DİL, DÜŞÜNÜŞ EVİRTİMİ- KİTABIN TAMAMI

DİL, DÜŞÜNÜŞ EVİRTİMİ- KİTABIN TAMAMI

 

DİL DÜŞÜNÜŞ EVİRTİMİ

DENEME

OSMAN BOLULU

 

İÇİNDEKİLER

İnsan Sesi
Işık (Işık Üreticiligi, Işık İsçiligi Üstüne)
Katran Karası Kin
Haritasız Yüzler 
Çağdaş mıyım? 
Lütfen Biraz Öfkelenir misiniz? 
Görkemin Gölgesine Sığınmak
Büyüğe Ayarlanmak
Uzağa Koşulanlar Yoksa
Uzun Koşu
İç Kimlik
Tanımak 
Anmak mı, Anlamak mı?
Yazı 
Ortak Paydamız Türkçe
Söz ve İnsan 
Hazır Söz Kalıpları 
Yakası Karanfilli Üç Delikanlı (Öykü, Şiir, Deneme)
Yazar-Bilinç- Sorumluluk
Edebiyat Kitaplarının Erdemi 
Ayağı Yerli, Gözü Evrensel
Güzele Gözağrısı Yakışır mı? 
Yazı Makassız Yazılmaz 
Ne Çok Denetmeni Var, Yazının
İnsanın Topografyasına Yolculuk
Sanatın Gövdesi Sıradanda 
Eylem ve İnsan (Özne Üstüne)
Anlamı Güçlendirme Yolları (Türkçede Pekiştirme)
İlgeç ve Bağlacın Anlatım Degeri
Türkçede Üçleme (Üçüzleme) 
Noktalamanın Önemi
Reklam Türkçesi
Politika Tiryakisi
Baget ve Sopa
Dokunulmazlık mı, Koruma mı?
Sormayan Güdülür 
Ellerim 
Kişinin Özeli
Çevre ve İnsan (Türküsü, Dansıyla)
 
 
 

Osman Bolulu

Amasya-Taşova-Akınoğlu (1929). Anası Hatice Hanım, babası İsmail Hoca. Öğrenimi: Akınoğlu İlkokulu (1942), Samsun-Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü(1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü (1954), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (1964). İlk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik,  yöneticilik yaptı. Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişliğinden emekli oldu (1981). Öğretmen ve müfettişken, düşüncelerinden ötürü alındığı görevine yargı kararıyla döndü. Şiir kitapları: Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (1992-94,2009), Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1994-97). Deneme kitapları: Anti-laikliğin Önlenmeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum [1995), Korkacaksan Kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001), Haritasız Yüzler (2007), Dil, Düşünüş Evirtimi (2012) Öykü: Yağmur Sonrası (1998, 2001) Anı: İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000-2002), Bir Gülün Aydınlığında (2011), Köy Enstitülülerden Biri (2012). Biyografi: Ahmet Miskioğlu Kitabı (2004-2009). Dil: Sözün Işığı (2004) Ödül: Şiir, deneme, dil ödülleri aldı.

O. Bolulu özel sayıları: 1. Damar Dergisi,-s.132. 2004 2. Kanada-Montreal Bizim Anadolu Gazetesi, 2004 3. Ardıçkuşu Dergisi, s. 62, 2004 4. Aykırısanat Dergisi, s. 69. 2004 O. Bolulu denemesi üstüne kitap: Dilden Düşünüşe UZUN KOŞU.Tansu Bele, Kum Yay., 2004.

 

İletişim : Osman Bolulu: 0312 490 15 28

0532 734 1615 osmanbolulu@hotmail.com


İÇİNDEKİLER

İnsan SesiHata! Yer işareti tanımlanmamış.

Işık (Işık Üreticiliği, Işık İşçiliği Üstüne) 12

Katran Karası Kin.

Haritasız Yüzler

Çağdaş mıyım?. Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Lütfen Biraz Öfkelenir misiniz?  Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Görkemin Gölgesine Sığınmak  Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Büyüğe Ayarlanmak

Uzağa Koşulanlar Yoksa 

Uzun Koşu.                                                  

İç Kimlik.

Tanımak.

Yazı

 

Söz ve İnsan

Hazır Söz Kalıpları Üstüne

Yakası Karanfilli Üç Delikanlı

Yazarlık Bilinç ve  Sorumluluk Gerektirir

Edebiyat Kitaplarının Erdemi

Ayağı Yerli Gözü Evrensel

Güzele Göz Ağrısı Yakışır mı?                              

Yazı Makassız Yazılamaz

Ne Çok Denetmeni Var, Yazının 

İnsanın Topografyasına Yolculuk

Sanatın Gövdesi Sıradanda 

Hem Babası Hem Oğul ????? 

Eylem ve İnsan  (Özne Üstüne)

AnlamıGüçlendirmeYollarıTürkçede Pekiştirme)163

İlgeç ve Bağlacın Anlatım Değeri Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Türkçede Üçleme  (Üçüzleme) Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Noktalamanın Önemi 187

Reklam Türkçesi Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Politika Tiryakisi Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Baget ve Sopa. Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Dokunulmazlık mı, Koruma mı?  203

Belleksiz Toplum.. Hata! Yer işareti tanımlanmamış.

Sormayan Güdülür 206

Tartışma mı, Çekişme mi?

Ellerim.. 209

Bir Çakımlık Sevinç.

Torinolu Yosma.

Kişinin Özeli (Mektup Üstüne) 213

Çevre ve İnsan  (Türküsü, Dansıyla) 224

Tanış Yabanıl.............................................. 237

Ana Sütüm Benim.......................................239

 


 

 

   Benim gibi yalçın dağı,
             Bin tarha bölüp

             Gül bahçesine dönüştüren

             NERMİN (Pişkin) BOLULU

             anısına, bölüştüğümüz

             kırmızı gülün ateşini

             söndürmeyeceğime

             ant içerek.

 

 


 

 

 

 

 

 

      İNSAN SESİ

            

  Hiçbir çalıya değmemiş kanadı

  Rütbesizliğin rütbesi

      Dümen kırmaz fırtınada

      Bulutsuz göklerin adı

      Kirsiz yankılanmakta

      Anadan doğma insan sesi

 

Benim aradığım; kirli ayakların değmediği ormanlarda pırıl pırıl, şırıl şırıl, doğalında akan duru suya benzer insan sesidir: Dinledikçe beyninize çiçek açtırır, yüzünüze sabah güneşinin ışığını düşürür. Söyleşmeyi, düşünüş bahçesine dönüştüren insan sesi, sizi gülleriyle yelpazeler. O, yalana dolana, yapmacığa bulaşmamış doğal insan sesinde, insanın içtenliğini bulursunuz. Türkçe ezgi ve kurgusunu yitirmemiş insan sesi içimi yıkar, arıtır beni.

      Sokağa çıktığımda:

Kaldırımları tekmeleyerek yürüyen-de kaba/ ham sesi; başkalarını yok sayarcasına yürüyende böbürlenen sesi; başı eğik, basacağı yeri seçmekten korkanda ürkek sesi; gövdesini beton kaleler gibi kabartarak yürüyende oluşmamış kimliğini saklama sesi; kimse yokmuşçasına tafra atanda boş varlığını örtüleme sesi kulağımı tırmalar. Dil, düşünüş yoksunluğunu, tavırlarına yansıtanlarla aynı yolda yürümek istemem. Yolumu değiştiririm.

Görüntülü iletişim araçlarındaki çiğ ve yayvan ses; güzelim Türkçemin ez-gisini bozuyor, düşünüş dizgesini kağşatıyordur. Kapatırım aracı. Yazılı iletişim araçlarındaki pek çok ses; yalaka ağızlıdır. Yayın organını çöp kutusuna atarım.

Tiran ağızlı politik sesin yüzü gül-mez. Beyninin arkasındaki kiri kusar. Ağzından ateş eder. Attığı sis bombasının karanlığında yalanlarını gizlemeye çalışır. Gözdağı verir, korku salar çevresine. Cumhuriyetli kazanımlarımız, hepten yok edilecek korkusuna, kuşkusuna düşer, heyheylenirim.

       Okumak da ses simgesinden (harften) beyne ulaşan sestir.

Gecenin ikinci yarısında okumaktan bitkin düşmüşümdür. Kitaplardaki bilge beyinlerle aramdaki bağ gevşemiştir. Kitaplarla, bilgelerle gözel* söyleşiyi, beyinsel algıyı, tamı tamına gerçekleştiremiyorsam, okumayı sürdürmeyi; o bilgelere saygısızlık sayar, kitabımı saygıyla, özenle öperek elimden bırakırım da uyku tutmuyordur.

Tutunacak bir insan sesi ararım. Vakit uygundur, değildir demeden tele-fona sarılır, dünyanın neresinde olursa olsun, gerçek bir insan sesine ulaşırım. Ondan aldığım esenlikle yatağa girer, sabaha, bana ulaşmış o insan sesinin gücüyle dimdik uyanır, ilk aşka tutulmuş gibi, coşkuyla işime koyulurum.

Dost sesi, benim için bir payandadır: Anadan doğma insan sesiyle tanıdığım insanlardır, beni besleyen kaynak, güven suyu. Onların sesi, evrensel, ölmez bir ezgidir benim için. Onları tanıdıkça dünyam genişler. Sesi içtenlikli, duru insanları, daha çok sever oldum.

Duyuş, düşünüş, olanı biteni değerlendiriş, yorumlayışımda onların payı öyle çok ki… Sayın ki, beni ben yapan ben değilim de onlardır. Çığırdığım insanlık türküsünün duru suyu, iç duyarlığını yitirmemiş insandansa, işlenmişi, dokunmuşu bilgelerden, kitaplardandır.

İnsan gibi insanın sesi, beyinden beyine köprü kuruyorsa, güzel insanların gönüldeşliği sürüyorsa, dünya karanlığa gömülmeyecektir.

“Korkma oğlum Osman. Yalnız değilsin. Korkup kaçarken burnun çamura batarak ölmektense, dövüşe dövüşe ölmek yiğitlik, insanlık ödevindir. Diren!”

 

 

 

 

IŞIK

(Işık Üreticiliği, Işık İşçiliği Üstüne)

 

Uyanır uyanmaz, pencereye koşarım: Dünya ışımış mı, yerinde duruyor mu? Dünya bir yere gitmez, yerinde durur da; Nasrettin Hoca hesabı, dünya varsa biz de varız, ben de varım…

Dupduru sabah yeli, afacan çocuğunun başını sevgiyle okşar gibi, saçlarımı karıştırır, uykudan arta kalan uyuşukluğu, başımdan savurur, gecenin üstüme sıvadığı karanlık kalıntılarını siler süpürür. Işıklı serin hava ciğerlerime doldukça dirileşirim: Arı duru ışığın getirdiği yeni gün, yeni yaşama çağırır.

Aradığım, henüz insan eli değmemiş sabah ışığı, yabancı katkı almamış duru sudur. O ışıkta çimmek, yeniden doğmak, yeni güç edinmektir, coşkudur; gövdesel/düşünsel üretime iteler insanı.

Yaşamın damarındaki kan, yüreği tetikleyen heyecan; ışıktır, ışık! Karanlığı yaran ışık, güzellikleri örtüsünden soyunduran ışık, dünyayı, Yunus’un ana sütüyle, çırılçıplak kucağınıza bırakan ışık, sevgilimizin gözünde aşkı yalazlandıran ışık! Sizi birleşmeye, bütünleşmeye götüren ışık! Yaşamın olgularıyla buluşma, ötekiyle yüzleşme penceresinin perdelerini aralayan ışık!

Geceleri, tavuk kümesinde ışığı, sürekli açık tutmuşlar da daha çok yumurtlamaya başlamış tavuklar.

Üretimden sevgiye, insanın içinde esenliği dalgalandırmaya değin ışık! Doğanın varlığını sürdüren/kanıtlayan ışık! Yaşadığımızı, bir kez daha muştulayan ışık! Dünden yarına, Kaliforniya’dan Hindistan’a evreni yalazlayan ışık! Bir çimdik ışığın koşusunda insanoğlu. Ben de…

Dostluklarımız, sevgilerimiz, sevecen bakışlarımızdaki bir çimdik ışıktan yeşermiyor mu? Kinlerin, hırsların kara tohumu, gün/ışıl parıltısız gözlerin dölyatağında beklemiyor mu, kötülükleri emzirmiyor mu, kara yüzlü ışıksızlık? Onu geçelim, gül yalazlısına bakalım: Duru, puslanmamış ışık; ille de duru, puslanmamış ışık; çiçek gözlü ışık; insanı güzelleyen, sevgi domurtan, aşka yönelten ışık!

Kadın erkek, insan cinsinin birbirine vurulmasının, birbirine tutulmasının otuz saniyelik ışıklı bakışlardan   filizlendiğini söylerler. Kalıbımı basarım bu sözün doğruluğuna: insanoğlunun, ışıklı gözlerin çakımıyla çarpılıp yıldırım aşklarının çağıltısına –düşünmeksizin, hesaplamaksızın, kuralları ıskalayarak- kapıldığına; insan olmanın hazzını yaşadığına; birbirinde tek gövdeye dönüşerek doğasal tapınmanın doruklarında esridiğine.

Sizi bilmem, benim dostluklarım, sevgilerim, bir çakımlık ışığın dölü. Kimin kim olduğunu, kim olabileceğini, gözlerindeki ışıktan yakalamaya çalışırım. Dediğimin, önyargı olacağını, kişiyi yanıltacağını düşünebilirsiniz. Haklı olabilirsiniz de benim gözlemlerimden çıkardığım sonuç, hiç de öyle yabana atılacak deneyim değil: Işık gözlemlerim, beni yanıltmadı, % 80 doğruladı. Yanıltıcı saptırıcı rollerin oynandığı ortamımızda % 80 doğruyu yakalamak, az şey mi? Bana yetiyor. Daha yanılmasızını, saptırılamamışını siz çıkarırsanız, ona dünden hazırım.

Gecesi var, gündüzü var: Doğal ışık, bir açılır, bir kapanır. Ama yazarların, düşünürlerin, sanatçıların, bilgelerin beynimizde yaktığı ışık, hiç sönmez: Dilinizi şakıtır, düşünüşünüzü devitken kılar. Beyinsel, düşünsel ışığı, yazarlar, düşünürler, sanatçılar üretir, umut ışığımızı yanık tutan onlardır.

Toplumsal yaşamda ışığın karardığı, açıldığı dönemler vardır: Kararıksa kötümserliğe sürükler; yanıksa umutlarımızı parlatır. Toplumların, ulusların ışıkçısı; yürekli, bilinçli aydınları, yazarları, düşünürleri, sanatçılarıdır. Onlardır, insanlık değerleriyle iç dünyamızı ışıklandıran; insanlık değerlerini kemirenlere karşı atağa kalkmak için, -dil, düşünüş, sanat ışığıyla- beynimizi besleyen, yüreğimizi incelten, yaşamımızı esenlikli kılma kılavuzumuz.

Yazmak, sanat yapmak, bilgelik; insanın salt kendisini gönendirme, kendisi gibilerden kabul alma aracı olmasa gerek. Umut ışığını yanar tutma; insana ışıklı çevren açma; iç dünyamızı aydınlatma emekçiliği, ışık işçiliğidir yazarlık, düşünürlük, sanatçılık!

Dünyamızın gündüzünü doğal ışık, gecesini yapay ışık aydınlatıyor da, ışıkta mıyız?

* Gerçekten, esen miyiz? İnsanlığın gidişi, içimize siniyor mu?

* İnsanlık değerlerinin, kıyın kıyın kemirilmesi,

* Hoşgörü, eşitlik, barış, insan sevgisi kavramlarının içinin boşaltılması,

* Dünyanın para sultasına teslim olması,

* Dünyanın, belli bir azınlığın kuşatmasına kıstırılması,

* Bir takımın (zümrenin), yönetilenleri iş kulu durumuna düşürmesi, üstümüze kara bulutlarını salmıyor, iç ışığımızı karartmıyor mu?

Doğal ışığı, bulutlardan kurtarınız, gecenizi yapay ışıkla aydınlatınız. Yetmez! Anamal köleliğinden kurtulamazsınız: Vay haline insanlığın! Vay haline, beyin ışıkçılarından yoksun ulusların, yaşlı dünyanın!

Işıkçı, ışıkçılığının gereğine koşulmazsa, aydınlığa gereksinimli, ışıkçısının değerini bilmezse…

Yurdumuzla birlikte dilimizi, düşünümüzü aydınlatan ışık karartılıyorsa,

    Dünyamızın başına kara duman çökmüşse: Yazar, şair, düşünür, sanatçılar ışık üreticiliği, ışık işçiliği özgörevlerini anımsamayacaklar mı şimdi?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

  

  KATRAN KARASI KİN

 

 Kin gemilerini hurdaya çıkardık

           Jilet yapılıp satılsın diye

Ve kızlar

Oğlanların tıraşlı yüzüne

Öpücükle katılsın diye

    Ve de oğlanlar kızları anlasın diye

 

Daha ayakları üstüne dikelmemiş, eli araç tutmamış insanoğlunu düşünürüm de, onun ilik düğmeyi bulması bile beni heyecanlandırır. O güçlülerin güçlüsü doğayı ehlileştiren, tarihin uzun ve çileli karanlığından aydınlığa çıkan insan soyundan gelmek, onurlandırır; bi şöyle göğü delercesine dikelmek isterim. O dikelen insanın, eli, beyniyle bugünün olumlu değerlerini yaratan insanın, öteki yaratıklara üstünlüğü tartışılmazdır bana göre.

Ah, ululadığımız düzlemde, tökezlemeden yürüseydi insanlık! Tarihin bir yanı, insanoğlunun kırıp döktüğüyle oluşmuş kin çöplüğü: Boşuna harcanmış güzel yaratılarının iniltisi geliyor, o çöplük dağının altından.

İnsanoğlu, beyniyle eliyle ne oranda değiştirdi, dönüştürdü, yarattı ise; beynini, elini, bir o kadar da tersine işleterek sıra sıra kin dağları dikmiş önüne. Engelinde bocalayıp duruyor. Kin kılıçlarıyla birbirini doğruyor. Sonsuz saygıyla kucakladığınız insanoğluna öfkelenesiniz geliyor: A gözüm, yaptıklarını yıkmasaydın, şimdi ben daha rahat yaşayacaktım; barışla, hoşgörüyle kucaklaşacak, daha birbirimizin olacaktık.

Şu kin kavramı girmeseydi, insanlığın sözlüğüne: Hani mideniz asitli suyla doludur, içiniz burgu burgudur, oyulur. Tadınız tuzunuz kaçmış, yüzünüz asık, hiçbir şeye hoşgörüyle bakamayacak durumda kıvranırsınız ya, kini ona benzetirim ilkin. Dahası mı, kin, ondan da beterdir: Beyninize de kara çengeller atar, sizi, birileriyle kavgaya çeker durur. O da yetmez, iliğinize siner; kara, koyu ve yapışkan bir eriyik olarak. Yüreğinizin her çırpınışında, nabzınızın yaşam tık tıklarını değil, başınıza hırs tokmaklarının indiğini duyumsarsınız. Sizi kendinizden koparıp, didişmeye savuran kara iç fırtınasıdır bu! Sürüklenirsiniz, deli yele kapılmış kuru yaprak gibi.

İnsanın iç güzelliklerini kazıyıp çöpe atan, yalnızca dış kalıbını insan görüntüsünde bırakan, onulmaz bir sayrılıktır bu! Ona yakalanan ister kişi, ister toplum olsun; elinden olumlu iş, dilinden yatımına söz, beyninden üretken düşünce, gözünden tan açacak ışık çıkmaz artık. O, bizi onurlandıran, dikelten insan soyunun tarihindeki kara benekler, işte o kin’in katran karası yapışkan lekeleridir. İnsanlık tarihi, yıkım olarak ne gördüyse, onların tümü, işte o kin’in, evlilik dışı, soydanlığı düzgün olmayan (nesebi gayri sahih) dölüdür. Ondan türeyen tiranlar mı dersin, diktatörler mi dersin, ağzı demokrat beyni faşist çağdaş yöneticiler mi dersin, işte o soydur; insanoğlunun ördüğü güzellikleri karartan, talan eden.

Yüreğim kara bir yumruğa benzemeyecekti, al goncasını koruyacaktı. Tık tıklarının uyumlu ezgisi bozulmasın diye kinden uzak durmaya çalıştım.

Kara düşten, sayrıl duyuştan, bunlardan beslenen kinden ırak durursam;  beynim, durgun suda oluşan kıl yılanların kıvıldandığı, kirli çamur gölü olmayacaktı; doğadan gelen yapım, insanlık çiçekleri açacaktı. Hayatın, damak burmayan meyvelerini derecek, insanlık pazarına sunacaktım ki insan olduğum bilinsin, el içinde yüzüm ak, gözüm parıldar olsun; hiç de dışlanmayacak birisi olarak yer alayım toplum içinde: İnsanlık kapılarını çalarken; beni kabul ederler mi, etmezler mi ürküsü taşımadan, her kapının tokmağına sakınmasız uzansın elim. Herkesin gözüne, bir çift süngü gibi bakabileyim, söz ederken, gözüm yere inmesin.

Kinsizliği anlatmak güzel de ona ulaşmak, sözü kadar kolay değil: Öfke dağlarını aşacaksınız, küçüklükleri atlayacaksınız, hoşgörüyü, gövde altı giyineceksiniz; ediminize tutumunuza sindireceksiniz ve bu değerleri gündeminizden hiç düşürmeyeceksiniz. İyi, güzel de çevreniz güllük gülistanlık mı? Hiç mi sizi çileden çıkaracak kişi ve durumla karşılaşmayacaksınız? O kadar bol ki… Kinsiz yüreğe ulaşmak öyle çileli ve uzun yol ki… Ona varmak için, ananızdan sonra kendinizi, bir kez de kendiniz doğuracak, eğitmenlerinizden daha özenli eğiteceksiniz özünüzü, o kitaplardan sağdığınız güzellikleri, kendinizden katkılayıp, içinizde mayalayıp, boşuna harcanmaz biçimde iyeliğinize geçireceksiniz. Ki kinsiz insanlık yaylasına çıkabilesiniz; hiç düşünüş tutukluğuna, nefes darlığına uğramayasınız; sözünüzü sakınısız, takıntısız söyleyesiniz.

Öyle olmasına öyle de… Yapıp ettiğimizin tümünü, iç aynamıza düşen yüzümüzü, tümden beğeniyor muyuz? Siz nasılsınız bilemem, ben hiç rahat değilim: On iki yaşımdan bu yana, her gün yargılanırım: Yatağım, her gece bir süreliğine yargı yeri (mahkeme)dir. Yaşadığım o günün hesabını vermek için, inine cinine sorgulanırım. Yargılanma sonucunda iyileri, hemen uçar gider, hoş olmayanları tortulanır içime, kıvranır dururum. Olmuş bitmiştir, namlusundan çıkan kurşun gibi fırlamış gitmiştir. Ne yapayım, geri çeviremem ki diyemiyorum; geçmişim sorguluyor, günüm eleştiriyor, gelecek ‘eli boş gelme’ diyor… Gecelerimi kevgire çevirir; çoğunda o yargılama, uykusuzluğa mahkûm eder beni.

Bir ezikliktir düşer içime. Bun’dan kurtulmak için, öylesi durumların yargılamasına girişirim: Üç adam vardır bende artık: Biri, eskideki ben’i bağışlamaya çalışanı, ötekisi bağış bilmez yargıç, biri de şimdiki ben: Tartışır dururuz. O, öteki ikisi var ya, kendi zamanlarından tanık getirirler yargı yerine: Her ağızdan bir söz, her kafadan bir görüş! Her biri sav’ında diretir. Hangisine inanacak, hangisini kabul edeceksin?

83’ün, ecele kayan eğilimindeyim. Tanışlarım seyrekleşmiş, yola birlikte çıktıklarımızdan çoğu silinmiş belleğimden. Onların adlarını çıkaramıyorum. Kimisinin, şöyle böyle puslu resimlerini görür gibi oluyor, karanlığından seçemiyorum yüzlerini, unutmuşum. Vefasızın birisi miyim, bir zamanlar yaşamı bölüştüklerimize hayınlık mı ediyorum? Niye kara düşüyor onların fotoğrafı? Hırslarını kamçılamışlar hep. Kinlerinin karanlığında, kimseyi görememiş gözleri. Dost gözünün ışığından bir yalaz bırakmamışlar bana. Başkalarından pay çalmaya adanmışlar, edindiklerini, yanlarında götürememişler, başkaları talan ediyor şimdi özdeksel kalıtlarını. Politikacı olmuşlar, insanları aldatmışlar, hırslarını koşturmuşlar, doludizgin. Anımsadıklarım, düşündeş olamasak da insanlık değerlerinden yozutmayanları.

