: “Müdür Bey, bu adam Türk değil galiba. Bayrak merasimine gelmek istemiyor." Müdürün kaşları kalktı, alnı kabardı. Öğretmenler merak ve kuşkulu bakıyor. Eziliyorum. Elâ gözlü, güzel bir bayan öğretmenin bakışında hışım yok, ana gözünün üzüntüsüyle süzüyor beni, sıcak. O bakış yüreklendirdi: “Müdür Bey, iki amcam Kurtuluş Savaşında şehit olmuş, babam Balkan’da yaralanmış. Şimdi iki ağabeyim asker. Bayrak törenine çağrılmadan gelirim. Bu öğretmen, bizi göstererek, Mithat Ağabeye; ‘Şunları bayram merasime sürsene’ dedi, insanlar yürür, sığırlar sürülür. ” Müdür Bey; “M. Bey yerinize geçiniz.” dedi ona. O arada, o güzel bayan beni koltuğuna çekmiş, elleri bir demet gül gibi, omzuma dökülüyor. Avurdumu doldura doldura söyledim İstiklâl Marşını. Boyum uzadı.
Gözüm çobanı oldu, güzel öğretmenin: Bir yıl sevgiyle, özlemle güttüm onu. Ertesi yıl Türkçe öğretmenim o güzel bayan, Sabahat Kartekin’di. Ağustos ayında içtiğiniz vişne şurubu gibi hoş, ağzı gümrüksüz, ama bayağılığa tıkalı öğretmene bağlılığım gittikçe ağdalaşıyor: Ana/sevgili karışımı bir akımla yönelmişim ona. Salt ders kitaplarına bağlı değil: Her türlü yayını getiriyor sınıfa. En yeni, en güzel kitapların muştusunu ondan alıyoruz. Beynimizi besliyor, yüreğimizi inceltiyor. Atın küyür küyür arpa yemesi gibi kitap öğütüyoruz, biraz da Sabahat Öğretmenin alkışını almak için. Ben baştayım.
Onun bana yaklaşımı oğula yönelmiş, candan bir ilgi. Ne kadar okusam da, öldürülen ağabeyimin öcünü alma duygusu çıkmamış içimden. Derinlerimde bunu yakalamış olmalı ki öğretmenim, Prosper Merime’nin Kolomba adlı romanını okuyup inceleyip sınıfta eleştirisini yapmamı istedi. Kitabı tanıtırken Korsika’nın biraz bizi andıran ilkel geleneklerini, kan davasını tuzla buz ederken, içimdeki ökteleri budadığımın ayırdında değildim. Sabahat Öğretmenim, beni içimden onarıyormuş. O, benim içimi bezeyen güzelliklerin mimarı. Bugün, saksılarım dibine sokulan ısırganları bile yolamıyorsa ellerim; o eller benim değil Sabahat Öğretmenin elleridir. Benden çocuklarıma, öğrencilerime yürüdü o eller. Sabahat Öğretmenin elleri çoğaldı. Çoğalttı.

* Yükseköğrenimde rastladığım olumsuz kişi, başkalarına malzeme toplattırıp yapıt üretmiş biriydi. Yaptığından haberliydim. Yarıyıl dinlencesinde verdiği ödevi, bilerek yapmadım. Tartıştık. Ama gel gör ki, dersin esas öğretmeni hasta olduğu için, o yıl, kendisini kemancı ya da imam sanan başka bir coğrafyacı okuttu dersi. Aykırının biriyim ya, onunla sürtüşmüşüm. Eyül’de kurula giriyorum. Branş öğretmenlerinin verdiği not yetiyor. Kolay yapıt üretme kurnazınınki katılınca altıyı tutmuyor, kalıyorum.
Mezun olduktan sonra, ona her yılbaşı, klasik kutlama kartları gönderdim, özel duygularımı yansıtmayan türden. Yıllar sonra karşılaştık. “Sana haksızlık etmişim. Çevremde pervane olanlardan hiç haber alamadım. Ama sen, hiçbir yılda beni unutmadın." dedi. “Sadece sizi unutmamaktan değildi onlar; ben yaşıyorum hatırlatmasıdır, siz, bana öğrencilere insafla ve adaletle bakmayı öğrettiniz. O bakımdan teşekkür ederim.” yanıtını alınca kıpkırmızı oldu. Reşadiye Ortaokulunda, bir öğrencimin sınav kâğıdına ‘geçer’ not vermek için, kırk beş dakika uğraştığımı, beni gözetleyen eşim söyledi.