12 yaşımdan beri süren iç yargılamanın beni arıtıp durulttuğunu görüyorum. Kin’in karanlığına gömülmeyeceğim. Toprağa bir kara leke olarak düşmeyeceğim. Ne yapsam, doğa yasasını yenemem. Her canlı gibi ben de bir gün göçüp gideceğim. Korkum, o değil: Güzelliklerini bölüştüğüm insanlığa kara bir leke bırakma korkusu! Kinsiz göçmek umusuyla avunuyorum. En güzel ölü, arkasında tortu, leke bırakmayan, ardıllarını rahatsız etmeyen ölüdür. Öyle ölülerin gömütlerinde açan çiçekleri, rahatlıkla yakanıza takabilirsiniz.

Düşünüşün, geçmiş çarpı gelecek döllü çiçeğini, kinsizlerden kokladım, yaşamın kıvamını onlardan aldım ben. Beynimin bahçıvanı onlar. Sağ kalanlarının yüzündeki saydamlıktan, gözlerindeki parıltıdan okuyorum, kin’in karasına gömülmemiş olmanın erdemini. Tanışım olsunlar olmasınlar, iki çift laf etmiş olalım olmayalım, onlar benim dostum. Şu dünyadan yapayalnız geçmediğime tanıklık eden/edecek, o dostlar!

 

 

 

 

 

HARİTASIZ YÜZLER

 

Kâğıt dendi mi yazı düşer aklınıza ya da kitap. Kitaplaşmış yazı; dilin iş-lenmişi, süzgeçlerden geçirilmişidir, damıtık sözdür: Düşüncenizi gıdıklar, algılama ve imgelemenizi dalgalandırır; beyninizi durgun gölün devinimsizliğinden kurtarır. Beyniniz miskin değil, üretkendir artık. Neleri yoklamaz, hangi gizleri delik deşik etmez ki öylesi bir beyin?… Gözünüze erim, kaslarınıza devinim getirir; ayağınıza yol gösterir, elinizi işe kaşındırır; düşlerinize kanat takar, dilinizi domurtur, çiçeklendirir o kıpır kıpır beyin. Yazacaksınız, gözünüzden, algınızdan içinizin defterine… İşte, o ak kâğıda!

İnsan da yazılacak bir ak kâğıt, okunası -bilgelik örgütü- kitap değil mi?

Gerçek insan sayısına dahil her yüzün derinliğinde ya anlatamamak sancısı ya da anlamak erinci yatmaz mı? Bunun dışa uç verişini sezinlemez miyiz?

O yüzlerden etkilenim/tepkilenim, dürtükler sizi. Önünüzde bir kâğıt peçete olsa yazacaksınız. İsterse kasap kâğıdı olsun, ona dökeceksiniz duygularınızı, düşüncelerinizi. Sabun köpüğü gibi uçup gitmesin. O da ne?… O apak gördüğünüz kâğıt kaygan mı kaygan, yağlı mı yağlı: Mürekkep tutmuyor, hiçbir şeyin izini geçiremiyorsunuz üstüne. Oysa siz onu görünce ne çok sevinmiştiniz, nasıl umutlanmıştınız. Kaleminiz aracılığıyla dertleşecektiniz onunla. Düşlerinizi paylaşacak; beyinden beyine köprüler kuracaktınız. Düşünce üretimine girişecektiniz. Üretilen anlam ister üzünçlü ister sevinçli olsun, kuşaktan kuşağa eklenip gidecek, insanlığın belleğine yazılacak, geleceğe çıkarım gömüsü olacaktı. Yazık! Kaleminiz elinizde, diliniz kekeme, düşleriniz vurguna uğramış. Anladım ya da anlamadım dedikleriniz, pazarını bulamayacak malmış da, yükü, sırtınızda kalakalmış. Ne indirebiliyorsunuz, ne atabiliyor, ne de satabiliyorsunuz.

Üstünde bir yazı varsa okuyup algılanabilirim, yazısızsa ona yazarak anlam katkılayabilirim umusuyla yaklaştığınız, yazı tutmaz boş kâğıt: Bildiğiniz, endüstri işi kâğıtlardan değil, doğal yaratım: Nüfusta sayıyı çoğaltan yüzlerden birisi. Hiçbir sözü söylemi; kıvancı tasayı iyeliğine almamışından… Uzaktan fotoğrafını görseydiniz, belki de imrenecektiniz ona. Âşık bile olabilirdiniz, o, dış oranlı biçime, o insansı görüntüye.

Ne varsa; anlamaya, anlatmaya konudur diyebiliriz kolayından. İnsan anlama ve anlatmanın yaratıcısı, taşıyıcısı. Anlamı ala vere ötekini tanır, çoğalır insanlık. İç varsıllığı genişler, birbiriyle elleşir kaynaşır. İşte o birleşimin gücüyle kendisini kuşatan çemberi kırar; özdeksel, tinsel genlik edinir de esen yaşar. Böylesi insanların yüzü dümdüz değildir: Bir coğrafyası vardır; deresi tepesi, doruğu, enginiyle; mevsimlerine göre çiçek açan, yaprak döken; üşüten ısıtan iklimiyle. O iklimin, görüntünün değişimleri, olumlu olumsuz anlamlarıyla insanın yüzüne yazılır, gözünde parlar söner, elinde ayağında devinim, kıvranım, tutukluk yaratır. Okursunuz: Bir anlam haritasıdır insan, özellikle de yüzü: Apaçık, kısık, saklanık biçimde, o kişinin iç izini bulursunuz yüzünde. Yüzler anlamın topografyası, anlam alışverişinin pazarı… O topografyayı tanımadan, o pazardan alışveriş etmeden insan birbirini anlamlandıramaz.

Öyle yüzler görüyorum ki yumurtadan yuvarlak; sekilenilecek bir kıyıcığı bile yok, ona konuk olamazsınız; anlamaktan ve anlatmaktan öylesine soyutlanmış ki üstünde ne bir sevinç kanat vuruyor, ne bir üzünç kıvranıyor. Donuk bir göl yüzü, buzu yalınkat. Üstünde anlam arayışına çıksanız, buzu çatlayacak, soğuk derinliğinde yitip gideceksiniz. İç fırtınalarında çırpınan dalların yaprakları düşmemiş dibine, düşlem ateşinden bir yanık kalmamış köşesinde bucağında, öfkesinin du-manı ağmamış, şöyle uzak bir kıyıcığına; sevinç çiçeklerinin açtığına tanıklık yok yanında yöresinde. Çiçeğimsi görüntüleri, birer kaba ve ruhsuz yapım.

Kırışıksız, izsiz, yarasız beresiz yüzleri. O inişsiz çıkışsız, inadına raspalanmış, sinek kaydısına cilalı yüzleri; düşüncenin ayak basmadığı, keşifsiz topraklara, haritası çıkarılmamış bir coğrafyaya benzetiyorum. Neresinde ne var, neresi gidilesi, ne yanı gelinesi? Yönü yönlemi, yolu yolağı belirtilmemiş. Düzlüğü var mı, bitkel mi, doruğuna çıksanız, başınızdan yorgunluğun tozunu alır mı yeli? Ne bir anlam alabiliyorum o yüzlerden, ne bir anlam aktarma olanağı var onlara.

Anlamanın, anlatmanın izi düşmemiş yüzler üşütüyor beni. Karşılaştıkça merhaba bayan sayı, merhaba bay sayı diyesim geliyor. İnsanlığa ayıp olur diye susup teğet geçiyorum.

 

 

 

 

 


 

 

 

 

 ÇAĞDAŞ MIYIM?

Çağının olanaklarına yaslanıp yatmak rahatlık! Toplumun en alt katmanının sızısı yüreğimden sökülmediği için midir, batar bu rahatlık bana.

Acılarda kıvrananların tümü, milyarları milyarlara katlayan göz olur, süngü gibi doğrulur üstüme. Hazır bulduğun değerleri, kim hazırladı sana sorusu, sipsivri çengel olur, dişler durur özümü. Mağara adamından bugüne bütün insanlık, çepeçevre kuşatmıştır, dört yanımı, yerimi, göğümü.

Çağım iyi, güzel de, kendisini yaratan/yaşatan insanlık bütününü kucaklıyor mu? Çağımın gidişinden huzur alabiliyor muyum?…

    Ezberlenmiştir, sorar dururlar: Çağından sorumlu olmak nedir, sizce? ‘Çağımdan sorumluyum’ demek kolay gelir, sizi aklar, ‘çağından sorumsuz’ damgasından kurtulmuş, sorandan kabul almış olursunuz, görünüşte.

Yok canım sende! Bu çağın bütün değerlerini ben yaratmadım ki, ondan sorumlu olayım? Ağzıyla çağdaş, edimi tutumuyla yamuğa yandaş, gerçekte insan kıyıcıların, niçin çağdaşı olacakmışım? Aynı çağda yaşıyoruz ama bu çağda yaşayanların kimisiyle hiç de ülküdeş, evrendeş değilim doğrusu. Hatta öfkeleniyorum, birçoğuna: O öfkeyle “İyi ki adı gömüt taşına yazılacaklardan değilim.” dediğimde, “Niçin?” diye soruyorlar: “Az buçuk tarih bilenler, şu değer yozutucularıyla, insana kıyanlarla aynı çağda yaşamaya utanmamış mı bu adam diye gömüt taşıma tükürürler korkusuyla öyle söylüyorum.” diyorum.

Zamanımın değerlerini tümüyle benimsiyor, ona göre davranıyorum desem, çağcıl sayılacak, içinde bulunduğum çağın kirinden arınmış mı olacağım? Çağımın değerleri hangileri? Değer diye bana neleri, nasıl kabul ettirmişler? Özgür aklımla mı benimsemişim onları? Yoksa gereksinimlerim zoruyla ya da çağımın oluşturduğu anlayışın rüzgârında sürüklenen bir yaprak gibi mi?

Çağını sevmek, çağını benimseyip bağrına basmak anlamlarını içeren sözce de beni kurtaramıyor, içime sinmiyor bir türlü. Bana uyan yanlarını kabullendim diyelim, öte yanında, insan ve değer kıyımı sürerken, nedeyim öyle çağdaşlığı?…

Bakmayın tarihin bu döneminde, zamanın bu kesitinde bulunduğuma: Bütün çağları yaşıyor; insanlığın geçirdiği acıların sızısını, kazanımlarının erincini duyumsuyorum: Bu beyin bütünüyle benim değil; acısıyla sevinciyle öfkesiyle ve atılımcı düşleriyle insanlık tarihinin belgeliği. Kaç yüz bin yıllarda oluştu, geleceğe istim verecek bu birikim gömüsü?

Ayağa dikeldikten sonra ne yapacağını bilemeyen insanoğlu, savunmak için bir taşa uzanıncaya, eli araç tutmaya alışıncaya değin kaç yüz bin yılın karanlığından geçti, ne kadar acısını, sıkıntısını çekti o sürecin? Yıldırımın kıvılcımıyla yanan odunun ateşini sürekli tutmak için kaç uykusuz geceyi yaşadı, gözlerini kırpmamak için ne dirençler gösterdi? Odunu oduna sürterek ateşe kavuştuğunda, ondan büyük buluşçu, ondan daha yiğit çağ açıcı (devrimci) var mıydı? Eli araç tutarken, beyni düşünüşe açılıyordu. Yükünü kolay taşımak için, yükünün altına sürdüğü yuvarlak ağaç (ilkel tekerlek) onu, karanlığından bugüne yediyordu.

“Bilgi çağı, bilgi çağı!…”diye övündüğümüzün babası, zamanın yeli içinde tozu bile kalmamış, tarihin karanlığında gölgesi seçilmez, adı dilden çıkmış o atalarımızdır. Bilgilenmek, bir ışıktı onlar için. Araçtı, işini becermesine yarıyordu. Daha ne yapabilirim sorusu aklına düştüğünde beynini işletiyor, ileriyi düşlüyordu. Bilgisini yararı için kullandı. Ancak canı tehlikeye düştüğünde, savunma aracı yaptı bilgisini. Bilgiden bilgi üretmenin, bilimsel bilginin babası diyebiliriz onlara.

Şimdi, bütün insanlığın, sayılanması hesap makinelerini çatlatacak uzun yılları aşarak ürettiği bilgiyi kendi çıkarına kullanıp ötekisini dövmek için araç yapanla nasıl çağdaş olabilirim?

Şimdi elektrometal* araçlarla yüzünü görmediği, serçe üfürüğü kadar yeli kendisine dokunmamış insanları, bir anda, evi ocağıyla, bütün birikimleriyle yeryüzünden silen çağdaş vahşiyle nasıl çağdaş olabilirim? O ki, o insanlığın tarih boyu kazandığı (emeği olan) bilgiyi, acıya, yıkıma koşmuş. Ne işim var, öylesi gövde düşkünü, beyin kısırı, yüreği katı, kirlinin yanında yöresinde?

Dünyayı, aklınıza havsalanıza sığmayacak bir sağmal inek gibi kullananlar, gücünün dayanaklarını -teknik araçlarıyla, baskıyla- kendi dışındaki dünyadan sağıyor. Sonra o güçle bütün insanlığı dövüyor, kendi çıkarına tek biçimli, tek düşünüşlü, bağımlı insanlık sürüsü yaratmaya çalışıyor. Bütün dünyayı, para/çıkar imparatorluğunun kölesine dönüştürüyor, kazanılmış insanlık değerlerini, çıkarının çarklarını işletmek için kullanıyor. O ülkelerin sıradan insanına, halkına sözüm yok ama o ülke yöneticilerinin ve dünyada bunların yedeğine takılmak için yel yepelek koşuşturanların çağdaşı olamam, kesin!

Bütün bu budur, böyledir, herkes kabullenmiş deyip insanlığa yakışmayan kara olguyu, kabullenirsem, kişi olarak çağın kötülüklerinden üstüme de kirli duman ağmaz mı?

İnsan insanla vardır, insan insandan sorumludur. İnsanlık bütününe karşı sorumluluğum yok mu? Olmaz olur mu? Ne gövdemi, ne düşünüş dizgemi, ne de değer yargılarımı kendi gücümle kurmadım. Doğadan gelme, insanlıktan devşirme, ödünçleme onlar. Öyleyse tarihi, karanlığından sürüp bugüne getirmiş insanlığa borçluyum. Bunun sorumluluğu olacak elbet.

Sorumluluğu, kişinin kendi eylemlerinin ya da yetki alanına giren bir olayın sonuçlarını üstlenmesi olarak açımlar; ben kişi olarak üstüme düşeni yapıyorum; çağımızdaki işlerin tersine gidişi, insana yönelik kıyımı ben yapmadım ki, niçin sorumlusu ben olayım diye düşünebilirim, kafam, anlayışım yalınkat ise. O ki insanlığın şimdiye kadar oluşturduğu değerlerden yararlanıyor, onun kazanımlarından kolaylık alıyorum, öyleyse insanlık değerlerinin kalıtyedisi olamam: Yüz binlerce yılın birikimlerini tüketme hayınlığı edemem. O değerleri, nasıl öncekilerden alıp kullandıysam, benden sonrakilere taşımak, hatta katkılayarak çoğaltmakla yükümlüyüm.

Yaşadığımız çağın olumsuzlukları, kişinin tek başına aşamayacağı çap ve büyüklükte olabilir. Gücüm yetmez ki deyip sinme hakkım yoktur. Geçmişin olumlu birikimlerinden aldığım payın borçlusuyum, namuslu insan olarak, ne olursa olsun, borcumu ödemek zorundayım. Uygar insan için sorumluluk bir zorunluluktur.

Şunu da düşünmek zorundayım. Geçmişten bugüne gelen insanlık hangi engelleri, nasıl aştı? Ne kadar kıyıma uğradı? Ne kadar zulüm gördü? Pes etseydik, biz bu birikimlerin meyvesini yiyebilir miydik? Zorlanacakmışız, baskı yapacaklarmış, yadırganacakmışız, özdeksel payımız kısılacakmış. Olsun!

“Mutluluk düşünce yoksullarınındır” diye bir söz vardır. Düşünce yoksulu değilim, düşüncelerimi tek başıma ben yaratmadım, bütün insanlıktan devşirdim. Onun ırağına kaçabilir miyim? İnsanlığın acısını çekmek, insanın mutluluğuna koşulmak, zor mu zor iştir. Ama gerçekten insanlaşmış insan için, kaçınılmaz bir görevdir.

Özdeksel mutluluğu yaşayamazsınız belki, ama hiç olmazsa, insan olma çabasını boşlamış birisi olarak göçmezsiniz bu dünyadan. Öküze yem olan ot gibi yaşamadığınız, tarihin görünmez sayfalarında bir yere yazılır ola ki…

Sorumlu olacağım bir çağ varsa: sosyokültürel toprağı hazır olmayan bir ülkede -Batının 300 yılda gerçekleştirdiği- çağdaşlamayı 15 yılda Türk rönesansına dönüştüren Türk Devrim ve Aydınlamasıdır. Beni tarladan alıp insanlaştıran Cumhuriyet’e hem borcum hem saygım var. İnsanlığa, iğne ucu katkısı olanı unutmuyorum elbet. İnsanı çıkar aracı yapan, allı pullu çağlara inanacak aptallardan değilim.

 

 

 
 

 

 

 

 LÜTFEN BİRAZ ÖFKELENİR MİSİNİZ?

 

Öfke, kimi kez baldan tatlı, kimi kez de Arnavut biberinden acıdır. İnsanın iç derinliklerinde saklıdır. İnsanıl bir ayaklanıştır. Salt yıkıcılığını düşündüğümüz için, tek anlamıyla yazmışız kişisel sözlüklerimize öfkeyi. Hiddet ve şiddetle anlamdaş saymışız. Öfkesizliğin duyarsızlıktan, ilgisizlikten, sindirilmişlikten filizlendiğini düşünmemişsinizdir hiç.

Günlük gereksinimlerinizin birazını, zar zor karşılamayı mutluluk sayarsınız. Yaşamınızın çevreni, elinizdeki kadardır, ona razısınızdır. Birilerinin, sizin sinikliğinizden aşırdığı payla, sizi talan ettiğinin ayırdında değilsinizdir. Tepkilerinizi, başkaldırı diye yutturmuşlardır size. Uslu insan olduğunuzu, hiç tartışmadan yaşamanın erdem olduğunu sanırsınız, dar kabuğunun içinde yaşamınızı sürdürürsünüz. İnsanoğlunun; gerek doğanın gerek toplumsal düzenin ya da insanlar arası ilişkilerin baskısı karşısındaki tepkilerinin, olumlu gelişmelerin, bilimin, sanatın ve uygarlığın ana toprağı olduğunu kavrayacak bilinç katına ulaşamamışsınızdır da… Ondan!

Öfkelenirseniz, esenliğinizin bozulacağından korkarsınız. Yakınmaz, karşı duruşa geçemezsiniz. Ne kadar uslusunuz! Ne mutlu size!.

Öfke aklın önüne geçerse, dengeli davranış engellenir elbet. Anlamsız sürtüşmeler içinde bulursunuz kendinizi; yıpratırsınız, yıpranırsınız. Ama öfkesizlik, duyarsızlığın ta kendisidir. Duyarlılık; kendisinde, çevresinde olup bitenleri algılayıp değerlendirmeye giriş kapısıdır. Duyarlıkları doğru değerlendirebilmek için akla başvurmak gerekmiyor mu? Akıl; incelemeyi, irdelemeyi, ölçü biçiyle yargıya varmayı buyurur. Ona, mantığı koşarak doğrulara varırsınız. Akıl, doğruları kabul ettiği ölçüde yanlışlara, kötülüklere başkaldırıyı da içeren bir yetidir. Aklın bulunduğu yerde öfkenin de bulunması doğaldır.

Öfke, salt olumsuz bir tepki midir? Öfke engellenmek, incitilmek, gözdağı karşısındaki duyarlılıktır. Kişiliğin, insanlık değerlerinin, ahlâk ve estetiğin çiğnenmesine karşı çıkıştır. Hiç öfkelenmemek, teslimiyettir, karşı tarafın her eylemine destursuz ön açmaktır. Öfkesizlik, kişiyi pısırıklaştırır, toplumu sürüleştirir: Kişiliksiz, düşüncesiz, istençten yoksun bir nesne durumuna indirir.

Başı eğik kişiye, suskun topluma barış ve uyum içinde yaşadığı telkin edilir. Barış, eşitler arasında olur; uyum, bir yanı ağır basmayan karşılıklı kabulün dengesinden doğar. İşin bu yanını karıştırmanız istenmez. Kavgasız komşu, uslu yurttaş olmaya çağrılırsınız hep. Arada sırada suskunluğunuzun küçük ödünlerini tattırırlar, mutlanırsınız. Mutluluk, birilerinin, lütfen bağışı mıdır? İnsanın doğal hakkıdır!

Durup dururken öfkelenilemez ki:

* Bilimin önü kesiliyorsa, bilimin verilerinden yararlanamıyorsanız,

* İnsanca isteklerinizin olumlu sonuçlara ulaşması engelleniyorsa,

* Yaşamsal gereksinimlerinizin ortamı, birilerinin tekeline verilmişse,

* Daha önceden yaşama geçirilmiş doğrular, güzellikler tersine çevriliyor, kirletiliyorsa,

* Birileri, özgürlüklerinizin önüne ceza duvarları örüyorsa,

* Korkularla, kuşkularla yasaklara kıstırılmışsanız, niçin öfkelenmeyesiniz?

Niçin, doğal yapımızla kendimizi gösteremiyoruz? Birilerinin biçtiği yaşamı, bize bol mu dar mı geliyor demeden, kuşanmışız? Niçin lütfen ayırdıkları köşede pinekliyoruz, pusuyoruz? ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ diyoruz? ‘Azıcık aşım, kaygısız başım’ diyorsunuz?. Komşunun başına gelen bela, sizin kapınızı da çalmaz mı sanıyorsunuz? Damınızın içine sığınmak, esenlik mi? Dünya, sizin damınızdan mı ibaret? Komşunun evindeki yangın, sizin evi sarmaz mı? Yakınmıyoruz bile: Ceviz kabuğu içindeki kısık esenlik yetiyor bize. Başımızı uzatıp insanca dileklerimizi dillendiremiyoruz.

Kimsenin işitmediği yerde küfretmek ya da dualara sığınmak, ilençlerimizi Tanrı’ya havale etmek; acılarımızı bastırmaya yetiyor. İçimiz; sıkışmışlıkların, küskünlüklerin gömütlüğü.

Yaşadığı dünyada kendisini bulamayan, ahretinin talimiyle nereye ulaşabilir? “Öfkeyle kalkan ziyanla oturur.” diyerek kendimizi uyutuyoruz, siniğiz.

Peki, birilerinin emeksiz kazanç, sömürü, toplumu çıkarlarına araç yap-ma hırsı, başka türlü bir öfke değil midir? İletişim araçlarıyla, anamalıyla insanı nesneleştirenler, çağdışı düşüncelerle kafamızı örümceklendirenler, bizi sürüleştirmek isteyenler karşısında suskunluk; uzlaşma mıdır, esenlik midir? Yoksa bizi saran çelik çembere rıza mı? Nasıl kurtulacağız bunlardan? Üstümüze yönelen kara gücün önlenebilmesi için, onun karşısına, en az onun kadar güçlü olanın çıkarılmasını öngörür akıl. Duyarlığımıza, insanca isteklerimize tutunarak tepkilerimizi gösterdiğimizde, yani öfkemizi dışa vurduğumuzda, üstümüze yönelen susturma eğilimi, gerileyecektir kesinkes. İşte, o zaman, barış, uyum diye yutturulan sanılamalar, gerçek anlamını kazanacaktır.

Öfke doğal tepki, insanıl hak! Usunuzun süzgecinden geçirilmiş öfkeniz, kişiliğinizin güvencesi olacaktır. Özgür ve bağımsız insanlığınızın duvarları, dengeli öfkelerinizle örülecektir. Yıkıcılık içermeyen öfkedir; bizi bir arada, birbirine saygılı yaşamın katlarına çıkaracak. Toplum ve kişi olarak öfkelenmeyi de öğrenmeliyiz biraz.

Öfkeyi silmeyin sözlüklerinizden: Yalan, talan, sömürü, insana saygısızlık sürdükçe gerekebilir.

 

 

 


 

 

 

 GÖRKEMİN GÖLGESİNE SIĞINMAK

 

Dilimizde kullanım sıklığı azalan sözcüklerden ‘debdebe, haşmet, ihtişam, şaşaa, tantana’nın çağrıştırdığı ‘parıltı’dan sıyrılamamış mıyız ne? Bunların yerini dolduran -Türkçe- 'görkem’in; göz alıcılığına, gösterişliliğine de mi bulaştırmışız parıltı tutkunluğunu?

Yüzeysel rahatımıza düşkün, kolaya yatkınız ki; ne nedir, araştırmadan, incelemeden önümüze sürülen görkemliye, kolayına teslim oluyor, gölgesine sığınıyoruz, hemen.

Gösterişli ve göz alıcının, albenisine kapılır, hayran oluruz görkemliye. Hayranlık, yarattığı aşırı istek ve tutkuya bağıntılılığıyla; başka duygu ve değerlerimizi emer mi diye düşünmeden, önümüze sürüleni hemen kabul ediveriyoruz.

Düşünme için; duyum ve izlenim, tasarıdan ayrı olarak aklın bağımsız eylemi denir ya; doğadan gelişimizden olsa gerek; benim düşünüş dizgemin içinde doğasal gözlem ve izlenimler de vardır: Meyve bahçemizde yaşlıca ağaçların dallarında ökseler* görürdüm. Yapraklar sararıp döküldüğü halde ökseler yeşilliğini yitirmez, kışın soğuğuna direnirdi. O asalak, gücünü nereden alıyor diye düşünürdüm. Ökseye tutulmuş ağacın tezden kuruduğunu görünce, öksenin, ağacın kanını emdiğini anladım.

Kimi kavramlar; öteki kavramların üstüne binerek gösterişliliklerinin, çekiciliklerinin kanını, canını onlardan mı emiyorlar ne? Düşünürken, yazarken aklımı kurcalar bu! Marazlı mı düşünüyorum, başka bir düşünüş yolu mu açıyorum, onu bilemem.

İğne ucu kadar değer yaratanı ululamama karşın, görkemliden çekinirim: Gölgesinin karanlığında yitecekmişim gibi. Dikkatimi uyanık tutmaya, görkemliye eleştirel bakmaya çalışırım. Bu konudaki korkularım, adları yaldızlanmışları, şöyle bir salladığımda, çıkardıkları boşluk seslerinden gelmiş olmalı.

Kolaycılığın, rahata yatkınlığın kuşatmalarını yarıp daha üstün değerlere nasıl ulaşılabilir, gözümüzü kamaştıran görkemliyi nasıl aşabiliriz, hiçbir görkeme tutsak kalmamak için ne yapmalı sorularının çengeli, beynimi tırmalar durur.

Görkemlinin karşısında apışıp kalışımızın, onun gölgesine sığınışımızın, teslimiyetin yanılgısı nereden geliyor? O görkemli kimin elinde ise, kimin patentini taşıyorsa, onunla bütünleştiriyoruz görkemliyi. Görkemlinin patentini alanı, tartışılmaz egemen sayıyor, buyruğuna girmekten sakınmıyoruz. Doğru mu dersiniz? Babasının malı mı, o görkemli, patentini tekeline almışın?

Düşünüşlerle yaratılan uygarlık değerlerinin, bilimin, bilimin yaşama indirilmişi uygulayımbilimin birilerinin elinde ağırlık kazanmasına, görkemine aldanmamalıyız. Uygarlık da bilim de bütün insanlığın ortak birikimlerindendir, bütün insanlığın emeği/payı vardır, o kazanımlarda.

İnsanlık değerlerinin, bilimin, uygulayımbilimin; tarihsel çarpıtmalarla, kurnazlıkla birilerinin egemenliğine yığışmış görünmesine aldanmak, insanoğlunun, ortak emeğini görmezden gelmektir. İnsanoğlunun, bu yolda çektiği acıları unutmaktır. Nereden sağdılar, o değerlerin, yaratıların yapılanmasında kullandıkları gücü, özdeksel kaynakları? Dünyayı güdümüne alma çılgınlığına kapılanlar, insanlığın birikimlerini ellerine geçirmişler, ondan aldıkları güçle, bütün dünyayı dövüyor, insanlığın bir kesimini, sultalarına boyun eğdiriyorlar. Buna aldanmak, saflığı aşar. Daha kestirmesi, insanlığın birikim, kazanım ve deneyimlerinin inkârına götürür bizi.

Dediğimi somutlamak gerekirse, egemenliklerine aldıkları, elekrometal araçlar, derim. Dijital araçların görkemini, onu tekelinde tutanın görkemi mi sayalım? Yoksa insanoğlunun doğanın kuşatmalarını aşa aşa, tarihin karanlığını yara yara yarattığı değerlerin, deneyimlerin, birikimlerin -bugün için- son aşaması mı sayalım? Aralarındaki farkı göremezsek, insanlığın, birilerinin çıkarına sürü, iş kulu, sömürü kaynağı yapılmasına yol vermiş oluruz. İnsanlığın, bir görkemin gölgesine sığınıp kalışı, insanlığın yarattığı ortak değerlerinin yaşam cümbüşünden sapması, kendisinin sonu olmaz mı? İnsanlık, evrensel bir ortaklıktır. Dünya kimsenin iyeliğinde değildir. Dünya varlıklarının tapusu, geçmişi, bugünü ve geleceğiyle bütün insanlığın üzerine kesilmiştir.

Şu anda, dijital araçlardan bilgisayarın başında yalnızım, dijital araçlara sıcak bakmayışımı yadırgar bakışlarınızı görür gibiyim: Elektrometalin rehavetine teslim olmadığım için: “Şu çağını kavrayamamış dinozora bakın!” dediğinizi de duyuyorum. Ben de size diyorum ki: “Kolaylık sağlayan o araçların yaratılmasında, insanlığın ortak emeğini unutmayınız. Salt güncelini değil, insanlığın gelmiş geçmiş ve gelecek bütününü de düşününüz lütfen. İşte, o bilinçle, olanı biteni usumuzun terazisine vurarak bakalım; olgulara, araçlara ve dünyada nelerin olup bittiğine, kimin neyi, niçin yaptığına, insanlığı nereye sürüklemek istediğine.”

Sayısal iletişim araçlarına düşman mıyım? Yok canım sende! Önce karalamasını yapıp, kalemle düzeltip daktilo ederek yazmaktan kurtuldum.

Düşünüş akışım bozulmadan, suyun akışı gibi rahat yazıyorum, sözümün bağlantıları kopmuyor, düşünüşüm teklemiyor. Yazma kekemeliği yaşamıyorum. Ama… Ama’sı şu; daktilo takırtısından kurtuldum diye, kolaylığına aldanıp, sayısal (dokunmatik) iletişim araçlarının mekanik takırtılarına teslim mi olacağım? İnsanoğlunun, yarattıklarına teslimiyeti, kendisini nesneleştirmesi değil mi? Yakışır mı insana?

“Eee, öyleyse?…” diyorsunuz şimdi de. Onu da duyar gibiyim de… Görüyorum ki, sayısal araçların egemenleri dünyayı ve evrensel insanlık değerlerini paramparça ediyor, tarihi saptırıyor. Çıkışılmaz bir vahşetin pençesine düşmüş insanlık. İnsanlık birikimlerinin dölü elektrometal araçlar, onu yaratan insanın yıkımına mı kullanılmalıydı? Mekanik araçların görkemine yatıp kalacak mıydık, insanca tepkilerimiz olmamalı mıydı? Bu kuşatma karşısında insanca bir kalkışmaya geçmeyecek miydik? Bir güce teslim olacak idiysek, tarihin dibinden bugüne, niçin o kadar emek vermiş, niçin dayanılması zor acıları çekmişti insanlık? Bunları unutursam insan sayılmayacağımı düşünüyor, insanlık tarihine bakacak yüzüm olmayacağını görüyor, utanmalı kalıyorum, kaskatı…

Nereden çıkardın bu kuruntuyu demeyin. Sayısalın/mekaniğin gölgesine sığınıp kalırsak; özdeksele takılacağımızdan, düşlerimizin kuruyacağından, edebiyatın da sanatın da bundan eksi katkılar alacağından korkuyorum. Elektometal araçları, önceki kazanımlarımızın üstüne açmış bir kolaylık çiçeği sayıyorsak ve öyle algılayıp, insanlık yararına kullanabileceksek, onun görkemine sığınıp kalmayacaksak, ne diyebilirim size? Gelin öyleyse el ele, omuz omuza, daha da insanlaşmaya doğru!… Hiçbir görkeme teslim olmamak; insanlığın kendi yolunu ışıklı tutma özeni/titizliği değil de nedir?…

       Küçük bir ek mi desem, itiraf mı desem:

Kırk yıl daktilo kullandıktan sonra bilgisayara geçtim. Memnunum. Ama bilgisayara ‘Nermi’ dedirtemedim. Onunla kavgalıyım: “Sen, ancak kurgulandığın kadarını yazarsın. Çünkü düşünüş dizgen yok. İnsan Kasparov, seni satrançta yendi. Benim bilgisayar cahilliğimle alay edemezsin. Ben seni yaratan, kurgulayan insan soyundanım.” diyorum.

    “Bir asalaktan yola çıkıp, neler söyledin, ne yargılar çıkardın?” derseniz, size darılmam. Otsu bir nesneden kurtulacak kadar aklım, gücüm yok mu? Asalağı yenemeyen toplum asalaklara yenilsin mi, derim ben de…

Mekanik araçlar, insanoğlunu ağır işlerden kurtardı, güzelliklere olanak yarattı. Ama, bu arada, mekanik kafalar, dünyaya, salt özdekselinden bakarak, iç güzelliklerimizi kurutacak mı diye korkuyorum da, ondan uzun ettim sözü. Benimkisi, edebiyatsız, sanatsız, düşsüz insan, susuz ağaç gibi kurur ürküsü!

 

 

 


 

 

 

BÜYÜĞE AYARLANMAK

Büyülüdür büyük: Varsıllık düşü yatmaz mı içimizde, nesnedeyse gözümüz, niye küçüğe razı gelelim, boyutları benzerlerinden artık olanı yeğleriz. Sayısı çok varken, tek’i ne yapalım? Ortalamayı aşanı seçeceğiz. Üstün niteliklidir büyük, önemlidir, göz alıcı, gösterişlidir, ondan ırak durabilir miyiz? Büyüğe tutkunluk; küçüğü değiştirip dönüştürme, büyültme, yenisini kurma -ki bir anlamda yaratıcılık- özleminin, niyetinin ilk adımı. Gözü büyükte olmak, ileriye sıçratır insanı, evriltime ivme kazandırır.

Azla yetinmeyen insanoğlu, büyüğün ardına düşerek, büyüğün yaratımına koşularak kendisini daha ileriye taşımış, dünyasını bayındır, esen kılmıştır. Yarattığı ya da sevdiği büyüğün büyüsünü kendisine yansıtmış, özgüvenini pekiştirmiştir. Doğrudur da büyüğü oluşturmak yetenek, çaba, beceri ister.

İnatla, sabırla çalışacaksınız onun için. Bir de korunup kollanması var büyüğün. Görkemine gölge düşürmemekle yükümlüsünüz üstelik. Kolay mı büyüğü yaratmak, büyüğü niteminde tutmak?…

Herkesin ulaşabileceği bir büyük bulunur. Her insanın bir yetisi, yapabilecekleri vardır. İnsan işlevsiz değildir. Hangi yetenekle, hangi beceriyle, ne kadar çaba, ne kerte sabırla, hangi büyüğe ulaşabileceğinizi bilmek, asıl sorun! Salt boyutlusu, salt görkemlisi, üne şana bulanmışı değildir büyük; işlevi olanın, yarara yönelik olanın, gönlümüzü, gözümüzü gönendirenin her biri, karnında bir büyüğü saklar. Ya da yansıtır, gösterişli izlenimi verir.

Büyüğün, ne olduğunu biliyor muyuz, büyüğün küçükten çimlendiğinin ayırdında mıyız? Yoksa büyüğün kabuğundaki gösterişlilik midir, bizi yeteceğimiz yerden alıp, yetmezliğin kıyısına savuran? Ulaşamayacağı büyüklere adak mı yapıyoruz birçok insanı?

İster misiniz, eğitim alanımızdan bir olayla örnekleyeyim, insanımızı, büyük düşlerinde nasıl harcadığımızı: Bir ortaöğretim kurumunda yöneticiydim. Bakıyorum; derslerde, bayramlarda, törenlerde, öğretmenlerimiz, Namık Kemal, Mustafa Kemal örneklerini, ısıtıp ısıtıp sürüyorlar çocukların önüne. Özenecekleri, model alacakları iki kişi. İyi güzel de, imreneceklerinin, özgörevlerinden, düşünüş dizgelerinden çok, destanlaştırılmış edim ve ataklıkları vurgulanıyor, bu büyük adamların. Salt sevgisi, coşkusu üstüne ne duymuşlarsa, onu aktarıyorlar öğrencilere. Neden, niçin büyüklük kazandıklarına değinmiyor, yüzeyde dolaşıyorlar. Büyüklük, söz kalabalığının altında eziliyor, masallaştırılıyor, söylenceye dönüşüyor, gerçeğinden soyunduruluyor.

      Öğretmenler kurulunda demişim ki:

“Arkadaşlar, dönüp dolaşıp Namık Kemal’i, Mustafa Kemal’i örnek gösteriyorsunuz. Erik akıllı bir öğrenci çıkar da ‘Öğretmenim, onlar gibi olmak, o kadar kolaysa, siz niçin Namık Kemal ya da Mustafa Kemal olamadınız?’ derse, nasıl yanıtlayacaksınız?

Evet, Namık Kemal, Mustafa Kemal örnek alınacak değerlerimiz. Herkesin Namık Kemal, Mustafa Kemal olabilecek yeteneği var mı? Onların kişiliklerini oluşturan ortam, konum ve koşul; herkes için geçerli mi? Diyelim ki aynı ortamın içine düştüler, aynı konum ve koşulları yaşıyorlar, herkes, onlar gibi edim ve atağa geçebilir mi?

Yeniyetmelik çağında çocuklara, taşıyamayacakları kanatlar takmak, onları, hepten uçamaz duruma düşürmez mi? Büyük düşleri gerçekleştirmek, büyük işlerin üstesinden gelmek herkesin kârı mı? Önce sıradan insanı, insan edebilirsek, yeteneği, gücü ve sabrı olan yolunu kendisi açabilir, zorluklarını yenebilir. Eğitimin işlevi, gençleri, büyüğün altında ezmemek olduğu kadar yetişemeyeceği düşlerin yeline kaptırmamaktır. Önce çocuğu, kendi kumaşına göre dokumak, kendi var’ı üstünden ileriye taşımaktır.

Bakın okul hizmetlisi Şükrü Efendi, görevini aksatmıyor. Hemen pencereden baksanız, Demirci Mehmet Efendi’yi göreceksiniz. Gülmezin birisi; ama işinin erbabı, kimseyi aldatmıyor, komşularıyla da uyumlu. Çankaya’da oturan da, bunlar gibiler de işini iyi yaparsa, namuslu, dürüst adamsa, toplum makinesi doğru işler, düzenli yaşamı paylaşırız. Ama bunlar, benzerleri görevini yapmaz, ulaşamayacağı düşlerde savrulursa, n’olur toplumsal düzenin, verimli işleyişi?…

Ücretli pansiyon nöbetlerine, önce tek maaşlı, çok çocuklu olanları seçerdim. İşte onlardan biri, gece nöbetlerine içkili geliyor, çocukları bırakıp kumara gidiyor. Uyarıyorum kaç kez. Tınmıyor, sevgili öğretmenimiz. İşine son veriyorum. Günün birinde, neyle karşılaşsam, beğenirsiniz? Pat, iki bakanlık müfettişi, “Çankaya’daki” demişim ya, “Cumhurbaşkanına sövmüşsün.” diye soruşturmaya, kovuşturmaya gelmiş. Nöbet kaçağının, görev savsakçısının becerisiyle(!), müdürlükten alınıyor, uzak bir kasaba okuluna savruluyorum.

Bu acı olayın 15-20 yıl sonrasında, gençlerimiz kamplara bölünüp silahlı vuruşmaya giriştiklerinde, birilerinin kafasında abartılmış Namık Kemal, ötekilerinde çarpıtılmış Mustafa Kemal özentileri, atakları mı vardı? Biz mi ektik, bu tohumu diye çok düşünmüşümdür: Meşrutiyet gençlerinin yaşlarını büyülttürerek, öğrenimlerini yarım bırakıp Kurtuluş Savaşına koştuklarını, o savaşın bir gününde erden çok subayların şehit düştüğünü… İçimde kıvılcımlanan o acı, vuruşturulan öğrencilerim dağlarda öldürüldüğünde, yangına dönüşmüştür, öğretmenliğimden utanmışımdır.

İnsanları tarihsel koşulları, edimsel, işlevsel nitelikleri, özgörevlerinin gerçeğiyle, yerine oturtmadığınızda, hem onlara hem topluma, haksızlık ediyoruz gibi gelir bana.

Büyük nedir, hangi büyük, nerede büyük, kime göre, nasıl büyük, büyük nasıl oluşur, onu bilmek gerek ilkin. Milyarları, trilyonları söylüyoruz da, olağanüstünün başlangıcının “1” olduğunun ayırdında değiliz. Olağanüstülerin, sıradanın üstünde yüceldiğini göremiyoruz. Düşünür müsünüz, gövdemiz, gözle görülemeyen hücrelerin oluşturduğu örgütlenmedir. O, hücreler işlevini sürdürürse, gövdemiz sağlıklıdır; o gövdeden düşünceler üretiriz, edime geçeriz onunla, yaratılar çıkarırız ortaya. Onlarla geliştiririz kendimizi, onlarla öreriz dünyamızı. O, gözle görülmeyen küçüktür, gövde ve aklımızı sağlıklı işleten, ondan aldığımız güçle dağları deleriz, göklere egemen oluruz, gizleri delik deşik eder, kendi yararımıza dokuruz nesneleri vb.

Küçüğün işlevini bilmeden, büyüğe ayarladığımız insanları, yeteneğini aşan, yolunu yöntemini bilmediği ve becerisini kazanmadığı işlere koşuyoruz. Onların beceri çemberini çatlatıyor, sabırlarını sarsıyoruz. İşini sevmez, üretimsiz kişi olarak katıyoruz topluma onları. Salt, o insanları tökezletmekte kalmıyor, toplumun işleyişine, gelişmesine ket vuruyoruz. Sonra da yetemeyeceği büyüğün ardında, düş kanatları yoluk, o kırgın insanların, kırgınlıklarının, küçük kalmışlıklarının acısını, başkalarından çıkarmasına kızıyor, onları suçlu defterine yazıyor, kargaşanın sorumlusu sayıyoruz. Hakkımız var mı buna? Kim, bu çapraşık olgunun sorumlusu?

Dönüp baktık mı geriye, neyi, nasıl yürüttük? Olumsuzlukların kaynağı neresi? İşlevi ters, üretimi düşük, karamsar insanları, kendileri mi doğurdu, yoksa biz miyiz onların anası?

Dev büyüklerin sık yükseldiği, hele de mitleştirildiği yerde, küçüklerin boyu, daha da kısalır, nefes alamaz küçük, büyüğe analık edemez düşüncesi düştü mü aklımıza hiç? Tarihi, sıradan insanlar, omuzlayıp ileriye taşıyor ama tarih, bayrağı dikenlerin destanını anlatıyor. İyi de o sıradan insanlar olmasa idi, kim götürecekti bayraktarı, bayrağı diktiği tepeye? Sıradan insanın edimini, işlevini silerseniz, erdemini bilemezseniz, tarih tabanının sıradan işlerini kim omuzlayacak? Toplum, tavanı örtük, altı boş, yel geçiti, tabansız bir yapı mı?

İnsanı, ulaşamayacağı büyüğe ayarlamak, kişiye, topluma kötülük değil de nedir? Bırakın, herkes kendi büyüğünü gerçekleştirsin! O boyutları değişik büyüklerle güzelleşemez miyiz, esenliği paylaşamaz mıyız?…

Ne dersiniz; herkesi, kendi büyüklüğünde esen, barışık yaşatmaya?


 

 

 

 

 

 

UZAĞA KOŞULANLAR YOKSA

 

Kaba bakışa soğuk gelir ‘uzak’ sözcüğü. İnsan, doğuştan tembelimsidir; yorulmak istemez, kolayı seçer. Beynine merak çengel atmamışsa, sorup sorgulayarak ötesini özlemeye başlamamışsa, bulduğuyla yetinir. İlkel gereksinimlerini karşılayan dar yaşama katlanır. Onun için esenliktir böylesi. Tarihin karanlık fotoğraflarına bakarsanız arka yüzünde ‘yakın’ yazılıdır.

Yakın sözcüğü, sıcak görünür ilkin. Yakın dölü kolaycılıktan kişioğlu üstüne ağan karanlık, ne kadar uzun tuttu? Olanla yetinmek, değişime, dönüşüme ne kadar ket vurdu? Bunu düşündük mü dersiniz?

Yakının salıncağı, belli aralıklarla aynı noktalara gider gelir. Uyutan bir beşiktir o!

Yaşam karşıtların birliği: “Doğanın, toplumun ve düşüncenin durmayan bir devinim ve değişim içinde bulunmaları, bunlardaki evrimin her şeyde var olan iç çekişmelerin çatışması sonucu olarak ortaya çıkan olgu.” Düşünür, yazarken bu olgunun, çatışmalarından sonuç çıkarma yöntemini kullanmazsak, kavramları doğru değerlendiremeyiz: Uzak’sız yakını; yakın’sız uzağı anlamlandırmada zorlanırız. Yakın ile uzağı, uzak ile yakını eytişimin terazisine koysak mı?

‘Yakın’ kavramı sıcaktır, dostluğu, elleşmeyi, akrabalığı çağrıştırır da, ökseleri var mı? Bunu da düşünmek, irdelemek gerek. Zaman ve yer arasındaki ayrılığın azlığıdır, ‘yakın’ın ilk anlamı. Zamanın, kısa aralıklarla, üretimsiz akıp gitmesi, ömrün boşuna harcanması değil de ne? Ulaştığınız yerler, birbirine yakınsa, ötesinin yoksunluğuna düşmez misiniz? Yerleğinize çakılıp kalmaz mısınız? Güzel, sıkı ilişkileri de içerir yakınlık. Birbirine ‘benzeş’miş’ sevgileri çoğaltır belki de. Ama bağıtlandığınız o sevgilerden, sıkı ilişkilerden ötesini göremiyorsanız, özel aynasında ‘kendini severliğin’ kabuğuna tıkıştırılmış olmaz mısınız? Gelişime uzanası dallarınızda yeni çiçek açabilir mi? Bildiğiniz baharlardan başka baharları, yaşama erincini yakalayabilir misiniz?

Yakın’ın bağlamdaşı dostluk, akrabalık, kişiyi kişiye bağlar; onun törel imecesinde birbirinizi korur, kollarsınız, birbirinizden güven alırsınız. Toplumsallaşmanın başlangıcı da dostluk. Fakat yakın’ın ördüğü bir örnek gelenek görenekten kurtulamıyorsanız, bir bukağı saklı değil midir, sıkı ilişkilerin karnında? Yakın içinde yatan ‘benzeme, andırma’ anlamlarını da göz ardı etmemeli elbet. Birbirinin eşleği (fotokopisi) olanlar, ancak benzerlerini üretir: Gelişime, değişime açılmaz kapıları. Hoşunuza gitse de gitmese de, zıtlıkları içeren süreçtir yaşam. Onun değişik dallarından koparılan meyvelerdedir yaşamın gerçek tadı. O aykırı ve karşıt tatlarla uzanırsınız ilerisine, yeni dünyalara.

İçinde bulunduğumuz açmaza bakalım: Aynı sözcük kadrosuyla, aynı söylem kalıplarıyla konuşuyor, yazıyoruz. Bellenmiş yaşam kalıplarını çatlatmaya koşulmuyoruz. O nedenle sözcük kadromuz genişleyemiyor. Düşünce boyutlanamıyor, değişik söylem biçimleri yaratamıyoruz. Siyasal örgütlerimizin, sivil toplum katının tutum ve edimi, çoğuncası birbirinden ödünçleme ya da benzeği. Değişik sözler işitir, değişik davranışlar görür gibiyiz. Ama bunların, nerdeyse tümü, özü, işleyişi (mekanizması) de aynı. Bir olgunun iki yüzünü değişimsiz, dönüşümsüz dillendirmekten öteye geçemiyoruz.