-    Sizin öğrencileriniz şanslıdır diyebiliriz.

-    Büyük sözler etmek istemem. Ama onlara, kendi yaşlarında bulunduğum zamanı düşünerek muamele etmeye, kendi çocuğum gibi yaklaşmaya çalıştım. Müfredat dışı, konuları işlediğimde, dersi onların yaşamına ayarlayarak işlemeye çalıştığımda ilkin beni garip karşılar, bir yandan da severlerdi. Öğrenciler severdi de, konu dışına çıktığım için epey ihtar aldım resmi makamlardan. Kovuşturmalara uğradım.
İçlerinden çeşitli uçlara kayanları bile saygıda kusur etmediler, sonraki yıllarda. Zaten ben onlardan korkardım öğretmenliğimde; bunlar büyüyecekler, benden hesap sorarlar diye. O korkuyu yaşatmadılar. Ararlar mutlanırım. 24 Kasım 2001’de gece yarısı, 46 yıl önceki öğrencim Temel Özcan telefon açtı, Reşadiye’den. ‘‘Öğretmenim, ilçemizde öğretmen gününde seni anlattım.” dedi. "Ne anlattın Temel, kötü bir şey olmasın?" Onların dersine on üç dakika geç girmişim. Özür diledikten sonra birini tahtaya kaldırmışım: Ben ayda şu kadar maaş, şu kadar ders ücreti alıyorum, ders saatim de şu. Bir saate ne düşer, hesapla bakayım? Onu ödeyeceğim, sınıf kitaplığına kitap alacaksınız. Olmaz öğretmenim, on beş dakikasının karşılığını alalım. “Hayır olmaz! Gedikli namus olmayacağı gibi gedikli hizmet de olmaz!" diye sertleşmişim. Temel, bunları anlatmış. “Bizim kırk altı yıl önceki öğretmenimiz böyleydi. Öyle yetiştik, öyle bir ülke bekledik. Şimdi ülkeyi soyanlara selam olsun, selamımın anlamını biliyorsunuz ya... diyerek bitirdim konuşmamı." dedi.
Çok ve uzun acılar çektik. Çektik diyorum, çünkü onları eşimle çocuklarımla bölüştük. İkinci kızıma dört buçuk liralık öksürük şurubunu alamayacak günleri yaşamıştık. Karı koca meslek dışına itilmiştik. Bana verilen disiplin cezaları, arşivlerin derinliklerinde çürümüştür. Benim acılarım da eridi, kimseye kin duymuyorum. Bu kadar yıl sonra öğrencilerimin arayışı, hiçbir gücün yakama takamayacağı onur madalyalarıdır. Onları kimse sökemez. Eski acılarımı, onların ilgisinin yarattığı gözyaşı seli, silip götürüyor, benden öteye.

Geleceğin kitapların tek satır
Adımızdan söz edilmeyeceğini biliriz
Tarih, ancak bayrağı dikenleri anlatır
Ama biz, ipekböceği sessizliğinde yarınları öreriz.
Yüreğimiz, horlanmış çocukların ezik bakmasından
Umutları çaka çaka varır kamunun ortasına
Kucağımızda bir deste gül, yurt coğrafyasından
Ellerimiz harç koymuştur, anıtların en hasına

-    Hasan-Âli Yücel, bakanlıktan ayrıldığı zaman köy enstitüsünü bitirmiş miydiniz?