Değişikmiş, önericiymiş görüntüsü veren etkinliklerin, yalnızca etiket ve yazı rengi farklı: Biri ak, biri kara. Düşünüş dizgesi, işleyişi aynı olduktan sonra, bildik tepenin ha sağını, ha solunu seçmişsiniz, ne çıkar? Başka tepeler var mı, onların doruğuna çıksanız, ne göreceksiniz? Aynı düşleri görmek, düşkoliklik değil de ne? Daha başka düşlerin özlemine düşmek yok mu? Bir yerde herkesin edimi, tutumu, düşünüşü, aynı yörüngenin bir bu yüzünden, bir öteki yüzünden bağırılıyorsa orda hiç kimse yeni bir şey söylemiyor, değişik şeyler yapmıyor demektir. Bir çaplığın, ha önü, ha ardı… Getirisi ne?

Tek kanallı düşünüş, tek tip algılayış ve görüş, faşizmin alt toprağını hazırlamak değil mi?

Ha, şu yakınlığınız, birbirinize katlanarak, tartışılarla birbirinizi onara onara düşünüş üretmek, ondan ötesini yoklamak, başka çevrenler açmak, yeni konumlar, duruşlar özlemekse, ona bir diyecek olamaz. Yakın’a sinmiş durağanlığı silebiliyorsanız, o yakınlık üretimlidir, gelişimlidir.

Yakınlığın karşıtı uzak yoksa, uzak’tan döllenmemişse o yakınlık, ilkel bir birliktelik (aşiret) kabuğunun altında kalmaktır bu! Gidilesi uzunla, ötelerden devşirilenlerle besleyeceksiniz yakınlığı. Aradaki zaman çokluğunu aşacaksınız. Eli güçlü olmazlığı tersine çevireceksiniz, olasılığı az olanı başaracaksınız ki, yakını, uzağın memesinden emzirerek büyültmüş, siz de yücelmiş olasınız, uzağa koşulmaktan yakınlığın gönencini deresiniz.

İnsanlığın yarattığı bütün güzellikler; edebiyatı, sanatı, uzağa koşan, koşulan serüvencilerin beyninden çiçeklenmiş, eliyle kurulmuştur. İnsanlık tarihindeki güzel örgeler, insanı geleceğe umutla koşturan direnç, yarına analık etmek, uzağa koşulanların, bize bağışıdır. Ne varsa, yeryüzünde güzel, doğru adına, yakında pineklemeyip uzağı arayanların düşlerinin gerçekleşmişidir. Yaşanılası dünyanın mimarı, uzağa koşulanlardır.

Uzağa koşulanlar diyorum ya, o amaçsız, ilkesiz, yolsuz yönsüz düşlerin yelinde savrulmak olmasa gerek.

 


 

 

 

UZUN KOŞU                                                                                   

Üretmek ve yaratmak sancısı

İçimizin en büyük avcısı

Düşlerin peşine düşmüşüz

İşte bundan yüğrüklüğümüz

 

Ayakların gerçekleştirdiği uzun koşuyu küçümsemiyorum: En azından yeni bir yerleğe ulaştırır, göz eriminizi genişletir. O, öyledir de benim dediğim bir başka türlüsü: Üretme, yaratma sancısı; değişim, dönüşüm yolundaki devingenlik; beyinde şimşek çaktıranı, gelişime gebe olanı!

Yaşam yüğrüğüyüm: Koşuşturmaların cilvesini yaşarım çok çok. Örnekse eve geç dönmüşümdür: Zamanı aşırmamışsam, bir ‘Hoş geldin!’ alırım. Hayli gecikmişsem “Nerelerde kaldın Bedia” derler. Her ne kadar ‘bedia’; beğenilen, şey, güzellik’ anlamlarını içerse de, bana öylesine yöneltilmemiştir, tersine göndermelidir: ‘Yeni huylar mı edindin, yaptığın güzel mi?’ gibisinden ince iğneler saklıdır içinde. “Bu soru bana mı?” desem, ‘Ya kime olacaktı?’ bakışları yönelir üstüme. “Ben, bu sabah evden çıkan adam olarak dönmedim ki eve; kendimi yıktım, yaptım, edindiğim değişik şeylerle geldim. Sizin evden bu sabah çıkan adamınıza rastlarsam, yakınılarınızı aktarırım. Bir daha yapmaz böyle densizlikleri.” derim. Şakayla karışık bir özür dileme biçimi değildir bu; gerçeğimin anlatımıdır, dilaltından. Onlara öyle der de sözümü tutar mıyım? Yoo!… Her gün, yeni bir şey yakalama yüğrüklüğüdür benim işim. Tek kırıntı edinmesem de her yeni günün avcılığından vazgeçmem, asla! Beynimle, elimle, ayağımla, düşlerimle koşturur dururum.

Herkesin yaşamı bir uzun koşudur. Ancak onu sürdürenin kafa çapına göredir genişliği; uzunluğu öznesinin sabrı, direnciyle oranlı; verisi; koşucunun işinin gereklerini bilip bilmemesi ve işini kotarmanın yol yöntemini doğru, yerinde ve zamanında uygulama becerisiyle boldur, yararlıdır ya da kısırdır. Herkes özdekselinde ya da düşüncelerinde, düşlerinde bir koşuya çıkmıştır.

Aklını işleteni, eleştirel düşüneni; nerede, kiminle olduğunu, konum ve koşullarını ve engellerini bilir, ona göre davranışa geçer, edimde bulunur: Aşamalar kat eder. Var olanın dışını merak etmeyeni, hazır bulduğu -yararlı yararsız- değerlerin oluğunda, belli bir yöne salınmış su gibi akıp gider, yakınısız. Koşusunu sürdürdüğü ömrün, kendisine niçin verildiğini bilmez. Ömür niçin koşuşturmadır ya da asalak geçirilir gibi soruları, hiç düşünmemiştir. Bilinçsiz bir akışta sürüklenir. Suya kapılmış çerçöp gibi.

Tarihin ağır/bilisiz işçileri (uzun koşucuları) vardır, bir de: Toplumun alt katmanındaki hizmetlerde ya da kendi işlerinde yaşamlarını sürdürmek için, günlük/ilkel gereksinimler için çalışanlar vardır: Halk katmanı: köylü, işçi, emekçi! Hükümdarların, feodal güçlerin, ağzı demokrat, beyni tiran ya da din tacirlerinin, tüm siyasal erki elinde bulunduran (otokrat) yönetimlerin uyuttuğu halk katmanı; onlardan çoğu, kendi dışlarındaki çapraz gidişe destek olduğunun, birilerinin semirmesine, dolaylı araç yapıldığının ayırdında değildir. Ama onlardır, yaşamın alt tabanı, başkalarını yediren, doyuran. Toplumun alt dokusundaki damar ve kan. Ta başından beri tarihi taşırlar sırtlarında. Ne öneme alınmadıklarından, ne yaşamlarının uzun koşusundan haberleri vardır. Ekmek kavgası demişlerdir edimlerine. Onlarınki de bir uzun koşu; ekmek kavgasını düşünmezsek, körü körüne. Bunlardan kimileri, bu dünyayı geçici saymış, öte dünyaya adanmıştır, din tacirlerinin uyruğudur ya da cambaz politikacının, kendi yararına güdülediği kuru kalabalıktan birisi. Kuru kalabalık, ta başından bu yana tarih tabanını sırtında taşımasına karşın; olumlu gelişimin önünü keser, ilerleyişe ket vurur. Onların yıkıp talana verdiği örneklerle doludur tarih sayfaları.

Uzun koşusunun itici gücünü, ışıklanmış beyninden alanların ayak basmadığı toplumsal coğrafyada, o kara kalabalık, artık kendi çiziklerinden, sessiz akan bir sızıntı değildir; din tacirlerinin, kirli politikacıların destek ve yönlendirmesiyle coşmuş, kök söküp çamur taşıyarak, yukarıdan aşağıya yuvarlanışla büyümüş, önüne gelen çağcıl değerleri silip süpüren kara ırmaktır. Söz arası diyelim: İnsanlığın yolunu kesmede suç, günlük/özdeksel üretime koşulan kuru kalabalığın değil; onların üretici yanını özüne ve çağına kör edip çıkarına yönelten karanlık mimarlarınındır.

Kişiden kişiye, toplumdan topluma farklıdır uzun koşunun biçemi, yöntemi: Çağından az çok haberli toplumlarda sosyal adalet kurulmuş, herkese insanca yaşama olanağı yaratılmış, esenlik payı ayrılmış ise; oradaki bireyler, bütünü oluşturan birer öğedir (enstrümandır). Onların değişik biçem ve yönlü uzun koşularıyla bir genel yaşam orkestrası oluşturulmuştur. Onların değişik yönlere koşusu, genel yaşamı renklendirir, varsıllaştırır. Öylesi toplumlarda kişilerin uzun koşusu; kişiyi, özel çıkarların hızıyla delice bir amaca fırlatarak karşıdan geleniyle çarpıştırıp her ikisini de sırtüstü yere sermez. Yeteneğinin, düşüncelerinin uzun koşusuna çıkmışların kişisel uzun koşuları, sadece sahiplerini değil, toplumlarının anlayış, düşünüş alanlarını katkılayıcı renklendirici edimlerdir.

Benim uzun koşumun yönünü yöntemini; ülkemin özgül koşulları, sorunları; daha çok geldiğim toplumsal katmanın bendeki sızısı belirlemiştir: Geldiğim yerdeki yaşıtlarımın anlayış ve yaşama bakışının değişmediğini, köyümdeki evlerin yarısının boşaldığını ve insanlarının gurbete savrulduğunu gördükçe utanıyorum: O köyden İsmail Hoca’nın, tütün tarlasında çocuk doğuran Hatice Kadın’ın oğlu, okuyup adam olacak olanaklara sahip miydi? O kuru kalabalık dediklerim dahil, halkımın parasıyla okudum. Kişiliğimi kuran olumluluklarda onların payı var, borçlusuyum onların. Halk, toplum yararına koşturuşum, onlara borçlu kalma korkusundan. Yazdığım da o. Yazdıklarımda biraz ben varsam; kökenini, ulusal ve evrensel insanlık değerlerini yıpratmadan yaşamayı ilke edinen, ona göre davranışa, edime geçen kişidir o.   

Düzeni oturmuş, insanlık değerlerini yaşamına uygulamış bir ülkede olsaydım; hayatın başka yönlerini sağmanın, sütünü emmenin tadını yaşardım. Acınmıyorum, gocunmuyorum, yakınmıyorum: Yaşadığım çağın, ülkemin koşullarının bana ödev olarak verdikleri düşmüş payıma. Ham insan olarak geldiğim dünyadan, gayrıyı boşlamış asalak olarak gitmekten, borçlu ölmekten utandığım için çıkmışım uzun koşuya. İnsan olmak, başkasının da sizin kadar hakkı ve payı bulunduğunu kabul etmekle başlar. Abartı mı olur ama diyeceğim ki benimki insanlığın uzun koşusu, zahmetli de olsa. Damağıma ulaşmayan tatları, yakalayamadığım ince zevkleri sonrakilerine hazırlamaya koşulmak, daha beynime ulaşmamış ve bilinenden başka ışık için kibrit çakmak; bir ölümlünün bırakacağı en büyük kalıt olsa gerek. Bir şeyler becerebildikse, helâli hoş olsun sizlere. Çünkü ben de birilerinin bıraktığı hazır değerlere doğmuşum. Siz de bulduğunuz güzellikleri çoğaltırsanız, korkmayın, bana borçlu kalmazsınız.

“Acınmıyorum, gocunmuyorum, yakınmıyorum” deyişim, size içtenliksiz gelebilir. Ne olduğunu bilmek, içinden geldiği katmanın acısını yaşamak da bir onurdur. Bir adamı mutlu etmeye yeter.

 


 

 

 

İÇ KİMLİK

21 Mart 2004. Nusret Fişek Vakfı’nda şiir üzerine söyleşiliyordu. “İlkelini aşmış, insanlık değerlerini edimine, tutumuna sindirmiş insan, şiir yazsın, yazmasın, şiir gömüsüdür. İnsanın şiiri, yaşamını şiirli kılan iç kimliğindedir.” deyiverdim. İçimin derinliklerinden çıkıp gelen o sözceyi ederken, gözüm, Oya Fişek’teydi. Niye ki?

Anımsadım: 1967’ de Gazi Çiftliği Lisesi, orta bölümünden bir sınıfı, Ankara Radyosu Çocuk Saati’ne götürmüştüm. Radyoevinin karanlık ve dar geçitlerinde, öğrencilerimden biri kaçırmış. Oya, fark etmiş, onu ötekilerine sezdirmeden ayırdı. Öğrencileri, Oya’ya emanet ettim. Kızımızı, taksiyle Gazi Mahallesindeki evine bırakıp dönüverdim. O olayı anımsama düşürdü dilime, ‘iç kimlik’ sözcesini.

İçime dönüp baktım: O güzelim tanılamayı, insan gibi insanı, ham/yoz insandan ayırt edebilmiş, yazmış mıydım ben? “ Sözü dilinde, sen iç kimliği bilmeden mi, geldin bu yaşa?” diye hayıflandım. Kendimi sorguya aldım. Bahri Dede’nin “Şu mahiler ki, derya içredir, deryayı bilmez.” sözünü çok kullanmama karşın, deryayı bilmeyen aptal balıklardan birisi miydim? Vah bana!… İç kimliksiz miyim? Öyleyse o güzelim sözce nasıl çıktı ağzımdan?

Ömrümün ön sayfalarında arayışa çıktım: Babam, 12 yaşımda, gurbette öğrenime bırakırken: “Oğlum, bir elmayı bölüşürken büyük payı arkadaşına ver, büyüğünü kendisine ayırana karşı da dikkatli ol!” demişti. 16 yaşımda yitirdiğim babamın sözüne uydum ömrümce, özgeciliğimi talana verdim, çok.

Yüzüme demeseler de arkamdan ‘enayi’ye çıktı adım. Babamın sözünü tutmakla, kutsal enayiliğimle iç güzelliğimi korurmuşum. İyi etmişim: Geç de olsa, algıladım, insanın iç kimliğinden uç veren bir durumu söylemek istermiş, kurağı ışıklı olası babacığım.

Adam, size sigara sunar, kendi sigarasını yakar, kibriti söndürür atar.

Tatlı (aslında yağlı) sözlerle sizi okşar da, siz yoksunuz havasındadır. Siz onun figüranı, sözünü kuzu kuzu dinleyeni durumuna düşürülmüşsünüzdür. Çevresini kuşatanlar ona göre, katkı veren ortak paydalı birey değil, onun edimini onaylayan birer sayıdır. Bulunduğu yerlek, baştan aşağı, kendisiyle doludur. Isınamamışımdır öylelerine.

Başka bir baba, kayınbabam da iç kimlik üzerine göstergeler sunmuş da ayamamışım: Celâl Efendinin kızına âşığım, kızı da bana. Töreleri yıkmak istemiyoruz, içimizde eziklik kalmasın, ana babaların iznini alacağız. Celâl Efendi, aracıyla kızını istettiğim için payladı beni: “Sonunda mutlu ya da mutsuz olacak sizsiniz, dolayısıyla da ben. Neden kendin gelmedin bana?” demişti.

Sorup araştırmış: gençliğin, yırtıcı ben’ini aşamamış dönemindeyim.

Bize belletilen şaşmaz doğrulara inanıyorum: Delişmen bir delikanlı, dikine bir adam.  “Sana kızımı değil, ayağımın tozunu bile vermek istemem. Ama kızıma soracağım, isterse belanızı birlikte çekersiniz.” dedi. Kızının evet’iyle evlendik. Saygıda kusur etmiyor, ilişkilerde tutukluk yaratmıyoruz, fakat içten biraz limoniyiz.

Nasıl baba oğul olduk Celâl Efendiyle? O da Turhal’da, biz de. Celâl Efendi, oranın sevilen, sayılan adamlarından. Öğretmen aylığıyla sıkıntıya düşeriz belki diye, yakını esnafla tanıştırdı beni.

Esnaftan Adnan Bey: “Celâl Efendi yazık etmişsin kıza.” demiş. Niçin mi? Ocak ayının başı, Turhal köprüsünde iki çocuk: Biri dört, ötekisi altı yaşlarında. Üstlerinde yalnızca gömlek, ayakları yalın: Buza basıp havaya hopluyorlar. Çocukları, Adnan Beyin dükkânına götürdüm. Baştan ayağa giydirttim. Komşudan aldırttıkları ayakkabılar da veresiye. Adnan Beyden aldığım para ile biraz harçlık, ellerine de birer çikolata. Çocuklar, ilkyaz kuşu oldu, uçup gitti. Arkalarından, dükkânın kapısına dayanmış ağlıyorum.

Bu hal, Adnan Beyin ticaret kafasına sığmamış da…

O akşam rakısı, nevalesiyle oturdu ocağımızın başına Celâl Efendi. “Evlat, özür dilerim, sen benim öz oğlumsun.” dedi.

‘İç kimlik’ sözünün tohumunu beynime eken onlarmış, oradan çıkıp gelivermiş dilime. Yaşadıklarımdan çıkarım almakta, hayli yaya imişim?…

Aymazlığımı silkeleyerek kendimi keşfettim ya, aptallar, ilk kez rastladıkları doğruyu, ilkin kendileri bulmuş sanırlar ya, ben de dış kimlik, iç kimlik üstüne birkaç söz edeyim mi? İsterseniz, size demiş olmayayım da söyleneyim, izninizle.

Kişilerin, nüfus kayıtlarını, hangi işi yaptıklarını gösteren belgelere kimlik deniyor. Onunla sorgulanıyor, onunla yargılanıyor, aklanıyor kişiler. Kimi malından, kimi toplum içindeki konumundan, bulunduğu orundan, kimi siyasal yerinden kimlikleniyor. O resmi kimliklerine bile gerek kalmadan toplumsal kuralları yarıp geçiyorlar. Öylelerin asıl kimliği, kişiliği, saygınlıkları neye dayanıyor, bakmış mıyız? Yoksa iç kimlik yoksunlarına güven, inan, bizim bir şeylerimizi mi kemiriyor?

Kimlik, kişilik, saygınlık kavramlarına bakıyorum. Kim olduğunu kanıtlayan resmi belgeleri aşıyor. Toplumu temel alıyor, insana özgü nitelik, özellik içeriyor. İnsanca davranış, edim tutum, toplumun değerleri ağırlık kazanıyorsa, bu kavramlarda, insanın kendisinin ayırdına varmadığı iç kimliğinin bulunup bulunmadığı aranmak gerekmez mi toplumu yönlendirenlerde ve ilişkide bulunduğumuz insanlarda?

İç kimliği olmayanların, iç çıplaklığını görememek, bizim iç çıplaklığımız sayılmaz mı, bir anlamda?

İnsanın iç kimliği, dış yüzeyinde, abartılarında değil, derinliklerinde saklıdır. Küçük, önemsizmiş gibi görünen tutumunda, ediminde uç verir çiçeğini ya da dikenini batırır. Oradan alırsınız iç kimliğinizin rengini, ıtırını ya da kısırını. İç kimliğin şiirini edinememişlerden kurtulduğumuz gün; ulusal ve evrensel kucaklaşmada insanlığın erdemini yaşayabiliriz diye düşünüyorum. Siz ne dersiniz?

“Yaya kalmışsın.” derseniz, darılmam.  “Darısı başkalarına” derim.

 

 

 

 


 

 

 

TANIMAK


    Tanımak, çok kapılı bir kavram: Sevgiden nefrete kadar, pek çok yöne açılır pencereleri. Kimin kim, neyin ne olduğuna ya da nitemine; kapısının birinden yararlıya, ötekisinden zararlıya ulaşırsınız. İlgilenileceği, ıskalanacağı seçersiniz. Karşılaştıklarınızı, ya önemser ya dışlarsınız. Tanımanın size sunduğu görüntüler, veriler, bilgilenmenin ilk tutamağıdır. Yakaladıklarınızın içinden gerekenini seçer, olguların gerçeğine ulaşır, yargılarınıza temel hazırlarsınız. Kanılarınızı pişiren potadır tanımak: Sevginin ana toprağı, yaratımın tohumu, yargılarınızın mihenk taşı!

Tanımanın kapısını açabilirseniz; yararlıyı yararsızı ayırt eder; sözü damıtır, diyeceklerinizi yerli yerine oturtur, söz cangılında körü körüne dönelemekten kurtulursunuz. Aklınızın, seçiminizin yakasına yapışamaz yanlışlık. Hangi yargıya uyacak, hangisini dışlayacaksınız, kimi sorumlu tutacaksınız, neye karşı duracaksınız, bilir, ona göre ayarlarsınız sözünüzü söyleminizi, ediminizi, tutumunuzu. Diliniz avara kasnak, sözleriniz kof değildir artık.

Tanımak için kullanacağınız olur’una olmaz’ına sorular, çeşitli yanıtlar getirir önünüze: Seçmeye, elemeye yöneltir sizi. İlk rastladığınızı dağarınıza atarak, anlatının karnını şişirmezsiniz. Yoklarsınız; bulduğunuzun önüne ardına bakar, geçmişini eşeler, nereye ulaşabileceğini düşünür, yarına ballanacak meyvelerini düşlersiniz. Düşünsel devitkenliğin tomurcuğu, tanımanın dallarındadır, üretim çiçekleri. O çiçekler, olandan bitenden haberli olmaya meyvelenecektir.

Bilginin anası tanımak; aklınızı öğrenmeye, araştırmaya koşar, düşünsel ürüne yöneltir insanı. Bilginin bağından devşirdiklerinizle yöntemler geliştirir, olanlarla ileriye uzanır, anlamanın ve anlatmanın, insanlığın daha üst basamaklarına tırmanırsınız, dünyanız genişler. Yolunuz açılım alır; yeni aşamaların uzun koşusuna çıkarsınız. Olandan ötesini yakalar, yaratıcılığın erinciyle kanatlanırsınız. Yakasını hiç bırakmayacak gibi sarılırsınız yaşama, yaratmaya. Siz bir üreticisinizdir, ardıllarınıza ön açmakla görevlisinizdir artık.

Tanımadan kurulan sevgi; taşa ekilmiş tohumdur, yeşermez. Ürüne durmadığı için üzülür, kızarsanız, öfkenizin sıcağında düşünüşünüz kurur, ilişkilerin ipi kopar. Tanımadan nefret ederek karşınızda düşman ordusu yaratıp yolunuza engeller örmek akıl kârı mı? Tanımamak; olduğu yerde dondurur insanı, durallıktır. İyice tanımadan kurulan bağlantıların altından sel, üstünden yel geçer; neyi ekip biçeceksiniz, hangi düşünüşü yeşerteceksiniz, o verime elverişsiz yerde?

Kurduğunuz dostlukların, ilk fırtınada niçin alabora olduğunu düşünüyor musunuz? Tanımadan kurduğunuz dostluk çadırı, niçin ilk fırtınada yıkılır?

Sözleriniz niçin maya tutmuyor? Yazdıklarınız neden birilerine kaynak olmuyor, yeni yazılara esin vermiyor? Ya da elleşerek, birbirinize omuz vererek doğruları çoğaltabileceğiniz kimselere, niçin ırak düşmüşsünüz? Birlikte örebileceğiniz güzellikleri, biriniz bir yanından, ötekiniz öteki yanından makaslayıp, insanlığı birleştirme geliştirme köprüsü kurulmasına engel olmaktasınız. Ayırdında mısınız?

Hele bir tanıyarak sevin. Söylemi, sözcüğüyle, kurgusu, kuralıyla kavrayın, kaleminizi, dilinizi ona göre işletin. Göreceksiniz dostluklar, sağlam dayanağınız olacak, yazdıklarınızda gül açacak, sözünüz şakıyacak, katkılayacak ötekisini. Tanımanın toprağına değen ayaklarınız, daha sağlam basacak yere, güvenli, kararlı adımlarla yürüyeceksiniz ilerisine.

Tanıdıktan sonra, tanısızlığı; Sokrates gibi, karşınızdakini konuşturarak, daha ötesini eşeleyip boyutlanmaya kullanabiliyorsanız, Descartes gibi, tanısızlığı olumlu kuşkulara çıkış yapabiliyorsanız; var olanı daha da gürelleştirir, yaratıcılık katına yücelirsiniz. Sözün söylemin gereklerini bilmeden; gördüğünü, gözlemlediğini, duyumsadığını, düşündüğünü tanımanın tezgâhına almadan yazmak, söylemek, duruşa geçmek, sizin güzelliğinizi bozmuyor mu? Yeteneğinizi boşa harcamayın! Yazık! Etmeyin kendinize bu kötülüğü!

Tanımak üstüne bilecenlik ettim, iri sözler söyledim ya; kendimi tanımış mıyım ben? Öğütlediler, öğrettiler, yönlendirdiler, kendilerinden yana. Birey miydim, onların sayısını çoğaltan bir benzek miydim? Kendimi arıyorum:

Kendimi bulup tanılayabilirsem; ulusal ve evrensel bağlamda konumumu belirleyebilir, kişiliğimi, kimliğimi söyleyebilirdim. Bir tek ben’i tanımak, öteki ben’leri tanımaktır. İnsanlık bütününe eklemlenmektir. Yoksa ulusal bağlamda da evrensel bağlamda da yalnızım, yalnız! Kendisini tanımamış, insanlık içinde, sıradan bir sayıdan başka nedir ki?

Kendimi bulabilir miyim, buna ömrüm yeter mi, yetmez mi? Hiç olmazsa kendimi tanıyarak, nesnesel bir canlı durumundan kurtulmaya çabalıyorum ya…

 

 

 

 

 

 

         ANMAK MI, ANLAMAK M?

 

Bizdeki anma toplantılarına ısınamadım bir türlü. Öylesi toplantılara katılmak içimden gelmiyor. Gidiyorsam, anılana saygısızlık etmemek için. Anma toplantılarını sonuna değin izlemek, hapishaneden çıkacağı günü saymak gibi sıkıntılı. Değerbilmezin birisi miyim? Anmak kavramının geçmişe yönelikliği ya da kavramın ucunu geleceğe açamamak mı, beni rahatsız ediyor?

Anma toplantılarının yas kokulu, ağıt ağızlı söylemi midir, yadırgadığım? Bayramlarda, ölüm yıldönümlerinde gömütlük ziyaretine benzetiliyor, anmalar. Anma toplantılarında söylenenlerin, eskisi ile yenisini karşılaştırsanız, aralarındaki fark, yalnızca yıl değişikliği. Anılandan çok, kendisini öne çıkaranlar, anılana yakınlığıyla kendisini vurgulamaya yeltenenler mi dersiniz, anılanı bir katkı maddesi durumuna düşürenler mi dersiniz, kitaplardan, ansiklopedilerden aktardıklarını yineleyenler mi dersiniz, alın, alabildiğiniz kadar. Her çeşidini görebilirsiniz.

Değerbilirlikten çok, dost ahbap görüşme yerine dönüştürülüyor anma toplantıları: Ünlü birisinin cenaze törenine katılmak ya da birisinin düğününde görünerek yasak savmak gibi. Ölü yakınlarının gönlünü alır biçimli anma toplantılarını, o nedenle sevemiyorum.

Anmak, başsağlığı dilemek mi? Anmak; iz bırakmışlar üstüne konuşmak mı? Yoksa anılanın bırakılarından  iz sürmek mi, yapıp ettiklerini yorumlamak, sonrasına etkilerini imlemek mi, anılanı, yazınsal, düşünsel dokudaki yerine oturtmak, damarı damara ekleyerek düşünsel, dilsel ve ekinsel birikimleri katkılamak mı, toplum, dil, düşünüş damarlarına yeni kan vermek mi? Anılanı, nesne durumundan kurtaracaksınız, canlı tutacaksınız ki: Anılanın dil, düşünüş, ekin tarihindeki kaydını yenileyesiniz!

Anmak kavramı, ilk bakışta geçmişe dönüktür; birini ya da bir şeyi akla getirmek, düşünmek anlamlarını içerir. Ancak kavramın açımlamasında geçen akıl, düşünme kavramlarına da bakmak gerekmez mi? Akıl; neyin nereden gelip nereye gideceğini ölçüp biçerek, oranlamalar yaparak, bağıntılar içinden ve irdelemelerden sonuçlara varmayı buyurur. Olan biten üstünden daha yeniye götürür kişiyi. Anmak kavramını, akıl ve düşünme kavramlarını içererek teraziye vurduğunuzda, anmak kavramı, geçmişe yöneliklikten kurtulur, anmanın üstündeki yas kokusu silinir, ağıt ağzıyla konuşmazsınız. Konu olanı, yeniden yaşatmış, onun getirilerini, geleceğe -cansuyu gibi- aktarmış olursunuz.

Yas çağrışımlı anmalar yerine, anlamayı düşünsek mi bir?

Anlamak; üretime dönük, doğruyu ve gerçeği bulduracak, kavratacak bir kavram: Bir kişinin, bir olgunun, bir şeyin ne olduğunu, neyi imlediğini bütün yönleriyle seçiklemek; yeni bilgileri bir araya getirerek, onlardan sonuç niteliğinde başka bilgiler edinmek; içinde bulunulan durumun gerçeğine erişmek. Anlamak; neyin ne olduğunu öğrenmek için karşılaştırmalarla, irdelemelerle algılamaya, olandan yeni üretime götürür kişiyi.

Hem niçin, şu anma toplantıları, insanoğlunun yüreğinden korkusunu sökemediği ölüm yıldönümlerinde yapılır ki? Her doğum, yeni bir ışık, yeni bir umudun dünyamıza ilk adımını atışı, insanlığa yeni bir katkıdır. İz bırakanı, bize yolak açanı anıyorsak; “İyi ki sen doğdun. Bize değerler bıraktın. İzinden daha ötesine ulaşırken, seni unutmayacağız.” anlayışıyla gerçekleştiremez miyiz, şu anma toplantılarını?

Kuru anmalar yerine:

* Anılan hakkında inceleme, araştırmalar yapsaydık,

* Anılan üstüne bildiriler sunsaydık,

* İz bırakanlar hakkında aydınlatıcı kitaplar yayınlasaydık,

* Elde edilen sonuçları kamuya yayabilseydik değerlerimize tutunarak yol alma hızımız ne olurdu?

 

 

 

 

 

 

 

 YAZI 

 

Yazı, insanoğlunun yaşam serüveninden çıkardığı deneyimlerin belleğine (kültür kütüğüne) kaydıdır. İnsanlığın gerçek tarihi yazıyla başlar. Toplumsal değişim ve dönüşümlerle yazılı düşünüş arasında sıkı bir ilişki ve bağıntı vardır. Yazınsal üreti, bilime; bilim yazıya, yazınsal üretime ön açmış, birbirini beslemiştir. Uygarlıkların, kültürlerin gelişim ve değişiminde yazı kadar bilimin, bilim kadar yazının payı vardır. İnsan; duyumsamalarını, izlenimlerini, özlemlerini yazıyla dile dökerek yazınsala (edebiyata) geçmiş; başka biçim yazı türü diyebileceğimiz sanat (çizgisel, sözsel, devinsel, görüntülü ve plastik) ürünleriyle duyarlığını varsıllaştırmış; düşüncesiyle edebiyata, bilimsele temel yaratmış, ön açmıştır. Uygarlıkların, kültürlerin değişim ve gelişiminde yazı kadar bilimin (bilimin insan yararına koşuluşunun); bilim kadar yazının, yazınsal üretilerin payı vardır.

Tarihin, mağara yazı ve resimlerinden, kalıntılardan yorumla ön sayfası yazılmış olsa da, uygarlaşmanın yazıyla başladığını düşünüyorum. Çünkü çıkarımlar tartışılabilir ama yazı kayıtlı, kanıtlıdır.

Duyumsamalar sanatı beslemiş; yazıyla düşünüşü somutlamışız. Duruş ve düşünüşü örgütleyen dilden çimlenmiştir uygarlaşma.


 

 

 

 

 

        ORTAK PAYDAMIZ TÜRKÇE

 

Ülkemizde -büyüklü küçüklü- 26 dilin varlığından söz edilir. Bunların ne kadar kişi tarafından, nerelerde konuşulduğu, çağımızın duygu ve düşüncelerini ifadeye yetip yetmediği, bilim kavramlarını karşılamaya elverişli olup olmadığı konusunda bir araştırma yapılmamıştır. Varlığından söz edilen bu dillerden -Türkçe dışında- herhangi birisiyle yaratılmış üstün bir sanat yapıtına ya da bilimsel ürüne tanık olmuş değiliz. Ya da ben görmedim. Anlaşılıyor ki sözü edilen diller, çevrelerindeki insanların yerel/günlük gereksinimlerini karşılamada kullanılıyor. Bunların, şimdiki işlenmemiş durumlarıyla bilim ve teknoloji çağının kavramlarını dillendirmeye yeterli olduğu ileri sürülemez. Devlet dili olamamış, yazılı anlatıma geçememiş dilleri, yerel kültürün birer rengi, genel kültürün mozaiklerinden biri olarak kabul edebiliriz ancak. Bu yargıyla, Anadolu’daki öteki dilleri ya da onları kullananları önemsemediğim, küçümsediğim sanılmasın. İnsanın anasından öğrendiği ilk dilin, doğal tepkileri yansıtmada önemi olduğunu biliyorum. Fakat Anadolu’daki kültürel, siyasal bütünlüğün Türkçeyle korunacağına, bilimin Türkçeyle yakalanabileceğine değinmek istiyorum.

Bir dilin bilimi yakalayabilmesi için yazıya geçmesi, devlet dili olması gerekir önce. Devlet dili olabilen diller, bir yerde zorunluluktur. O coğrafyada, o toplumsal örgütte yaşayan insanlar, aynı kavramlar için aynı sözcükleri kullanacaklarından aralarındaki bağ, yeniden daha güçlenecektir, dilde bütünleşeceklerdir. Anadolu’da devlet dili olarak yüzyıllardan beri Türkçeyi görüyoruz, yaşıyoruz. Türkçeyle çeşitli etnik yapıların birbirine kenetlendiğine tanık oluyoruz.

Aynı coğrafyanın, ortak kültür özelliklerinin, yaşam biçimlerinin dayatması, devlet dili olan Türkçeyle bütünleşmeyi, daha da kolaylaştırmış, perçinlemiştir. Türkçeyle Anadolu’da yeni bir kimlik yaratılmıştır. Duygular, düşünceler Türkçenin bağlarıyla örülmüş; dil, etnik kökene göre önalmıştır.

Türklerin, Anadolu’ya gelmeden önce de varsıl ve sözlü dili vardı (732, Orhun Anıtları). Yazıyı ise, en az 1500-2000 yıldır kullandıklarına tarih tanıktır. Yazılı dil ise edebiyattır, sanatsal anlatımdır. Edebiyat dili, sanatsal anlatım, ulus yaratmanın temel taşıdır. İlkel gereksinimleri karşılayan günlük dilin çok üstündedir. Kullananı (anlayanı), soyut düşünmeye götürür, duygu ve düşünce dünyasını genişletir. Yeni bir duygu, düşünce yolu açar. Aynı duyguların, düşüncelerin ortak paydasında buluşan topluluklar, ulus olma düzeyine ulaşır. Sevinçlerini, tasalarını paylaşır. Aralarındaki duygu, düşünce titremi aynıdır artık. Tarihin dibini karıştırırsak, aynı etnik kökenden gelenlerin, dillerini unuttukları için ayrı düşündüklerini, kimliklerini yitirdiklerini, hatta aynı soyun birbirine düşman olduğunu görürüz.

Yazılı dil, kültür dilidir. Yazılı dille soyut düşünmeye başlayan topluluklar, bilim katına çıkar. (Çünkü bilim, soyut düşünebilmeye dayanır.) Çevresini değiştirmeye, kendisini ezen doğayı egemenliği altına almaya başlar. Kültürel ve bilimsel erk kazanır. Bu erkle siyasal bağımsızlığına ulaşır. Sadece birtakım görenek ve gelenekle kenetlenmiş bir grup olmaktan çıkıp kültürde birleşmiş, tasada ve kıvançtaki paydasını ortaklaştırmış ekonomik/siyasal bir bütünlüğe erişir. İşte o zaman öbür uluslar arasında saygın bir yer kazanır, varlığını kabul ettirir.

Türkçenin 732’lerde, üzerinde soyut kavramları karşılayan sözcükler bulunan yazılı bir anıt diktiğini, tarihin hiçbir döneminde, uzun süre, devletsiz kalmadığını, varsıl sözlü kültürü/dili sürdürüp getirdiğini, Osmanlının bir zamanlar kullandığı karma dilden çok önceleri (Kaşgarlı Mahmut), Türkçe üzerinde inceleme ve değerlendirmeler yapıldığını gözönünde tutarsak, bir dilin, öyle birden bire kültür dili, yazı dili, devlet dili katına yücelmesi, kendisini kullananların bütün dilsel gereksinimlerini karşılaması, hele onu kullananları dünyayla bütünleştirmesi, kolay bir süreç değildir.

Kaldı ki, uzun süre ihmal edilen Türkçe, 1900’lerden beri kendisine dönmeye, ulusun bütün duygu ve düşüncelerini eksiksiz karşılamaya, bilimsel, felsefî kavramları ifadeye ça-lıştığı halde, istediğimiz düzeye tam olarak ulaşamamıştır. Ama dünyadaki dillerin evrimine, geri kalmış ulusların kendi benliklerini yaratmadaki çabalarına bakar ve onların bu yoldaki edimleriyle Türkçeyi karşılaştırırsak; Türkçenin ivmesi, (1932’de başlayan dil devrimi) az zamanda dünya bilim ve sanat katında yerini alması; onur duyulacak, imrenilecek bir gelişmedir. Şimdi buradan geriye dönüş, Anadolu üstünde yüzyılların oluşturduğu bütünlüğü çözmektir, bütün etnik grupları, ilkel karanlığına itelemektir.

Anadolu, tarihin önemli bir köprüsüdür. Buradan birçok soy gelip geçmiştir. Anadolu, binlerce olayın geçiş alanıdır. Birçok kültürün kesişim/bileşim noktasıdır. Coğrafyasının yarattığı bir alaşımdır Anadolu. Üstündeki insanlar, yaşamın dayatmasıyla -genel benzerlik içinde- yeni bir yapı oluşturmuşlardır. Bu yapıda çeşitli dillerin etki ve izleri vardır; Anadolu coğrafyasında, kültüründe, insanında. Bunların tümünü silip atmak, olası değildir. Ve de gereksizdir, anlamsızdır. Bu açıdan bakınca, yeryüzünde, bütünüyle -katkısız- aynı kökenden sürüp gelmiş tek dil bulamazsınız.

Türkçede, öz Türkçe kökenden gelmeyen birçok sözcük bulabilirsiniz. Bunların pek çoğunu değiştirmek, arılaştırmak olası değildir. Ancak Türkçe, yabancı kökenli sözcüklerin birçoğunu, kendi yapısı, kendi mantığı içinde eritebilmiş, benliğine sindirebilmiştir. Örnekse ilgeçlerin hemen hepsi, Türkçe kökenden gelmediği halde, Türkçe içinde öylesine evrilmişlerdir ki, dilimize ince anlam ayırtıları katarak, onun ayrılmaz öğeleri olmuşlardır.

Bir dilin aynı kökenden gelmiş sözcükler dizgesinden oluşması, çok istenen bir durumdur. Ancak bugünkü teknoloji ve etkileşim çağında, bunun pek kolay olmadığını kabul etmek zorundayız. Bana göre yabancı kökenli sözcük; girdiği dilin ses yapısına, dil sezgisine, zevkine aykırı düşmüyorsa; o dilin kurallarına göre çekimlenebiliyorsa, türetmeye elverişliyse; onunla sözcük salkımı, kavram dizini oluşturulabiliyorsa; o sözcük, artık girdiği dilin malı olmuştur. Böylesi fazla korkulacak bir şey değildir. Fazla kurcalamak, oturmuş yapısını bozar dilin.

Bununla birlikte ulusal kültürün (duygunun, düşüncenin) canlı örgütü olan dil; sıkıştığı anda kolaycılığa kaçamaz, hemen yabancı dillerden aktarma yapamaz. Osmanlıcayla ulusal benliğimizden ne kadar uzaklaştığımızı, bilime ırak düştüğümüzü, kendi duygu ve düşüncelerimizi yansıtan bir edebiyat yaratamadığımızı, görmedik mi, yaşamadık mı?… Dillerin ulusal kimlik belgeleri olduğunu (F.H. Dağlarca) kavrayalı beri, Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu’nun, yazarlarımızın, düşünürlerimizin çabasıyla 1930’larda yüzde 65’i yabancı olan dilimizden, yüzde 80’i aynı kökene dayanan ulusal bir dil, dünyaya açılan bir edebiyat yarattık. Ama şimdilerde, yeniden bir ters dalgaya düştük: Hiç irdelemeden Batı dillerinden sözcük aktarıyoruz. Sakınmadan televizyonlarda, radyolarda, gazetelerde, edebiyatta, bilimde kullanıyoruz. Birkaç sözcüğü aktarmakla Batıyla bütünleşeceğimiz sanısına kapılmışız. Türkçede dil tıkanmasına neden olduğumuzun ayırdında değiliz. Böylesi de, ulusal kimliğimize zarar verir; Anadolu üstündeki yerel dilleri öne çıkarma çabası kadar sakıncalıdır.

Açıklamaya çalıştığım gerçeklerin ve görüşlerin ışığında Anadolu’daki dilleri; bilimin ve aklın terazisine koyarsak, Türkçeden başkasının, bugünün iletişim/bilim gereklerine yetmediğini; şu anda onlarla bilimsel, felsefî anlatıma gidilemeyeceğini, sanatsal anlatımın yakalanamayacağını görürüz. Öte yandan anasından aldığı ilk dil hangisi olursa olsun, Anadolu insanının ortak anlaşma aracının Türkçe olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu, yaşanan bir gerçektir. Anadolu’daki ekonomik ve siyasal birliğin tutkalı Türkçedir. Küçük duyguların ardına düşerek Türkçeyi dışlamaya çalışmak, hepimizi ayrılıkların karanlığına götürür. Bugünkü yapımızı arar duruma düşeriz.

 

 

 

 

 

 

SÖZ VE İNSAN

 

Söz deyince bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan sözcük ya da sözcük dizisi ya da birkaç heceden oluşan ve anlamı olan sesbirliği (sözcük) ; bir konuyu yazılı olarak açıklamaya yarayan sözcük dizisi; yazılı, sözlü anlatım yolu gelir aklımıza: Anlama ve anlatma. İnsan, anlayarak, anlatarak kendini ve içinde bulunduğu ortamı değerlendirebilir. Kendisinden ve çevresinden haberli olabilir.

İnsanın iç dünyasını dışa vuran sözüyle, insan eşdeğerdedir. İnsanın psikolojisi sözcüğe, sözcüğün anlamı insana yansır. Kimin, kim olduğunu sözünden, yazısından çıkarabiliriz. Okuduğumuz, dinlediğimiz sözler; söylendikleri çağı, durumları çağrıştırır, konuşanın yazanın iç dünyasının ipuçlarını verir, sözün söylendiği dönemi ve söyleyenin yaşama bakışını yansıtır.

Çocukluğumda (1929-42) dinlediğim büyüklerimiz: Halkı yalnızca savaşa çağırmak, vergi almak için anımsayan Osmanlı yönetimini iğnelemek için “Ekmek vezir, et padişah.” derlermiş: Dört sözcükle, bir trajedinin vurgulanışına bakınız. Abdülhamit döneminde ekmeğin üstüne biber dökerek yerlermiş. O azığa da ‘Abdülhamit pirzolası’ derlermiş. Bu söylemin içinde -usta yazınerlerine taş çıkartacak biçimde- yakınıdan öte, ince bir kargışlama yatmıyor mu?

1919’da İngiliz, Fransız, İtalyanların desteğiyle Yunan ordusu yurdumuzu işgal etmiş. Kurtuluş Savaşı’na girişenleri padişah, şaki (haydut, eşkıya) ilan etmiş. İç isyanlar başlamış. Bir yanda düşman, bir yanda iç isyanlar: toplumsal karmaşa. Kimin, kimi neden asıp kestiği bilinmiyor. Adalet, hak, hukuk, can güvenliği, hak getire. Halkımız, o günleri, o iç karmaşayı: “Çam kadı, pelit (meşe) müftü; tilki bağlıyor, çakal çözüyor.” sözcesiyle betimliyor. Usta bir ressam elinden çıkmış bir tablodan; sahnelenmiş bir trajediden vurucu değil midir bu halk sözü?

1950’lerde, kırsal kesimden kentlere iş aş için akın başlıyor. Halkın, kentte konut edinme olanağı yok. Yasak da. Halk, kentin dış kıyısına, derme çatma bir ev yapıyor. Bu derme çatma yapıya ‘gecekondu’ diyor. Halkın yarattığı bu bileşik sözcüğün altında yatan psikoloji nedir? Ev, gecenin karanlığında, gizlice yasak bölgeye kurulmuştur. Gece sözcüğü, işin karanlıkta ve gizlice yapıldığını çağrıştırmaktadır. Sözcüğün başındaki ‘gece’ gizliliği, yasağı delmeyi vurgular. Peki, ‘kondu’ niçin? Kuşun, şıp diye bir yere konuşu gibi, hemencecik, evciği konduruvermiştir halk. ‘Kondurmak’ sözcüğünün içinde, evini yapabilmekten doğan buruk bir övünme sezilir. Bana sorarsanız, alttan alta bir gönderme de vardır, ‘gecekondu’ da. Yönetenlere: “Senin yönettiğin toplumsal yapının tabanı benim. Ben olmazsam, sen de olamazsın ya da bana benzersin.” demek istiyor halk.

Yurttaş, ‘gecekondu’ demiyor artık: “Çın-çın’da iki göz kondum var’ demeye başladı. Neden ‘gecekondu’, ‘kondu’ya dönüştürüldü? Kentle gecekondu mekânları birleşti. Gecekondulu seçmen oldu: Siyasa ona muhtaç; oy almak için, gecekondu bölgelerine yol, su, elektrik götürüyor, asfalt döküyor. Gecekondu yasallaşıyor. Halk da sözcüğün başındaki ‘geceyi’ atıyor. Halk duruma göre sözünü uyarlıyor.

Gecekondu sözcüğü hem Türkçedir, hem doğru bir betimlemedir. Türkçenin dil mantığına, işleyiş ve beğenisine uygundur. Halktır; dilin ana kaynağı. Dili, damarından devindiriyor, halk. Yaşamla ilişkilendiriyor, olgulara göre biçimlendiriyor.

Ayraç içi düşünüyorum: Dili, halk dili üstünden kültür diline evriltmede yazarımızın, düşünürümüzün payı ne oranda? Anadilimizle Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak, Türkçe yazınla kendi duyuş, düşünüşümüzü  işleyerek uluslaşmak için yapılan Dil Devrimine kim, ne zaman saldırmaya başladı? Niçin Türk Devrim ve aydınlanmasına saldırı aracı yaptı Dil Devrimi’ni? O tersine dönüş hangi açmaza getirip tıkadı, çağıncıllaşma girişimimizi?

Yakınıyla yetinmek, sızlanmadır. Çağdaş yazara yakışmaz. Kendimize de soralım: TDK’nın (Devlet dairesine dönüşeni demiyorum.) Tarama, Derleme, Terimler üzerine hazırladığı, ciltler dolusu kitapların kapağını, kaç kez açtık? Kulaktan dolma söz varlığıyla yetindik mi? TDK, vicdanı, bulunç, duyunç olarak Türkçeleştirmiş. Yusuf Çotuksöken’in, Derleme Sözlüğünde, halkın vicdan yerine yürekbuyruğu dediğini, yazına taşıdığını görünce, kendimden utandım.

12 Eylül Karabasanı’nda, resmi devlet dairesine dönüştürülen TDK, Türkçe Sözlük’ten; çağıncıl yazarlarımızdan alıntılanmış, kullanım örneği tümceleri sildi. Öz Türkçe sözcükleri yasakladı, Osmanlıcalarını önerdi. Türkçe Sözlük, tanıksız kaldı. Kuru sözcük yığını oldu. Özleşen durulaşan dille Türkçe Sözlük’ün, kullanımda yeni anlam yüklenmeyle bağıntısı koptu. Dolayısıyla çağıncıl dil ve çağıncıl yazarlar dışlandı. Dilsel sapmanın, siyasal sapmayı getirebileceğini görebildik mi?

Kentleri, köy yapılı, köy düşünüşlü gecekondular kuşattı. Kentler nüfusça azmanlaştı. Dar gelirli, özel taksi kullanma olanağından yoksun. Ama bir yerden, bir yere zamanında ulaşmak zorunda. İşyerine, vaktinde ulaşamazsa, işinden kovulur, aç kalır. Tek başına taksiye binemez. Beş altı kişinin doluşarak tuttuğu araca taksi diyemez. O ad, efendilerin, paralıların!

“Dolmuş” diyor o taşıta. Ne güzel, Türkçenin işleyişine ve yapılanın işlevine uygun. Günümüzde ‘dolmuş’ gibi çalışan, çeşitli yerlere uğrayarak taşıma yapan uçaklar için yabancı dil hayranlığıyla- ‘çartır’ diyoruz. Halkın yarattığı ‘dolmuş’tan örneklenerek, Türkçe karşılık bulamaz mıydık?