-    Yücel, Eğitim Bakanlığından ayrıldığında son sınıftaydım. Köy Enstitülerinin işleyişi değişmeyecek sanıyorduk. Çünkü onu kuran parti iktidardaydı. Ama hiç de öyle olmadı:
Yaz dinlencesine çıkacağımız zaman bize: “Bitmemiş bir bina var, onu tamamlar mısınız?’’ dendi. Kız erkek tümümüz gönüllü başladık işe. Demirhanenin yanındaki binanın kaba sıvasını yapanların içindeydim. “Bakan geldi." dediler. Bizi iş başında gören bakan Reşat Şemsettin Sirer'in yarım ağızla söylediği “Kolay gelsin!” sözüne, beklediği tonda “sağ ol” yanıtı vermediğimizden mi nedir, yoksa bundan sonraki tutumu vurgulamak için mi “ Sizi yakında, bu amelelikten kurtaracağım." dedi sert sesle. İskeleden “Biz amele değiliz, öğretmeniz. Bizim barınacağımız binaları, öncekiler yaptılar, biz de sonrakilere borcumuzu ödüyoruz.” dedim. Bastonunu, göğü deler gibi iskeleye doğrultu: “iblis, senin gibilerin belini kıracağım!”
Bakan ve yanındakiler, binanın köşesini dolandılar hemen. Biraz sonra köşeden müdürümüz Enver Kartekin döndü. “İn oğlum aşağı." diyor, inmiyorum; bakan onu azarlamıştır, o da beni paylar korkusuyla. Arkadaşlar da “in” diyor, bakıyorum gözünde kızgınlık yok Kartekin'in. İniyorum. “Bütün emeklerim, anamın sütü gibi helâl olsun evladım.” Bir kucakladı, kolları çelik çember, gözünden yaşlar süzülüyor. Fırladı bakanın peşine.
Bir hafta sonra Enver Kartekin ve eşi güzel öğretmenim Sabahat Hanım, Karabük Ortaokuluna atandı. Sözüm ona, Rus generallerinden birinin ölüm günü, Karabük Ortaokulunun bayrağı yarıya indirilmiş. Enver Hocayı, Manisa’ya kitaplık memuru yaptılar.
Sabahat Öğretmenimin, müdürümün sürülüşüne ben mi neden yarattım diye, yıllarca üzüldüm, densizlik acısıyla kıvrandım. Köy enstitülerini kuran partinin sağa çark edişini kavradıktan sonra, ne zaman sıkıntıya düşsem, Enver Hocanın çelik kucaklayışını belimde duyumsadım, dik kalmaya çabaladım.

-    Şiirlerinizde ilk dikkatimi çeken, arı ve temiz bir Türkçe kullanmanız. Sanki öncelikli savaşımınız dil diyebilir miyiz?

-    Dille düşünce iç içedir; birbirini yeder, diri tutar. Türkçe’yi 977 (955-1932) yıl devlet dili olarak kullanmaktan sakınmışlar. Halkın dil bilinci az, ama dil sezgisi sağlam: Türküleri, halk koşukları, bilmecesi, atasözü vb. ile hem Türkçeyi hem de kendi düşünüşünü sürdürmüş. Dilin ölmezliği ulustan; ulusların ölmezliği dilindendir. Halkın bütünü medreseden geçmiş, Osmanlıca düşünür, söyler olsaydı, Atatürk’ün Cumhuriyeti kabul ettirmesi zorlaşırdı. Türkçe düşünen halkın sağduyusuna güvenerek yola çıkmıştır Atatürk. Onun dil devrimi Türkçe eski kaynaklardan, halk içinden söz derlemeleriyle ve bunlardan çıkarımla Türkçe'nin eklerini işleterek başarıya ulaşmıştır. Dilinize evriltim, söylem kalıplarınıza açılım kazandığınız kadar düşüncede de boyutlanır, bilime, bilimsel düşünüşe yönelebilirsiniz. Ulusların omurgası dilidir.
Dilin kavramlarını dolanıma indirmede şiirin işlevi, önemli payı vardır. Şiirde, hem dilin sözcüklerine yeni anlamlar yükleyeceksiniz, hem söylem kalıplarına açılım kazandıracaksınız. Edebiyat diliyle bilimsel düşünüşe taban hazırlayıp, çağının bilimini yakalayıp/kullanarak yaşam düzeyinizi yücelteceksiniz.

-    Sözcükleri kullanmada size özgü bir yöntem var: İmgeden çok sözcüğün kullanıldığı yer, sözcüğe yüklediğiniz anlam önem kazanmış. Şiirde dilin kullanımı ve imge konusunda ne düşünüyorsunuz?

-     Türkçe imgesel bir dildir: Saçını süpürge etmek deyiminin dramı, özgeciliği, başkaları için harcanan emeği içerdiğini düşünür, oradan Türk kadınının, yaşamını bir aile için sebil ettiğine bakar mısınız? Dil Kurumunca çıkarılan 12 ciltlik Tarama Sözlüğü var. Ona bakıyorum, bizim olan ne kadar Türk düşünüşlü, Türk söyleyişli sözcüğümüz var, yazın diline ağdıramamışız, yazıklanıyorum. Yabancı sözcüklere heves düşürenler, Türkçe’nin özüne, kaynağına da aynı istekle yaklaşsalardı, herhalde düşünüş boyutumuz bu kerteyi çok aşardı.
İmge, sözün ustaca kullanımıyla, mevcut olmayan düşünsel bir resmi zihne yansıtarak hem dile hem düşünüşe açılım kazandırmalıdır. Çapraşık tamlamalarla, dilin kalıplarını rastgele ters yüz ederek imge kurulamaz. Dile devingenlik kazandırırken, söylem kalıplarını evriltirken kendiliğinden oluşur imge. İmge var olmayan dil resmi çizmeli, düşünüşe ön açmalıdır.
Şiirlerimi somut yaşamla ilişkilendirerek onlar üzerinden imgeye ulaşmak, imgeyle dile, düşünüşe yeni kapı açmak, soyut düşünüşe uzanıp yeni zihinsel resimler çizmek diyebiliriz benim imgelerime. İmge avcılığına çıkmam. İmgeyi dilin, düşünüşün alışılmamış kullanımı yaratır kendiliğinden, siz tasarlamış olmasanız bile şiirin kendisi doğurur imgesini. Üst üste yığılmış imge özentileriyle şiir yazılacağına inanmıyor, imge yığınağı şiirleri sevmiyorum.

Evet, sözcüklerimize yeni anlamlar yüklemeye, kültür diline indirilmeyen sözcüklerimizi yazına ağdırmaya özen gösteririm. Örneğin; sözlüklere ‘garip’ olarak kayıt edilmiş elgin sözcüğüne; başkalarını seven, gayrının acısını kendisinde yaşayan anlamını yüklemişim. Yozutuk, sinik, dolanık, bürünük, eğninde, sakınık, kentlicesi, dolanık, domurmak, evriltmek, küyür küyür, ilişkilendirmek, boyutlandırmak vb. sözcükler görürsünüz bende. Bilgisayarım Türkçe’ye ayarlı, o bile bu gibi sözcüklerin altını çizer, yanlış diye. O çizdikçe, ben sevinirim: Dolanıma inmemiş sözcükleri, yazına ağdırdığım için. Verdiğim örnekler bu söyleşide geçenleri. Türkçe’nin eklerini değişik biçimde kullanmaya çabalarım. Kimileri, yadırgar bu tutumumu. Ama sevindirir beni, dile böyle bakış ve işleyişim: Bir söyleşiye gitmiştim, yaşlıca bir beyefendi: “Ben sizi tanıyorum. ” dedi. Yüzüne baktım, “Göz belleğim sağlamdır, sizinle karşılaştığımızı anımsamıyorum.” “Evet karşılaşmadık. Siz pasif yerine sinik diyorsunuz. ”

-    Şiirlerinizde halk deyişlerine, deyimlerine sıkça rastlanıyor. Bunu özellikle mi yapıyorsunuz?