“Ayağını sıcak tut, başını serin. Düşünme derin derin.” sözcesi, halkın teknolojiye geçemediği, tıptan yoksun döneminden. Sayrılanmanın ölçütü, o zamanlar üşütmek ya da ateşlenmek. Akıl sağlığını yitiren için ‘kafayı üşütmüş’ ya da ‘üşütmüş’ deniyordu. Feodal kesime teknolojik araçlar girince, delirmek için “kafayı yemiş’ deniyor. Neden? Kasetçaların içindeki kafa denilen bölüm aşınınca, kasetçalar çalışmıyor. Ona gönderme yapılmıştır. Bundan yapacağımız çıkarım; dilin zamana, duruma, gereksinimlere göre kendisini yenileyen canlılık olduğu, söze, söyleme yeni biçim verişi.

Yine ayraç içi düşünüyorum: Kağnının arkasında ağır, sabanın arkasında başı öne eğik yürüyen köylü, iki yıl kentte yaşayınca keklik gibi sekerdi, başı doğrulurdu. Kullanılan araçla insan arasında bir benzeşme vardır. Çağdaşlaşmayı Batıya öykünme sandığımız için Batılı kavramları, dilimize ağdırmadan çekinmedik. Dil Devriminin; uluslaşmanın ve kültürümüzü kirizma etmenin ayrılmaz bir öğesi, ana ayağı olduğunu anlayamadık mı?

Feodal düşünüşte kalmış birisi: “Bir topukladım, Tokat’tan Ankara’ya dört saatte ulaştım” diyor. At’ı, en hızlı ulaşım aracı sayan düşünüşten, henüz kurtulamamıştır. Gaza basmayı, atı mahmuzlamak sanıyor da ondan. Düşünüşüyle yaşayışı uzlaşamamış. Yaşamıyla sözü uyuşmuyor. Dilsel, düşünsel geri kalış değil mi bu? Bundan yapacağımız çıkarımda; dilin gelişimiyle düşünüş dizgesi, anlayışı, doğru orantılıdır. Dilin gelişim ve değişimine uyarlanamayan dil ve düşünüş yayasıdır.

 

Düşünüş yayası siyasa erk kazandıysa

Cumhuriyetin 57.yılında: “Evinize polis mi, anarşist mi (devrimci genç) girsin?” diyordu halka.

Deveye “İnişi mi seversin, yokuşu mu seversin?” demişler. Devenin yanıtı: Düze ne oldu ki kardeş? Biri deve, biri ‘vatan kurtaran’ darbeci başı(12 Eylül 1980). Cumhuriyetin 87.yılında, Cumhuriyetli kazanımlara kan davası açan birisi: “Vatanını seven, vatanını ucuza satmaz” diyor. Demek ki ederini bulunca satmaya hazır. “Ben Türkiyeyi pazarlıyorum” diyen de o, Türkiye senin iyeliğinde mi, alım satım malı mı diye sorduk mu?

   Söz, insanın diliyle psikolojisinin bağdaşık, birbirini besler, yeder olduğunu kanıtlar. Halk katında kalan Türkçe sözcükleri, yazın-kültür diline taşımaya, kaçımız özen gösterdi?

Dildeki değişimler için halktan örnekler, aydın takımınca yadırganabilir. Kültür dilini evrilten, geliştiren aydınlar, yazarlardır. Ancak,  Türkçeyi diri tutan ana damarın halk olduğu unutulmamalıdır. O halk dilinin, sokak dilinin, umulmadık yaratıcılığından, vurucu ve kestirme söyleyişinden yararlanmayı düşündük mü? Yoksa hazır bulduğumuz sözcük kadrosu, söylem kalıplarına takılıp kaldık mı? Halk katında kullanıldığı ve argo olduğu için yadırganan sözcüklerin yazın, kültür diline katıldığını görmedik mi? Bu damarı da işletemez miydik?

Benim Türkmen kökenli köyümde, Farsça (çenar) çınar’a kabukları kavladığı için ‘kavlağan’ denir. Dağdan aşağı hızla inen çayın adı: Akınoğlu.

Köyümüz, ilkin pelit (meşe) ormanı içi alana konuşlandığı için Pelitli Tekke imiş. Köyü kuran Horasanlı bir Türkmen başının adı Şıh  Mahmudu Seyyidi Vakkas. Osmanlı döneminde köyün adı, Tekke’ye dönüştürülmüş. Cumhuriyet döneminde Akınoğlu oldu.

Yayla yolumuzun üstünü, birbirine kavuşan dallar kapattığı için, oranın adı Gölgesigüzel’dir. Anamın sözünü dinlememiş ırmağa girmiş, boğulmaktan zor kurtulmuştum. Anam dövmemiş, “Bu sana us pahası olsun.” demişti. Akıl sözcüğünün us olarak Türkçeleştirildiğini, yıllar sonra öğrenecektim. Yeri ışıklı olası Hatice Hanımın, en ağır sözü: “İşten alçak, itten alçak”tı. Okumasız yazmasız anacığımın sözü; “Üretmeden yemek ahlaksızlıktır”ın başka bir deyişi değil midir? Türkçemin eytişimciliğini (diyalektik) ve yaşama bakış felsefesini kanıtlamıyor mu?

Dil sezgimin nereden yeşerdiğini merak ettim: 1224’te Boğalı Dağlarının eteğine konuşlanan Türkmen oymağının kurduğu köyümün yer adlarını araştırdım. İki yüzden çok adlandırmanın tümü Türkçe: Durum betimlemesi, işleve bağlı, konum ve olgulara bağlı, Türkçenin işletilişine uygun.

Ana baba dilinden kopmak; kökeninden kopmak, ulusal kimliğinden yozumaktır.

 


 

 

 

        HAZIR SÖZ KALIPLARI

 

Doğa, sürekli değişir, gereksizini eler, dönüşür. Kendisini yeniler. Doğadan gelen insan da, insanın dirlik düzenliği için kurduğu toplumsal düzen de; içinde bulunduğu durumun gerek ve isterlerine göre değiştirir, dönüştürür, yeni durum ve koşullara uyarlanır.

   Dil de insan gibi yeni durum ve isterlere göre değişen, dönüşen düşünsel bir canlıdır. İnsan dili; dil insanı yeder, değiştirir. Ama zamanla içinde bulunulan durum, konum ve koşullar değiştikçe; insan değişimin gereklerine göre edim tutum alır, yeni duruşa geçer. İnsanın yaşama bakış, yaşamı algılayışı, dilin, söylemin değişimi koşuttur.

Öyle de, alışkanlıklarımız, işe yatkınlığımızı sağlamak yanında, bağımlılığa dönüşebilir. Önceden kabul edilmiş yargıları yeterli sandığımız olur. Hazır yargılardan kurtulamamak, olduğu yerde dönelemek, durağanlıktır.

Hazır söz kalıpları (deyim, deyiş, atasözü vb.) ve yetkelerin yargıları vardır. Hazır; edinilmiş kazanımdır, kaynaktır. Ta başa dönmekten kurtarır bizi. Konuşurken, yazarken, hazırı kullanmak kolayımıza gider. Ancak hazır’a takılır kalırsak değişimi, dönüşümü yakalayamaz, bilineni yinelemiş oluruz.

Geçin söz kalıplarını, bilim doğrularının ömrü, bir yenisi bulununcaya değin kesindir. Kimyada ‘atom parçalanmaz’ diye okuduğum yıl atom bombası atıldı. O yıkımla, anamalcı sömürüsünü daha keskinleştirdi, yağmacı pençesi her yere uzandı. İnsanlığın kazanımlarını kendisine sağmaya başladı. Ulusal yapıları, geçin ekonomik kuşatmayı, ekinsel (kültürel), dilsel dünya görüşü, her şey anamalcılığın etkisine açık kaldı.

Hazır söylem kalıplarını irdelemeyen, kavramlara yeni içerikler yükleyemeyen toplumlar, bellenmiş söylem kalıplarını yineler durur, düşünüşü durağanlaşır. Çağının kavramlarını, söz, söylem kalıplarını değerlendiremez. Çağının gerisinde kalır.

 

       Beş parmak bir olmaz

Bu deyim sözlüklerimizde; “İnsanlar arasında farklılıklar bulunması doğaldır.”olarak açımlanıyor. Sözlüklerimizde, bu deyimin içi doldurulmamış. Donuk bir kalıp olarak kalmış. Saptırmalara elverişli.

Türkiye’de okur, yazarını aşmaya, yurttaş sosyal adalet istemeye başladığında: Sosyal adalet yanlılarına; “Beş parmağın beşi bir mi?” diye bağırmaya başladı anamalcı görüş. Yemini aramak için havada uçan kuş, komünistlikle suçlanıyordu.

Beş parmak, ‘el’dir: Kötüye kullanırsanız yumruk olur, tokat olur; iyiye kullanırsanız, araç tutar, iş üretir.

O, beş parmak, birbirinden ayrı düşünülebilir mi? Boyca en kısa görünen parmağın adı, niçin ‘başparmak’ olmuş? Başparmak olmasa el araç tutabilir, iş yapabilir miydi? El işledi, araç kullandı. Araç kullanıp iş ürettikçe dahasını becerme isteği doğdu. Us çalışmaya başladı. El aklı; akıl elin becerisini geliştirdi. İnsanlaşmak, uygarlaşmak oradan geliyor. Soralım mı anamalcı kafaya, geçin elinizi, ayağınızın cin parmağı olmasa, nasıl düzgün yürüyeceksiniz?

‘Beş parmak bir olur mu?’ sözcesi anamalcı kurnazlığı; işlevselliği es geçerek, görüntüyle aldatmak!

Her kavramın, kapsadığı, dışladığı, bağdaştığı/bağdamlaştığı kavramlar vardır. Dilsel öğelerin ya da sözlü ve yazılı metinlerin bildirişimde üstlendikleri görevi ve işlevi vardır. Hiçbir şey salt görüntü değildir.

 

    Gelelim insanlar arasında farklılık bulunmasına: Farklılık, bir öğeyi/insanı bütününden koparmak değildir, nitem ayırdını belirlemektir. Düşünüş dizgesi yoksunu, bu ayrıntıyı göremez. Baskıcı düzenler, görüntüyle göz boyar, toplumu uyutur, diktasını sürdürür.

Elbette insanlar arasında boy, gövde, zekâ, yetenek vb. bakımından farklılıklar vardır. Ama her insanın bir işlevi vardır. Toplumsal yapı çeşitli dallara ayrılmış, birbiriyle bağıntılı, büyük bir işbölümüdür. Gövdesiyle, sesiyle, beyniyle, sanatsal yeteneğiyle; toplumun alt, orta, üst katmanında iş yapanları işletir toplumsal yapıyı. Bu iş bölümü düzeneği bozulursa, insanlığın ne duruma düşeceğini düşünür müsünüz?

 

       Bedel (eder) ödemek

12 Eylül 2010’da sözde Anayasa oylaması yapıldı: Sözümona ‘12 Eylül 1980 Karabasanı ve Anayasasıyla hesaplaşma’ tartışması yaşandı. Ağız dalaşına dönüşmüş siyasal düzen çekişmesi, halkın kafasını karıştırdı.

İktidar partisi ve yandaşları ‘evet’ oyu isterken paketin otuz yıl önceki 12 Eylül Karabasanıyla hesaplaşma, daha demokratik bir düzen getirme girişimi olduğunu savundu. Neyle? Hazır söylem kalıplarıyla.

       İşe bakın ki:

12 Eylül 1980’de 90 gün gözaltında tutulan, işkence edilen, idamla yargılanan, 10 yıl hapislerde yatan kitlesel sol/sosyalist hareketlerin liderleri, 12 Eylül’le hesaplaşma tezine karşı çıkarak halk oylamasına hayır çağrısı yaptı. Bedel ödediklerini söylediler (Cumhuriyet gazetesi 04.07.2010, s.4).

Bir başka sol kesim de 6 Eylül 2010 günlü Cumhuriyet gazetesindeki demeçlerinde bedel ödediklerini söyledi.

Bedel ödeme sözcesinin anlamını biliyorlar mıydı? Yoksa kendilerini ezenleri haklı mı çıkarıyorlardı, bu söylemleriyle?

      Başbakan da aynı yanlışta

Şaşılacak bir söylem daha (Cumhuriyet gazetesi,17.07.2010): Başbakan Erdoğan, ‘Terör belli bir bedeli ödettiriyor.’ dedi. Terör yıldırıdır, yasa dışıdır. Yasal, toplumsal düzeni yıkma eylemidir. Terörün alacağı olabilir mi? Teröre umu verilmiş, terör bir beklentiye sokulmuş olmalı ki ona bedel ödeme söz konusu olsun denileceğini başbakan düşünememiş midir?

Başbakanın tümcesindeki ‘ödettiriyor’ eylemi ettirgendir. Ettirgen eylem ‘zorla yaptırmak’ anlamı yaratır. Başbakan, zorla yaptırma durumuna düştüğünü mü söylüyordu?

Düşünüş, anlayış bakımından birbirine karşıt iki kesimin de ‘bedel ödeme’nin anlamını sökememesi şaşırtıcı değil mi?

Eder ödemek; bir şeyin değeri; bir şeyin yerini tutan karşılık, bir alışveriş ilişkisinde borçlunun borcunu alacaklıya ödemesi; bir zararı karşılamaktır.

      Solcu, toplumcu, devrimci olanlara soruyorum:

Haksızlığa uğrayan, kimileri dağlarda öldürülen, yaşı büyültülerek asılan, damgalanan, hayatı kayan gençler:

* Sizin birilerine borcunuz mu vardı?

* Zulümden başka ne verdiler ki karşılığını ödeyesiniz?

* Kime zarar verdiniz ki birileri sizden alacaklı olsun?

Meşrutiyet’in gençleri yaşlarını büyülterek Kurtuluş Savaşına gönüllü olarak katıldılar. O savaşın bir gününde şehit olan er sayısından çok yedek subay vardır. Onlar sizin dedelerinizdi. Yurdu düşmandan temizlediler, Cumhuriyeti kurdular. Siz, 12 Eylül Karabasanı’nın kıydığı gençler, durguya düşürülmüş Cumhuriyeti hakça bir düzene dönüştürmek için eyleme geçmiştiniz. Dedelerinizin başlattığı işi tamamlamaya soyunduğunuz için kıyıldınız. Sizin eylemlerinizle halk uyanacaktı, sömürü alanları daralacaktı. Egemenlerin işkulu durumuna düşürüp oy deposu olarak kullandığı halk, olura olmaza ‘evet’ demeyecek, sosyal adaletçi, çoğulcu düzen isteyecekti. Sizleri kamplara bölerek vuruşturdular. Cumhuriyeti durguya düşürdüler. Sömürülerine uygun bir kara düzen yarattılar.

Karadüzeni gerçekleştirenler, şimdi hangi orunda? Hangi siyasal erke kavuştu? Ülkemiz, ulusumuz hangi korkuyu yaşıyor?

Borçludan, borcunu ödemekle yükümlü olandan söz edilecekse; çağdaşlaşma, kültürleşme, uluslaşmamıza ket vuranlar borçludur.

Asıl borçluları, bedel ödemesi gerekenlerini sıraya dizsek, size binlerce yıl sıra gelmez.

       Nitelikli suç

Nitelikli suç sözcesi yeni girdi dilimize. Suç; törelere, ahlak kurallarına, yasalara aykırı davranış. Davranış, insana özgü. Her toplumda suç işleyen bulunur. Onlarınki kişiseldir, kişisel ilişkilere değgindir. Adi suçlardır.

Sıradan insanın, toplumun, tutum edim, davranış ve ahlakının biçimlenmesinde siyasal erkin yönlendirici etkisi yok mu? Hatta bu konuda yasa çıkarıyor, kural koymuyor mu? Toplumsal düzen adaletli işletilirse, sıradan insanlar arasındaki adi suçlar azalmaz mı?

Sıradan insanlar arasındaki adi suçların çoğalmasında, toplumsal düzeni sağlıklı, adaletli düzenlemekle görevli/yükümlü siyasal erkin payı, sorumluluğu yok mudur?

Bir de kamusal, toplumun geneline zarar veren suçlar vardır: Nitelikli suç, örgütlü suçtur: Mafya-siyasa-belli zümreden destek almadan kolayca işlenemez nitelikli suç. Yasadışı haksız çıkar sağlama örgütüdür. Zararı kamuyadır, hepimizi acıtır.

Niteliği yalnızca nesnede ararsanız, alışverişte aldanmazsınız. Niteliğini yitiren nesneyi kaldırır atarsınız. Ya niteliksiz siyasal erk sahipleri, yöneticileri? Bir ülke niteliksizlerin yönetimine düşmüşse, toplum katında niteliksizler çoğunluktaysa?

Niteliği; bir şeyin nasıl olduğunu belirten, onu başka şeylerden ayıran özellik; bireyi ya da nesneyi ayırt etmeye yarayan ve ölçebilen özellik olarak düşünegelmişiz. Bir şeyin iyi ya da kötülüğünü ayırt ediciliğini yalnızca nesnelere değgin olarak yorumlarsak, nitelikli suç işleyenleri onaylamış oluruz.

 

       Hak etmek

Hak; adaletin, hukukun gerektirdiği ya da birine ayırdığı şey, kazanç.

Hak etmek; emek karşılığı olan şeyi elde etmek; olumlu bir sonuç elde etmek. Hak emekle bağıntılı: Emek; bir şeyin yaratılması ya da üretilmesi için harcanan bedensel güç ya da kafa gücü. Eli kolu ile özdeksel üretim yapan ve beyniyle düşünsel, dilsel, sanatsal üretim işçilerine ilişkin.

Üniversite öğretim üyeliği yapmış, iktidara aday bir siyasal kuruluş başkanı, kötü gidiş için: “Türkiye böylesini hak etmiyor.” demişti. Hak, aynı zamanda olumluluğu içerir.

Halk, çalışmadan başkasının emeğinden yararlanana ‘gölge eşkiyası’ der. Bir ülkede vurguncu, soyguncu, rüşvetçi, talancı, hortumcu, hayali ihracatçı, kaynaklarımızı başkalarına peşkeş çekenler varsa, yukarıdaki tümceyi söyleyen siyasetçi, iktidar olsa ne getirebilir?

‘Hak etmek’i, onun gibi kullandığımızı varsayalım; şu saydığımız talancı takımı neyi hak ediyor?

Hak’ı hukukla bağdaştırmamış bir toplumda, hukukun üstünlüğünden söz edilebilir mi, demokratik düzen kurulabilir mi?

Varsıl sözlü dilimizi, yazılı dile (düşünüşe) dönüştüremediğimiz için mi, böylesi yanlışlara düşüyoruz dersiniz?


 

 

 

 

 

YAKASI KARANFİLLİ ÜÇ DELİKANLI

 (Öykü, şiir, deneme)

Yazın türleriyle içime yaptığım yolculukta yakalamaya çalışırım kendimi. Yazın türleri benim eğitmenim, içimden yontup inceltiyorlar, kaba özümü. İnsanlık katına ulaştımsa, onların eliyle, onların emeğiyledir. Tümünden katkılandım. İçlerinde delişmen, üç akraba çocuğu var ki bayılırım onlara. Yeniyetmelik aşkını yaşayan, yakası karanfilli delikanlılar gibi, bu üç afacan, yakamdan inmiyor. Onlar inse ben onların yakasındayım: Şiir, Öykü, Deneme, aynı gözeden serinletici sular sunup esenliyor insanı.

Niçin akraba çocukları diyorum onlara biliyor musunuz? Şiir, öykünün kız kardeşiymiş; öykü şiirin oğlan kardeşi; deneme de şiirin teyzesinin delişmen oğluymuş gibi gelir bana da, ondan.

Aynı gözeden su taşırlar dedimse de içimleri, sunuşları, biçemleri farklıdır. Aynı gözenin çevresinden devşirdikleri çiçeği sunarlar size, ama herkesin çiçeğinin soyu aynı gibi görünse de renkleri değişik, demet bağlayışları birbirine benzemez, ayrı gülücük saçan demetler. Damarlarındaki kanın rengi, yaşatıcı dolanımı benzeşik fakat nabzınızda vuruşları başka. Bir de sevimli sevimli içinizden sürtünürler ki size, dokunuşlarından haz alırsınız, gönenirsiniz. Fırça vuruşlarıyla sizi bezeyen üç usta mimar, bu tatlı yaramaz kardeşler, tanışıklığı dostlukla pekiştirirler, hemen. Her biri, bağımsızlığına titizdir, oysa imeceye aynı anda katılırlar. Hani Olimpiyat Çemberi vardır; çizimleri iç içe geçmiş ama her biri ayrı alana sahip. Öyle bir akrabalık, öyle bir yakınlık vardır; şiir, öykü, deneme arasında. İmecedeki payları ortakmış gibi görünür, kaba düşünüşe. Neden mi?

* Dil işçiliği,

* Yoğun, sıkı anlatış,

* Doku örgütlülüğü,

* Kurmaca,

* İmgenin kanadında uçuşa çıkmak,

* Okurun düşlerini genişletmek,

* Anlağı kamçılamak,

* Okurunu, okuma öncesinden farklı/üst konuma çıkarmak bakımından aynı işleve koşulduklarını sanarsınız.

Aslında üçü de kendi sıkıdüzenini uygular, alttan alta. Bakmayın, çemberin iç içe geçişine. Her biri, ayrı imparatorluk, bağımsızlığının burnundan kıl aldırmayan. Her ne kadar birbirlerinin yöntem ve öğelerinden çalıntıları olsa da, bilirler, ötekisinin suyundan çokça içtiler mi nitemlerine, özelliklerine gölge düşeceğini, kişiliklerinin zedeleneceğini. Asla, birbirlerine teslim olmazlar; öylesine kıskanç, öylesine bencil ve özenlidirler sınırlarını korumada.

Şiir, çalımlıdır “ ‘İlkin söz vardı’ diyorsunuz, işte o benim, ben varım” diye öyle tafralı sallar ki bayrağını, görmeyin! “İnsanoğlunun ilk dili benim’ sözü düşmez ağzından. Düzyazı türlerini dölü sayar, analık taslar, biraz haklı mı ne?

Anayım dese de hiçbir erkekle halvet olmamış, kız oğlan kız. Meryem’den önce Meryem, yalvaç anası… O, ne fettan ne kösnülü kızdır! Tüm şairlerin ‘imkansız sevgilisi’. Yüzyıllardır ardına düşmüş şairlerden hiçbirisi yatağa atamamıştır bu haspayı. Ele avuca gelmez sığmaz, kuramını, kuralını kendi koyan, yöntemini kendince değiştiren… Kesin tanımsızlığından belli kurama çakılmamışlığından, sürekli özgür kalan… Özgürlük susamışı insanoğlunu ardından koşturmasındandır, albenisi, ölmezliği.

Tutmaya çalışırsınız, kaçar. Avlama yolunu yöntemini yakalayacağım derken, yeni giysi, yeni imgelerle çıkar karşınıza. Amanın, ne zordur onunla uyuma girmek, onunla iş birliğinde ustalaşmak! Emek, yöntem, ustalık yetmez, onunla sürekli barışık kalmaya. Kendi adıma diyorum ki, onun böyle tutulmaz, elde edilemez haspa olduğunu bilseydim, hiç ardına düşer miydim? Ama onunla tanışmak öyle güzel sayrılık ki bir daha kurtulamazsınız, ömür boyu sancısını, erimini, erincini yaşarsınız, bu güzel sayrılığın.

Hele kaprisine, akıl erdiremezsiniz, bir türlü doyuramazsınız onun isterlerini. Hiç kimseyle ilgilenilmesin, hep kendisine çalışılsın ister. Onunla bir kez tanıştınız mı, aynanıza başka güzel düşmeyecek, ümüğünüzü sıkmış egemen... Azıcık boşlarsanız, hop başka kucağa, ne kadar geri çağırsanız, bir daha döndüremezsiniz, asla! Yitirilmiş sevdasında kırgın, çırpının durun artık, ömrü billah. Gittiği kucağı adres tutar mı, nerde?… Size göre maymun iştahlı bal arısı, herkesi, kendi yaylasına tutsak edecek. Başka adresleri yasaklayacaktır.

Yaşam bir uzun öyküdür. Herkesin öyküsü, öyküleri vardır. Kendi öykülerinizi ayırdına varmadan yaşanmışlığın dolabına atarsınız ya da anıya dönüştürüp birisine aktarma fırsatını kollarsınız. Kendi öyküsünden kendisini çıkartıp evrilmeye eğilimli değildir insanoğlu, nedense. Başkalarının öyküsündeki olmuşluğa yakın duruşumuz, dedikodu düşkünlüğümüzden mi geliyor. Belki de öğrenme, başkalarını tanıma merakımızdan. Öyküye daha çabuk uzanıveriyor elimiz. Öykücünün kurmacayı dillendirmesi, düşlerimize kanat mı takıyor ne? Düş tutkunluğumuz mudur, bizi öyküye yönelten, ilmikleyen? Öykünün, yaşamın bir kesitinde geçmesi, bir durumu, bir olayı, izlenimi düşünsel görüntüye dökmesi, onu sevimlileştiren, kabul kolaylığına ulaştıranı mıdır, bilmem ki. Öykünün tek dilli olmaması, her ağızdan konuşması, bizi toplumsallığa ilişkilendiriyor gibi gelir bana.

Romandan çalar öykü. Kimi kez, romanın karnında gizlenir. Denemeden aşırır, biraz. Şiiri barındırır dokusunda. Kumaşında düz şiir de vardır.

Doğrudan insan yaşamından, duyumsamalarından, özlemlerinden, izlenimlerinden, düşlerinden örülü olmak, öyküyü sıradan insana bile yakın kılar, kavgacı okurla bile barışa hazırdır.

Çoğuncası, kendisini sorgulamayan, eleştiri deyince cinlenen insanoğlu, öykünün içinde hallerinin, enine boyuna dokunduğunun ayırdına varamaz pek. Bir başkasına bakıyormuş gibi seyreder, öykünün aynasını. Bilmez ki kendisidir, gördüğü. Öykü kişisine imrenirken, onun yanlışını teraziye vururken kendisidir, yeniden dokumaya aldığı, evrilttiği.

   İmgesellik, yoğunluk, dil işçiliğiyle şiirin oğlan kardeşi olan öykü, efelenmeden yaklaşır size. Macerasına katılırız, onda kendimizden kesitleri yeniden yaşarız, daha bizdenlik buluruz öyküde. Onda, denemedeki düşünce şimşekleri, şöyle bir çakıp geçiverir. O bakımdan denemeye teğettir de, öyle birdenbire açamazsınız, ikisi arasındaki kapıyı. Doğrudan insan yaşamına konuşlandığı için, daha bir yakın buluruz öyküyü kendimize. Çat kapı, girebilirsiniz onun bahçesine.        Afacan akraba delikanlılardan öykü, en halkçıl olanı desem, yanlış mı olur?

Deneme, yazarının özel ülkesinden insanın topografyasına yolculuk.

Şiirin alt dokusunda gizlenen; öykünün koynundan ara sıra başını uzatan düşünce, boylu boyunca karşınızdadır. Kesin yargı biçmeden, düşünsel çevreninizi genişletir, size sözünü etmez görünerek. Deneme kardeşlerine göre ökecedir, bilecendir, filozof özentisini örtüleyerek söyleşir. İnsan soran, sorgulayan bir yaratık değil midir? Deneme, insanın bütün hallerine soru çengeli atıyorsa, nasıl uzak durabiliriz ondan? Konusunun özgürlüğü; toplumsal, geleneksel kurallara sıkışmış insanı, niçin, gizli özgürlük yaylalarına götüren kılavuz olmasın?

Bir kişiyi odak almış, bir kişinin ağzından konuşuyormuş gibi görünse de, bir insanda bütün insanlığın gizli oluşundan ötürü, kendinizi kolay bulursunuz denemenin içinde. Özel bir alanı yok sanarsınız ama bütün alanlara giriş vizesi vardır elinde, peşin. Özgür yapı onun omurgasıdır. Kuralların ağına takılmaz. Sizi de özgür kılar, okudukça. Genel geçer olarak kesinlemeden, özel görüş ve düşüncelerini sunar kabulünüze. Özel söyleşi örtüsündedir sav’ı, özel etiketli. Söyleşir dedikse de kavgacıdır, aba altından tartışmacı…

İçinize sokulurken kavgacılığını, tartışmacılığını koltuk altında saklar. Buyurganlık taslamadan, düşüncelerinizi boyutlandırmak amacı yatar derininde.

Hani diyorum ya, denemeyi özgür yapısı, belli alansızlığı, kural kırıcılığı bakımından, şiirin teyzesinin delişmen oğlu saymak, hiç de yakıştırma sayılmaz, gerçektir.

Yazın türleridir, bizim iç mimarımız. Dış kalıbımızı, iç donanımlı kılmak için onlardan uzak kalmamak gerekir de, bana göre delişmen üç delikanlı; düşlerimize kanat takmak, kurallardan yozutmak, sürekli yeniliklerin kapısını aralamak, özgür düşünceye uzanmak bakımından, insana daha çok yakışıyor mu ne?

YAZAR-BİLİNÇ- SORUMLULUK

 

Elektrometal (dijital) araçlar haberleşmeyi kolaylaştırdı. Geçiyorsunuz bilgisayarın başına, tuşlara basıyor, dünyanın her yerine ulaşıyorsunuz.

Bir dokunuşla, evinizin penceresinden bakarmış gibi, bütün dünyayı görüyorsunuz. On binlerce km. ötedekiyle yüz yüze görüşebiliyorsunuz. Bilgisunar (internet) dünyayı küçülttü. Dünya, avucunuzun içinde. Aşamayacağınız bütün engeller yıkıldı. Hızlı akan, ister ve gerekleri çoğalan yaşamı, her yönüyle görmek ve anlamak için bilgisunar çok önemli bir kolaylık. Bu kolaylığın yarattığı fırsat, yaşamın yakalanamamış yanlarını anlamak, çözülememiş sorunlarını çözmek için mi kullanılıyor?

İnsanoğlu fırsatları, yararına da zararına da kullanır. Kurnazlara, at oynatacağı bir alan mı açıldı diye ürküleniyordum.

Ne yazık ki korkum gerçekleşti. Bilgisunar yazarlığı ve dergileri türedi. Yazarlar arasına sığınmış/yamanmış kimileri; dağda çobanın ırlaması gibi, ezgisi bozuk türküsünü çığırıyor. Başkalarını çarpıtarak yansılıyor. Birinin izleğinden koşmayı yol almak sanıyor. Şuradan buradan apardığı bilgi/izlenim kırıntılarını, gelişigüzel aktarmakla yetiniyor.

Çalakalem, aklına eseni özel duygulanımlarını yazanlara açık ne çok gazete, dergi var ki oralarda döktürüp duruyorlar. Önce kendisini, sonra nerede, hangi koşul ve konumda olduğunu keşfedemeyenler, gerçek yazarlara ön alıyor, yazmak eyleminin içi boşaltılıyor.

Yazmak eylemi:

* İnsanı uyarmak, sarsmak,

* İnsana yeni duruş kazandırmak,

* Yeni düşünüş ekenekleri açmak; yeni çevren açmak,

* Dili ve düşünceyi yazınsalın tezgâhında ince ince dokumak,

* İnsanı daha insanlaştırmak işçiliğidir.

Yazar:

* İnsanlığın ön sayfasından, orta ve son sayfasından birikimler almıştır.

* İnsanlığın geleceği için düş kurar.

* Var olan yargılara tersinden bakabilir, eleştirebilir.

* Edindiklerini yorumlayabilir.

* Metinden yeni metin üretebilir.

* Mevcudu katkılar, ileri sektirir.

* Öncesinden yararlanmakla birlikte, başkasının izini sürmekten sakınır.

* İnsanlığın, duyarlı yüreği, sorgulayan  aklı, irdeleyen mantığıdır.

* İnsana yönelen kötülüğe karşı ayaklanan insansal tepkedir.

* Yalnızca kendisinin değil, insanlığın bilinç ve sorumluluğuyla yükümlüdür.

İnsanın acısını, sevincini söyleyen ağzı; yazarlar, düşünürler ve sanatçılardır. İnsanlık değerleri olarak ne varsa elimizde, onların üretimi, bize bağışıdır.

Her yazar, kendisini yazar: Dünyaya, insana, olgulara kendi evreninden bakar. Dıştan algıladıklarını, beyninin tezgâhında dokuyup (düşünüş endüstrisi) üstüne kendi damgasını vurduktan sonra, sanat ürünü olarak sunar yazın alanına. Bir yazarın düşüncesi, duyarlıkları, yaşama bakış ve yazış biçemi, öz yaşamının derinliklerinden alır özsuyunu. Buradan bakınca yazara; derininde yatan kişilik etmenleriyle yazarın ürünlerinin örtüştüğünü görürsünüz. Yazarın o dipteki duyarlığının edim ve tutumunun ipuçları ürünlerindedir.

Her yazar, kendisini yazarken, gerçekte kendi ekin (kültür) ikliminin türküsünü söyler. Toprağının, insanının acısıyla kıvranır, sevinciyle kanatlanır.

Bilgisunar yazarları, henüz başlangıçta, giderek doğru yolu bulabilir, diyebilirsiniz. Keşke öyle olsalar, birbirlerine sövüyorlar, iftira ediyorlar. Sorumsuzluğu, özgürlük sayıyorlar.

Bilinçli, kendisinden, ülkesinden ve insanlıktan sorumlu yazarlarımıza gölge düşürebilirler mi kuşkusundayım da…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

EDEBİYAT KİTAPLARININ ERDEMİ

 

Söz, yazıyla ete kemiğe bürünüyor, gücünü kazanıyor. Bir de damıtılarak kitaplaştırılırsa, erdemine kavuşuyor, kılavuzu oluyor insanlığın.

Kitapsız sözcüğüyle; inakçı düşünüşteki dinsiz, imansız anlamını aşarak, kafası boş, gönlü kuru, yargıları dar, beğenisi düşük, çağının görüşüne erişememiş, bilgice yaya insanları anlatmak isteriz. Kimi zaman da bu sözcükle acımasızlığı, katı yürekliliği vurgularız.

Kitaptır, geleceğin kapılarını aralayan, dünyamızı aydınlatan, bizi içimizden incelten, yeniden yoğurup pişirip, değiştirip, dönüştürerek daha üst kimliğe taşıyan.

Aklın, sorgulamanın, irdelemenin önünü kesen, yoruma ve üretime kapalı, buyurgan kitaplar değil dediğim. Kitap dediğin, dişi olmalı. Kestirmecilikten uzak olmalı, yeni düşüncelerin tohumu bulunmalı toprağında. Kitap kitabı doğurmuyorsa, zihninize açılım getirmiyorsa, insanı belli görüşlere tıkıyorsa; insanlığın yıkımı orada başlıyor. Kitap, önünüzü aydınlatacak, ışık olacak yerde; sizi değiştirip dönüştürecek, daha üst kimliğe ulaştıracak yerde, kara bir çul olup kapanıyor üstünüze. Özellikle de inakçı kitaplar! Onu bürünenlerin, ışıktan gözü kamaşıyor. Aydınlığa saldırmaya başlıyorlar. Çağdışı kafaların elinde böylesine ters işlev yükleniyor kitaplar. Dölsüz, düşsüz kafayla algılanan kitaplar, hele de inakçı anlayışla yazılan ve kavranan kitaplar, durağanlığın granitle örülmüş kalesi oluyor, geçemiyorsunuz. Dil, düşünüş kısırlaşıyor. Aydınlık pencereleri kapanıyor.

Her iyi kitap, düş döşeği, düşünce odağı, sorular toplamıdır. Onlarla insanın, öteki insan yanındaki varlığını, saygınlığını kabul eden anlayışa varamamışsanız, zihin çapınız genişlememişse, yüreğiniz incelmemişse, başkasının acısını, sevincini kendinizde yaşayamıyorsanız, aydınlığı seçebilir misiniz? Başkalarının da sizin kadar mutluluk hakkı bulunduğunu kabul edebilir misiniz? İnsanı içinden yontan, onaran kitaba değmemişse eliniz, dünyanın en varsıl madenlerinin üstünde oturun, en bitkel toprağında yaşayın, en ileri teknolojiye sahip olun, en iyi yönetim düzenini uygulayın, boşuna!

 İnsanı ve onu yaratan doğayı temel almadıkça, bunların gizemlerini kurcalayan kitapların ışığı alnınıza düşmedikçe, yalnızca araç kullanan, hemcinsleriyle kavga eden bir yaratık olarak kalırsınız.

Hümanizmanın doğuş zamanında, 15. yüzyılda buyurgan kralların binlerce kitaba sahip olduğunu öğrenmiş, bilmişiz. Balçıktan yaratıldığı söylenen insanın kuşkuyu yakaladığına, bilincini kuşanmaya yöneldiğine tanık oluyoruz. Önce insanlaşma. Kendini, doğayı, çevresini sorgulama. Yaratılanı, yaratıldığı gibi sürdürmek, var olanla yetinmek değil. Yeniden yaratma çabası, geliştirme, değiştirip dönüştürme. Sorgulama, araştırma, inceleme, irdelemeyle. Bunların ana kaynağı kitap.

Bu noktada bizi düşünüyorum: Mustafa Kemal’in Başkumandanlık Meydan Muharebesi çadırlarında Çalıkuşu’nu okuduğuna, şimdi Anıtkabir’de bulunan kitaplarının (3.997 kitap) çizile çizile, not düşüle düşüle okunduğuna tanık oluyorum. Drina Köprüsü’nü, İsmet İnönü’nün benden önce okuduğunu duyunca utandığımı anımsıyorum. 1961 Anayasası, halkın onayından geçmiş, hukukun üstünlüğünü temel alan demokratik bir belgeydi. Önü eyleme, sürekli devrime açıktı. O Anayasanın hazırlanmasına ön açan 27 Mayıs Devrimini gerçekleştiren öncü birine ne okuduğu sorulmuştu: ‘Beyaz Zambaklar Memleketinde, Finlandiya’ diye yanıtlamıştı. O kitabı, ben 13 yaşımda okumuştum. Şimdi anlıyorum: Coşkuyla karşıladığımız o atılımın, niçin açılımını sürdüremediğini, çiçeksiz kaldığını.

Hiç okumamışlar mıdır, o dönemin yöneticileri ve ardılları? Okumuşlardır da: Pek çoğununki diplomasını almaya yetecek kadar. Bakmayın kimilerinin kamyonlar dolusu kitap yaktırttıklarına, kitapları suç kanıtı olarak televizyonlarında gösterttiklerine. Onların da kitapları vardır. Vardır da: İnsansız, edebiyatsız kitaplar. Ekonomi okumuşlardır, teknik kitapları okumuşlardır. İnsanın macerasına ilişkin kitaplardaki sınırları polisiyeye bile ulaşamamıştır. Red-Kit’te kalmışlardır. Onların insansız, edebiyatsız kitapları, çıkarlarına yol açma kılavuzudur. Varın sorun, o egemenlere: kaçı, bir yılda, bir akşam yemeğinin ederi kadar edebiyat, sanat kitabına ödeme yapmıştır.

Kitapsız, dolayısıyla yüreksiz kalınınca ne yapılacağını, nasıl tutum ve tavra düşüleceğini kestirmek güç değil. Şaşmayalım birilerinin yapıp ettiklerine.

Nüfusça çoğalıyoruz. Bir bakın, ülkemizdeki edebiyat, sanat kitaplarının satışı buna koşut mu? Yıldan yıla çoraklaşıyor kitap dünyamız, yüreklerimiz. Nerden beslenecek bu kafalar, neyle incelecek bu yürekler? Hangi üniversitemizde çağın kitapları, sıcağı sıcağına okunuyor, inceleniyor? Eski yargıları içeren kitapların tarlasında patates söker gibi, hep toprağın altını mı deşeliyorlar? Bellenmiş kurallarda döneleyip duruyorlar?

Çağa ulanmadıkça, yaşananı yakalamadıkça, çağının adamı olmadıkça, çağının ister ve ereklerinin gereğini yerine getirmek olası mı? Gerçekçi, edebiyat, sanat kitaplarını, kaç kişi okuyor? Kaç kişi gerçek anlamda gazete okuyor? Hani şu cinayet haberleriyle kanlanmış, pornoyla boyanmış, suya tirit gazeteleri, promosyon için mi alıyorlar, gününden haberli olmak için mi? Bu kadarından bile yararlanamıyorsak, iktidarın borazanı gazetelere teslim olmuşsak…

Kafası tarihin irdelenmiş belgeliği, gönlü hoşgörü yaylası, dünyanın öteki ucunda bir çiçek çiğnense yüreği ezilen, evrensel kimlikli insan var ya, onun gerçek anası kitap desem, hiç yalan değil. Kitap, kitap da; bilim kitapları mı, ekonomi kitapları mı, edebiyat, sanat kitapları mı? Yoksa bunların emzirdiği insan mı? Tümden dünyanın olanaklarını sağmaya üstünlük kurma eğilimine kaydık da, insansız kitaplara mı tutulduk?

 

 

 

 

 

 


 

 

 

 AYAĞI YERLİ, GÖZÜ EVRENSEL

 

 Bütüne uzay-ışık yorgan       

 Öncesini sonrasını özümsemek işi

      Çekilmez ayakları toprağından

Evrenselde dokunmuş yerli işi

Üretken ve doğurgan

 

Düşünür, yazar, şair, sanatçı; duyuş ve düşünüş dokuyor, ışık pencereleri açıyordu.

Evrenselleşme, küreselleşme, globalleşme adlarıyla kılıflanan anamalcılık; düşünürü, yazarı, şairi, sanatçıyı yelinde savurarak odağından çıvdırır, iğdişleştirirse; insanı içinden değiştirip dönüştüren, daha üst kimliğe yücelten edebiyat, sanat, -insanın ve işlevinin tersine- belli oluktan (kanaldan) akıp gidecek; irdeleyen, sorgulayan aklın suyu kuruyacak; insanlar egemenlerin gücünü çoğaltan birer araç olacak, nesneleşecek mi?

Edebiyat, sanat, düşünce anamalcılığın demir çemberini aşmakta zorlanıyor. Kültürler, birbirini besleyip boyutlandıracak yerde, tek renge boyanıyor. Edebiyat, sanat, düşünce Spartaküsleri, kitaplıkların tozlu raflarında, birer yitik. Umut kapıları kapanacak mı?

Kim kesecek, bu tersine gidişin önünü? Sırtını anamala dayamış siyasal kurumlar mı? Asla! Doğasında iktidar hırsı vardır. Değirmenine su taşımayanı önemsemez. Erkini sürdürme tutkusundan kurtulamaz kolay kolay. İnsanı; emekçisi, sanatçısı, düşünürüyle herkesi, kendi gücünü sürdürebilmenin aracı sayar. Umutlarla, küçük ödünlerle yakaladıklarını, egemenliğinin askeri gibi kullanır.

Derler ki Arjantin’de eşeklerin burnuna yeşil mısır bağlarlarmış. Eşek gider, mısır gider, yol biter, eşek ölürmüş, mısırı ısıramadan. Günlük yaşamı kolaylaştıran kırıntıları, öyle sunarlar insanoğluna, gönenç sanır, koşturur durur, kendisiz.

Dünden bugüne yaratılmış ulusal, evrensel insanlık değerlerinin oluşturulmasına öncülük eden yazarlar, şairler, sanatçılar, düşünürlerdi: Özgür/sorumlu bireyin yolunu yolağını onlar çizdi. Barış güvercinlerini onlar besledi. İnsanın insana katlanışının tohumları, onların eliyle saçıldı toprağımıza. Hoşgörü çiçeğine su taşıdılar. İnsanın, daha da insanlaşmasının mimarı onlar. Yine yazar, şair, sanatçı, düşünür işe koşulmak zorunda. Çünkü ördükleri insanlık kaleleri yıkılıyor. Bütün dünya sanatçısının özgörevidir, insanlık değerlerini korumak, kollamak, onarmak ve geliştirmek.

İnsanlığın ördüğü ulusal, evrensel değerleri evrilterek, insanoğlunun esenliğini sürdürmeye koşulmak edebiyatın görevi dedim de, nereden, nasıl? Köklü kültür ve birikim güdüklüğünü örtülemek için edebiyat, sanat adına, uçuk kaçık ve özellikle insansız ve etiksiz görüşleri piyasaya sürenlerin kıstağına kısılarak mı? Öznel duygularını özgürlük sanıp, bireyselini işleyerek mi? Evrensel olmak sanısıyla yabancı yelde savrularak mı? Yok, bir ulusun çocuğuyum, o ulusla varım diyerek, kendi (biz) üstüne kapanık değerlerin hapishanesinden bağırıp çağırarak mı? İçinde bulunduğu ters gidişe karşı olayım başkaldırısıyla, sanatını güncelliğe bukağılayarak mı?… ‘Muhalifim’ diyerek, verimsiz muhalefete çakılarak mı?… Muhalif olmak için muhalefet yaparak mı? Sorun burada işte! Belli bir azınlığın dışında, bütün insanlık kuşatmada. Değerleri eritiliyor.

Sanatçı, yazar, şair, düşünür ilkten, birikimlerini ulusal kaynağından edinmiştir. Ama kültür, uygarlık, tümüyle bir ulusun yaratımı değildir, bütün insanlığın yaşamdan edindiği düşünüş, davranış, hayata bakışı ve bunları yaşamına uygulayış biçimidir.

Öyleyse yazar, bütün insanlığın üyesidir, bütünün sorumluluğuna koşulmakla görevlidir. Tek bir adayı kurtarmakla, bütünün esenliğe eriştirilemeyeceği, barışın, özgürlüğün evrensel değer ve gerek olduğu bilincindedir: Evrensel düşünüş işçisidir şair, yazar. Ancak nereden, nasıl?

Size, yadırgı gelecek belki. Düşünürken, yazarken yaşadıklarıma bakarım. Oradan işlemeye başlar düşünüşüm. İzninizle, bir deneyimle anlatmaya çalışacağım, ne demek istediğimi:

Elma bahçemin kıyısındaki söğüde, Amasya elması aşıladım, bir de yemişene. Yemişen gülgillerden, elma soyundan. Söğütteki elma Amasya elmasının kırmızılığında değildi, yeşilimtıraktı. Ama iri, görkemliydi. İçinin çekirdek düzeni Amasya elması gibi beş yıldızlıydı. Amasya elması sanısını veriyordu. Fakat dokusu, Amasya elması gibi sıkı değil, gevşekti, tadı da değişikti, ekşiye çalıyordu. Kış yatağına aldım ötekilerle birlikte. Dayanamadı, önce o çürümeye başladı. Yemişenden olan ve Amasya elması direndi, özelliğini korudu. Yemişeninki, Amasya’ya göre daha ufak kesimdi, dokusu daha sıkıydı. Çünkü o, geliştirilmiş kültür bitkisinden değil, kır ağacındandı, kıracın zorluklarından almıştı, yaşamını sürdürme direncini. Köyümün toprağı, Amasya’dan farklı, kıraçtı. Ona göre oluşumlanmıştı, yemişenden aldığım elma, ufaraklığına karşın doku sıkılığı ve lezzetiyle Amasya elmasına fark atıyordu. Eksiği neydi? Oylumu. Araştırıp uğraşırsanız, onu da geliştirebilirdiniz. Sonuçta Amasya elmasının daha gelişmişini yetiştirebilirdiniz.

Ne ilgisi var, anamalın dünyayı kıskacına almasıyla sanatın, elmanın diyeceksiniz, değil mi? Dünya bir insanlık ailesi, uluslar/ülkeler onun bireyleri. Hele şimdi, iletişimin yaygınlaşıp hızlanmasıyla uluslar/ülkeler birbirine girişik sanki. Ama havası suyu, insanı, geçirdikleri serüven, yüzyılların oluşturduğu ulusal ekinleri (kültürleri) tümden silinmedi/silinemez. Silinmesi de gerekmez.

Halaya duranların, aynı ezgiye uyumlu oynayışlarına karşın, her birinin, kendine özgü devinim biçemi olduğunu düşünün bir kez. İnsanlık barışta, özgürlükte, esenlikte birleşmeli/uzlaşmalı, evet! Fakat birleşme birbirinin tıpkısına dönüşürse, bin bir çiçekli insanlık bahçesinin renk cümbüşünden, değişik zevkleri yaşatmasından, ne kalır geriye? İnsanlık bahçesinin daha da renklendirilerek, bir güzellik orkestrasına dönüştürülmesi yeğ değil mi?

İnsanoğlunu yazmaya iteleyen; duyumsamaları, etkilenme, tepkilenmeleri ve çevresidir. Ötekisiyle bütünleşme, düşünüş, kavrayış birlikteliği, düş ortaklığı, dostluk kurmadır yazmak. Toplumsallaşmanın, uygarlaşmanın ilk adımı dostluk derler de ilkeli, tek yönlüsü değil. Tek yönlü dostluk, ötekisine bağımlanmaktan, kölelikten başka nedir ki?…

Unutmamak gerekir; dünya tek bir ulusun/ülkenin değil. Hepimizin. Hepimizin de, hepimizi tek renge boyayarak olmasa gerek. Kendisi olamayan, başkasıyla elleşemez.

Ayağımız toprağında, gözümüz evrenselde.

                                             

           

 

 

 

      

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

GÜZELE GÖZAĞRISI YAKIŞIR MI?

 

Halk arasında bir söz vardır: “Güzele gözağrısı bile yakışır.” Güzele hayranlıkla, belki de sevdiğinin her halini hoş görme duygusuyla öyle demiştir halk. Konu ciddileşti mi ya da yazınsal metin söz konusu oldu mu, sevda ilişkisindeki hoşgörüsünü yitirir bu sözce. Hani şu ağzı gümrüksüzler, sözü söyler, tepki alınca “Söz maksadını (amacını) aştı.” diye sudan nedenlere sığınanlar vardır ya, onlarınkine benzer o halk deyişi. Sözü çekip çeviremeyenlerin, ne demek istediğini ipucuyla çıkarırız konuşmalarda. Onlar yazar değil, sözü tartmadan konuşur, dili sürçmüştür diye bağışlar geçeriz, günlük yaşamda.

Sözü tartmamak, yazılı anlatıma yakışır mı? Yazı, anlatım; mantıksal, dilsel uyum ister, sıkıdüzen gerektirir. Boşluk götürmez; kuralını, kurgusunu bozdunuz mu, iletisi sakatlanır: ‘Güzele göz ağrısı bile yakışır’, ‘Söz maksadını aştı’ diyenlere benzersiniz. Hatta onlardan daha kötü duruma düşersiniz. Onlar “Lütfen bağışlayınız.” diyerek sözünü düzeltme olanağına sahiptir. Yazıya dökülmüş, yayımlanmış söz kayda geçmiştir, kamu önündedir, geri çeviremezsiniz. Günahı da sevabı da yazanın üstünedir. Yazılı kanıtı da vardır.

O ayaküstü, yazısız konuşmalardan; sokağın dilinden, o anda hemen yaratılmış söyleyiş tazeliğinden uzak duralım mı diyorum? Hayır! O doğaçlama, yazısız dilde, beynin derinliklerinde yatandan uç vermiş, vurucu, ilginç söylemlere rastlayabilirsiniz: Hani şu argonun dile umulmadık çağrışımlar, genel dile girmemiş eğretilemeler, anlam aktarmaları ile söze umulmadık canlılık ve renk kattığı gibi. Yararlanmasını becerebilirseniz; o, varsıllığı kıvıl kıvıl bir gömü. Fakat o kestirmeci, öz, vurucu sokak dilinin, yaşamın eytişimden açtırdığı umulmaz güzellikleri yanında; düşünüş tezgâhında dokunulmamışlığından gelen güdüklüğü de vardır: Duygunun, düşüncenin uzak ve yüksek yaylalarına kısadır ayağı. Sokak dili, içimizdeki derinleri eline koluna, yüzüne, sesine yansıtır da, yazınsal inceliği, uzlukla söze dökemez, sığdır. Anlamın kılcal damarları, sözü çiçeklendirecek özsuyu yoktur onda.

Sokak diline değinişim; dilin ilk kaynağının halk dili olduğunu imlemek için. Doğaçlamadan yararlanarak, dili varsıllaştırma önerisi. Sokak dili yetmez yazara. Dilin doğru, iyi ve güzel kullanma aşamaları vardır. Yazar, bunları aşar, dil estetiği yaratır.

Diyeceğinizi, doğru diyeceksiniz. Ne dediğiniz anlaşılacak. O kadarı yetmez, öylesi bürokrat dilidir. Neyi anlatıyorsanız, iyi anlatacaksanız. O da yetmez yazara. Mühendis dilidir öylesi. Niçin mühendis dili diyorum? Mühendislik geometriye dayalıdır. Geometride, bir açıyı, milyarda bir saptırdınız mı, doğruyu yakalayamazsınız. Söz kurgunuzun dilsel, anlamsal ve mantıksal hiçbir eksikliği olmayacak. Yazın dili, söz mimarlığıdır. Mimar, kusursuz bir yapı için, nasıl hiçbir ayrıntıyı, oranı kaçırmamak zorundaysa, siz de sözün kurgusuna, kuralına, yazım kurallarına özen göstereceksiniz. Kuralı, yöntemi diyorum ya, onun törensel giysisinden, talimli adımlarından da kurtaracaksınız sözü.

Sözün kuralı, sırası içinde verilmesi, mantıksal, dilsel doğruluğu da yetmez. Sözcüğü, hangi konuma, nasıl, niçin yerleştirdiğiniz, neye, nereden bakıp nasıl dillendirdiğiniz önemli. Sözün çıplak doğruluğu da yetmiyor yazınsal anlatıma. Şöyle söyleyelim; bir ağaç resmi /fotoğrafı görür, hoşlanır, uzun uzun bakarsınız. Her bakışınızda aynı duyguyu yeniden, daha boyutlandırarak yaşarsınız. Dünyada hesap makinelerini çatlatacak kadar ağaç vardır. Onlardan herhangi birinin fotoğrafı/resmi, sizin, böylesine ilginizi çekmiyor, beğeninizi almıyor da neden bunda eskimez bir güzellik buluyorsunuz? O resmi yapan, fotoğrafı çeken, o ağacın konumunu, özelliğini yakalamıştır, bakış açısını ayarlamayı becermiştir de o ağaca ‘biriciklik’ özelliği kazandırmıştır. Her fotoğraf çekenin, fotoğraf sanatçısı, eli kalem tutan herkesin yazar, şair olamayışının püf noktası orada işte!

Bilim, sanat gibi, yazınsal da ayrıntılarına özen ister. Her sözcüğün, her ayrıntının yerli yerine, sökülmeyecek biçimde yerleştirilmesinden alır doku sağlamlığını, güzelle, doğruyla eksiksiz bütünleşmesini. Kalkıştan önce, uçağın bakımını yapan teknisyen, işleyişi sağlayan donanımda, saç telinden ince, iki kablonun bağlantısını savsaklarsa, sonucun ne olacağını düşünür müsünüz? Ayrıntıya özenden yoksunluk, teknik işleyişte nasıl yıkıma (felâkete) neden oluyorsa, aynısı anlatım için de geçerlidir. O önemsiz gibi görünen ayrıntıların sıkıdüzen içinde kuralına, gereğine uygun örgüsüdür anlatım.

Size güzel, ilginç gelen, heyecan verenlerin, bir araya yığıştırılması değil anlatım. Güzel kadınları düşünün: Birinin burnu, ötekinin bacağı, bir başkasının saçı, gövde organlarının uyumluluğu, daha başkasının göğsü, ilginizi çekiyor. Bunları, bir tekinde toplayıp ülkünüzdeki güzeli yaratabilir misiniz? Yoksa uyduruk bir yabancılıkla mı karşılaşırsınız? ‘Esatiri ucubeyle’ karşılaşırsınız diyecektim de, dil anlayışıma aykırı düştüğü için vazgeçtim(*). Her şey; yerli yerinde, konumunda, genel dokusuna uyumuyla kazanır güzelliğini. Kurmaca güzelinizi yaratırken, güzellik için gerekli öğelerin uyumlarına, ayrıntılarına özen göstermez, onları güzelduyuya (estetiğine) uygun biçimde bağlantıya, görüntüye sokamazsanız, güzelliğini yaratamaz/yakalayamazsınız, öldüm billah.

Dergilerde, gazetelerde yazılar görüyorum: Bölümce (paragraf) yok, yazım, im(işaret)leri kullanılmamış. Büyük, küçük harf önemsenmemiş. Bunlar birer ayrıntı sayılmış; dil, düşünce inceliğine özen gösterilmemiş, sözcükler seçilerek kullanılmamış. Dolayısıyla yazınsal metin oluşturulamamış, en azından sakat. Böyleleri, kendilerince, mevcudu kırarak yeniyi yaratmak hevesindedir. Bilmezler ki yeni, karmaşa değil. Dilin işletilişini, anlatım kalıplarını değiştireceğim, özgünlük/yenilik yaratacağım diyebiliyorsanız, yıktığınızın yerine, eskisini aratmayacak bir yenisini kurabilmelisiniz. Yoksa anlatım yoksunluğunuzu, biçim oyunları ile örtülemeye mi yelteniyorsunuz?… İşte o olmaz, boşa kalem çalarsınız.

Dil; o dili kullanan ulusun yaşama bakışının, yaşamı algılayış ve değerlendirişinin, yüzyılları aşan süreçte, ortak düşünüşle oluşturulmuş (ulusal) düşünüş dizgesidir. O, kişisel bir oluşum değil, yüzlerce yıllık kamusal beyin çalışmasının ortak ürünüdür. Onu rasgele bozarak yeniliği yakalayamazsınız. Düşünüşe, söylem kalıplarına, sözcüklere yeni sunuş ve anlam yükleyebiliyorsanız, alkışlanırsınız. Dile, düşünüşe boyut, açılım kazandırabilirseniz, ne güzel! Yoksa, ulusal varlığın omurgası dille oynamak, onu kazanılmışından geriye yöneltmektir, yaptığınız. Siz, önce mevcudu, doğru kullanacaksınız ki, onu aşabilesiniz. İşte o zaman, adınız bir yerlere yazılır.

Yazımda niçin büyük, küçük harf, bölümce başı, tırnak, ayraç, kısa uzun çizgi, kesme vb. kullanılıyor? Yazı, kiminde ak (beyaz), kiminde kara (bold), yatık (italik) harflerle diziliyor? Onları gereksiz saymak; anlatmada, yazmada değişik araçlardan yararlanarak incelikleri belirtme kolaylığından kendinizi yoksun bırakmaktır. Araçsız usta işini becerebilir mi?

Konuşmada sözlerimizin anlamı, jest ve mimiklerimizle, ses tonuyla, söz söyleme sırasındaki tavır ve duruşumuzla aydınlanır biraz. Fakat noktalama imlerini, yazımda sesle anlamlandırma olanağı yoktur, pek. İşte o nedenle, sözün aslına uygun duygu ve anlamıyla başkalarına aktarılması zorlaşır. Yazmak, başkalarına ulaşmak, onlarla duyuş, düşünüşü paylaşarak yargılarda bütünleşmek, yeni düşünüş üretmek ise, onun kural ve gereklerinden nasıl uzak olabiliriz?

Noktalamasız, yazım ayrıntılarına özensiz yazı, iç titreşimlerimizi karşımızdakine aktarmada aksaklık yaratır. Noktalamasız, yazım ayrıntılarına özensiz yazı, katkısı noksan, kıvamını bulmamış yemeğe benzer, anlatımın tadını alamayız.

Kaldı ki siz, sıradan bir anlatıcı değilsiniz. Sanatsal yaratıya koşulmuşsunuz, yazımın gereklerini nasıl ıskalarsınız?

 

* Ucube : Pek acayip şey; garip, şaşılacak şey

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZI MAKASSIZ YAZILMAZ

 

Dergici/yayıncı; kimi zaman, önüne gelen yazıları, şurasından burasından makaslamak zorunda kalır. Buyurmacı bir tutum mudur bu? Yoksa okurun önüne derli toplu çıkma titizliği mi? Yazıya saygı, edebiyatın gereğine özen mi?

Dergicinin, yayıncının bana karışma hakkı olabilir mi diyecekseniz; sizin de onların okurları, müşterilerine saygılı olma hakkını düşünmeniz gerekmez mi? Yazınsal donanım ve uygulayımla özenle kurgulanmış yazılar gönderirseniz, yazılarınızı kimse kesip biçmez.

Ayıklanmayan ne var dünyada? Bilim, sanat, yazın, hatta yaşam birer ayıklama/arıtma değil mi? Yargı yerlerinde tutanak yazıcısının yazdıkları, neden bir sanat ürünü olmuyor da; aynı konu ya da olay, yazınerinin dokumasından sonra sanata dönüşüyor? Patlıcanı, pırasayı ayıklamadan, işlemden geçirmeden yemezler de; savruk yazıları, dil ve güzelduyu işlemcesinden geçirilince küplere biner, kimi yazın heveslileri.

Dünyada pek çok yazarın imrendiği Çehov, ne diyor? “Yazdıklarınızın birinci yaprağını atınız.” Gazete yazarlığına başlayacak birisi, ücret konusu görüşülürken, gazete sahibine der ki: “Uzun yazarsam, yazı başına yarım altın alırım, kısa olursa bir altın.” Nedir bunun anlamı? Arıtma değil mi?

Niçin, “Boğaz dokuz boğumdur.” demiş atalar? “Dokuz düşün, bir söyle” sözü, dokuz kez elekten geçir anlamını içermiyor mu? Halk neden “Çok lâf yalansız, çok para haramsız olmaz.” demiş? “Kısa kes, Aydın havası olsun!”, “Bu ülke çok laftan battı.” deyişlerini, sık sık duymaz mıyız? Ya koca Fuzulî, “Ey sevgili, zamanım olmadığı için kısa yazamadım. Bağışla!” sözünü niçin söylemiştir? Bir düşünmek gerek. Bir yazıyı güzel kılan, salt yaşanmışlığıyla boyutu mu? Yoksa öz ve söyleyiş özelliğine özen göstererek sözü çekip çevirmek; dile özenle, söze, söyleme açılım kazandırmak, anlatıma yeni boyut eklemek ustalığı mı?

Duyarlığı olan, irdeleyip elemesini bilen, başından olaylar geçen, izlenim ve gözlemlerini belleğinde saklayan, okumalar ile kafasını beslemiş her kişide bir yazarlık gömüsü vardır, bir oranda. Ama yeter mi? Hemen kaleme sarılıp aklınıza eseni yazıvermekle yazarlık katına çıkabilir misiniz?

Bahçıvan çekirdeği toprağa atınca, “Benim işim bitti” diyor mu? Öldür billah çapayı, makası elinden bırakmaz. Fidanlarının gübresini, suyunu eksik etmez. Gerekirse, olumsuz doğa koşullarına karşı önlemler alır. Bahçıvanın öz yaşamı ile fidanların yaşamı, sanki iç içe geçmiştir, bir bütün olmuşlardır artık; tek gövde gibi yaşar, gelişir bahçıvanla fidanları, ürüne durur.

Yazınla insanı değiştirip geliştirecek sanatçının işi, bahçıvanın işinden daha az özen mi ister? Yazın, başkasına karşı saygı gerektiren bir sorumluluk değil midir? Kendisi özlü ve güzel olmayan yaratı, nasıl başkasının özünü etkiler, onu güzelleştirir? Güzeli, güzel olan doğurur.

Yazdıklarının altında imzasını görmek, kişiyi gönendirir ya, bir de onun sorumluluğu vardır. O yazı, sizsiniz artık: Kim olduğunuzu kanıtlamak için kimlik belgenizi göstermeye gerek yoktur, siz yazdığınızdasınız.

Yüzünü görmediğimiz birçok yazarı, neden varlığımızın özünde duyumsar, duygu kardeşi, düşündeş sayarız da; niçin kimilerini dışlarız? Bir daha yüzüne bakmayız (okumayız)? Acaba, düşündeşimiz olup olmamasından mı ya da ilgi alanımıza girip girmemesinden mi kaynaklanır yazarlara uzaklığımız/yakınlığımız? Yoksa önümüze, bize saygı duyularak çıkılması mıdır, önem kazanan? İlgi alanımız dışında olmasına ve bize yadırgı düşmesine karşın, bir türlü gözümüzü çekemediğimiz, elimizden bırakamadığımız yapıtlar/yazarlar olmamış mıdır?

Yazar, özüne duyduğu saygıdan daha çoğunu, okuruna duyacaktır. Toplumu, kişiden büyük saydığı için, onun önüne, sallapati çıkmayacaktır elbet. Okuruna saygının (sanatına saygının), kendisini yarına ulaştıracak dayanaklardan birisi olduğunu unutmayacaktır. Düşünce tutarlılığı kadar söyleyiş özellik ve güzelliğinin kendisini geçerli kıldığının ayırdında olmayan gerçek yazar var mıdır? Yazar bilir ki, arıtılmış yazılarla kendisine ilgiyi sürdürecektir, dahası yeni okurlar kazanacaktır. Kötü yazının, kişiyi yazından soğuttuğunun bilincindedir yazar. Bundan ötürü, alıcısız satıcının ezikliğini yaşamaz.

Yazı yazmak, salt yaşanmış ve gözlenmişin öykülenmesi, düşünülenin anlatılması değildir: İşlediğiniz konuya ilişkin kaynaklara ya da kişilere başvuracaksınız, okuyacaksınız, araştıracaksınız, soracaksınız, danışacaksınız. Yazarken sözcüklerin özel, genel, soyut, somut anlamlarını, karşıt anlamlılarını, anlam çevrelerini, neleri çağrıştırdığını bileceksiniz. Neyin, hangi durumda doğru, hangi durumda yanlış olduğunu ayırt ederek kurguladığınız yazınızla; belli ileti için ya da izlenim kazandırmak; kiminde düşünce aşılamak için sunuş yapacaksınız. Ama bunlar da yeterli değildir: Yazı yazan, yazısını, başkasının göz ve düşünüşüyle okuyup kendisini eleştirebilmelidir. Yazısına, nikâh masasına gidecek gelin/kızı, törene hazırlar gibi özen göstermelidir. Arıtma ve damıtmayı, vazgeçilmez bir yazma yöntemi saymalıdır. Hele makası, hiç elinden bırakmamalıdır. Yazı çocuğunuz gibidir, onu iyi eğitmekle yükümlüsünüz, gerçek anaysanız.

Yaratılarının ilk biçimine aşırı sevgiyle bağlananlar, yazılarını kesip biçerek eli yüzü düzgün duruma sokamayanlar, yazılarını makaslamaya kıyamayanlar; yazı yazıyorum diye başkasının zamanını çalmamalıdır. Herkese saygınlık kazandıracak uğraş alanı, o kadar çok ki…

Kimileri, başkalarına kızacaklarına, makas kullanmayı öğrensin; kendi makası, insanı acıtmaz: özeleştiriye taşır yazarı, kendisini denetleme, yazarını da geliştirir. Başkasının önüne derli toplu çıkarak saygı alma aracıdır makas!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

NE ÇOK DENETMENİ VAR, YAZININ

 

Yetmiş’i devirdim, seksen’in eşiğindeyim:

“Kardeşin olsa Azrail, mesafe uzun değil” diye yazdıklarıma değgin belgeliği düzenlemeye çalışırken “Yazı Makassız Yazılmaz” (Türk Dili Dergisi: 37.s.Temmuz/Ağustos1993) başlıklı yazımın, yurt dışında ve yurt içinde, sekiz yere alıntılandığını gördüm; şöyle bir geriye kaykıldım, güvenli. Ama “Oğlum, iki ayağını yerden kesme, düşersin” diyen babamı anımsadım. Durdum. Düşündüm; hiçbir şeyin sonsuza değin kesinlik taşıyamayacağını ve sürekli değişeceğini, yenileneceğini. Ve de kendisine güvenin yazarı iktidar duygusuna taşıyacağını; aşırı güven, iktidar duygusunun, yazarın özenciliğini gölgesine alacağını, yazarı yerinde duralatacağını…

Sonra sigara tablasındaki izmarite takıldı gözüm. Hoop! Mustafa Nihat Özön, çıktı geldi belleğimin derinliklerinden: Onun, kertikli saçlar, yukardan aşağıya üçgenimsi bir yüz, dudağının kıyısında izmaritleşmiş sigarasıyla çizilmiş resmini hiç unutmam da…

Algılaması sınırlı yıllarımdan, utanarak anımsadığım bir şey daha var: Mustafa Nihat Özön’ün dersleri; şundan bundan konuşuyormuş izlenimi yaratırdı bizde. Giderek anladık ki, birikim yaratan yöntemdi onunki. Öğretmenimin yolundan yürüdüm: Anadili öğretmenliğimde örneğim, yazarlıkta kılavuzum oldu Mustafa Nihat Özön.

Yazı, yazmak deyince niçin, önce Mustafa Nihat Öğretmenimi anımsarım?… Biz Köy Enstitülülere kapalı olan yüksek öğrenim kapısı açılır açılmaz (1950), Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü sınavına girmiştim. Yazılı sınavdaki sorunun yanıtını, enine boyuna işlemiş, dört sayfa döktürmüştüm. Arkama oturan okul arkadaşımın, “Ağabey, hemen çıkma, kâğıdını yana koy, biraz oyalan.” ricasına uymuştum. Sonuç: Başaranlar arasında benim adım yok, arkadaşımınki var. Öfkelendim. Haksızlığa uğradığımı düşünüyordum.

Ertesi yıl aynı bölüm için yazılı sınava giren 1.800 kişiden 80’i, sözlü sınav için Ankara’ya çağrıldı. Bunlardan GEE’de yatılı okuma hakkı kazanan 15’ten biri olarak öğrenime başladığımda, sordum Mustafa Nihat Öğretmene:

- Haa! Sen miydin, o bilecenlik taslayan? Gel bakalım dedi, indirdi belgeliğe, önceki yılın yazılı kâğıdımı sürdü önüme: “Oku bakalım, yanıtın sınırı belirtilmiş mi? “ Evet, verilen konudaki düşüncelerimizin bir sayfada işlenmesi istenmişti.

- Sözünü, sınırlayamayan adamı ben ne yapayım? dedi. Sustum, sorduğuma bin pişman.

- Daha bitmedi, dedi, eski yılların sınav kâğıtlarından bir tomarı tutuşturdu elime: Yazılı sınava girenlere, ne sorulmuş, kaçı doğru yanıtlamış, incele, sonucu bana getir.”

Öğretmenin anadilini iyi bilmesinin yararı” sorulmuştu: Kimi Türkçenin Arap, Fars etkisine açık bırakılışından yakınmış; kimileri Türkçenin arılaşıp durulaşmasını anlatmış ya da dil devrimine karşı çıkmış; bir bölüğü dilbilgisi tarihine, dilbilgisi konularına değinmişti. Birçoğu, konunun çevresinde dolanmış, ama özünü yakalayamamıştı. “Öğretmen anadilini iyi bilirse, öğreteceklerini, öğrencisine doğru aktarır, öğrencileri de doğru algılar: Öğretmenin anlatımı, öğrencinin algılamasını kolaylaştırır” yanıtı veren yedi kişiydi. “Bunlar, kazanmıştır.” diye götürdüm tomarı kendisine.

- Sen, şimdi buranın öğrencisi oldun, dedi. Eğik yüzle bakabildim gözlerine, utanmalı…

Sözü, yerince, yeterince çekip çevirme, nesnel metin inceleme sıkıdüzeninin, uz düşünmenin yolunu bize açan, kurağı ışıkla dolası öğretmenimdir. Ömür boyu, utançtan övünce dönüşen bağlamda düşündüm, Mustafa Nihat Özön’ü… Okulu bitirmiş, hayata atılmıştım, ama okurken, yazarken, o hep başucumdaydı. Ders verdiğim sınıflarda cismi görünmez bir denetmendi o, duyumsuyordum öğretmenimi.

Daha sonraları, kaç yazı denetmeni çıktı karşıma, bilseniz: Okumasız yazmasız anam, yazıya her oturuşumda, ense kökümdedir. O, geveze komşu kadınlardan bıktığında “Kaşığı yıkadım, sapını da yıkadım” derdi, alaysamalı. Sözü söylemi yerine oturtamazsam, anam enseme şaplatacak sanırım. Sözü doğru kullandım, yazıyı doğru kurguladımsa anam öpüyor duygusuna kapılır, sevinirim, güvenim artar.

Hatice Hanım, yerleşik Türkmen soyundandı. “Çok lâf yalansız, çok para haramsız olmaz.” diyen halktandı. Yüz yıllarca devlet katında önemsenmemiş Türkçeyi, özüne bağlı dil sezgisiyle diri tutan halk, dilde, ana kaynağım olmuştur. Halk dilinden kültür diline sözcük ağdırmalarla, yazın dilini varsıllaştırmaya çabalamışımdır.

Anamdan beslendim de öğrenimli babamın katkısı yok mu? Bir iş buyrulduysa, hele babamdansa, hemen bitirmeye çalışırdım. O ‘hemen’ adamın elini ayağına dolaştırırdı, yanlışa düştüğüm olurdu. “Oğul, ivedinin iği kırılır; eğirip dokuduğun yarım kalır; ağır ol, temiz yap!” derdi