-    Hazır dile doğarsınız. Onun düşünüş iklimi, yaşamı algılayış yöntemi, kendine özgü söylem kalıpları vardır. Dahası, sizden önce oluşmuş yazılı sözlü dil ürünleri de sizi çevreler. İster istemez, bunların etkisinde kalırsınız. Dil ulusal bir düşünüş; anlatma ve anlaşılma dizgesidir. Onu kullanmadan, nasıl iletişim kurabilirsiniz, ulaşmak istediklerinizle? Kısacası, içine doğduğunuz bir dil iklimi vardır, ondan ırak olamazsınız. Birebir yaşamla cebelleşen, yaşamın zorluğunu sözüne yansıtan halk katmanından geliyorum. İlk dil ve kültür çevrem; Sivas, Tokat, Amasya... Halk şiirinin harman olduğu yerler. 1244’te Amasya’nın Tekke köyünü, oymak gücüyle yurt edinmiş Türkmen soyundanım. Dilimin, düşünüşümün gömüsü orası. Halk dilinden etkilenmemek olası mı?
Yazılı sözlü dil ürünlerini inceleyerek bu ulusun düşünüş, yaşamı kavrayış ve algılayış biçimini gün yüzüne çıkarmış, oradan ilerisine evrilme yolunda gereğini yapmış değiliz. Çok önemsiyorum bunu: Bir ulusun düşünsel kimliği dilinin içindedir. Onu temel alacak; eskilerini kültür rafınıza kaldıracak, paslananın çapaklarını silecek, uç vereceklerine aşı yapacak; öyle boyutlandıracaksınız dilinizi, söyleminizi. O nedenle de halk dilinden sürmenin gereğine inanıyorum.
Ama olduğu yerde döllenerek değil: “Çağır Karacaoğlan çağır /Taş düştüğü yerde ağır” söyleyişine Nâzım; “Bağır bağır /Hava kurşun gibi ağır’’ diyerek bu ses ve söyleme, nasıl yeni içerik kazandırmışsa öylesine... Kökeninden filizlenerek, evrilerek ilerisine atlamak.
Benim Öz Türkçe tutkunluğum söylenmiş, yazılmıştır, çok kez. Doğrudur: Dil devrimine bağlıyım. Ama bu salt öz Türkçe çabası değil: Arı, duru, kamunun kavrayacağı bir Türkçe. Kamu sözüm de sizi yanıltmasın, dil devrimi doğrultusundan sapmayan bizim dilimiz ve düşünüş dizgemiz, anlatım kalıplarımız. Elbette evrilterek...

-    Şiirde izlek kuşkusuz çok önemli, Sizin şiirlerinizde Anadolu, Anadolu insanı, insanlığın evrensel değerleri; emek, doğa, insan sevgisi ve yaşama sevinci benim saptayabildiğim izlekler... Şiirinizde izlek konusunu açar mısınız?

-    Herkes, içine doğduğu dilin, kültürün üzerinden kendisini söyler. Tütün tarlasında doğmuş bir emekçi çocuğuyum. Yüzyıllardır kendi üstüne kapanık bırakılmış bir köyden alıp köy enstitüsüne götürmüş Cumhuriyet beni. Uluslaşma, kültürleşme sürecimizin içinde yoğrulmuşum. Ana kaynağıma, uluslaşma, kültürleşme sürecimize nasıl ırak olabilirim? Ayağı yerden kesik düşleri değil; yaşamımdan/yaşamımızdan söyleyeceğim ilkin. Fakat ayağı yerli, gözü evrensel; evrenselde dokunmuş yerli işi.

Benim için: “Dünyaya Mustafa Kemal’in sol penceresinden bakıyor." dediler. Kurtuluş Savaşı felsefesini anlamadan, Mustafa Kemal düşünüşünü kavramadan ileriye uzanamayacağımızı, dünyayla bütünleşmemizin zor olacağını düşünüyorum. “Anadolu insanına hep olumlu bakıyor." dediler. Anadolu salt bizim değil: Bir anlamda evrensel bir kültür gömüsü; çeşitli soy gelmiş geçmiş buradan, değişik kültürler iz almış. İnsanı hep ezilmiş, vurulmuş, kadere kilitlenmiş. Ona olumlusundan umut kazandırmak, onun kültüründen yola çıkarak ona ışıklı kapılar göstermek gerekir. Anadolu’da, onu yönetenlerin olumsuzluğu yok mu? Alabildiğine. O konuda zehir zıkkım siyasal yazılar yazdım/yazıyorum. O nedenle yaşamım da zorlukların çetelesine dönüştü. Düz yazıda söylerim, öfkelenirim, şiirde değil. Şiirim halkın umut kapısını açık, özlemini ışıltılı kılmalıdır.

 

 

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )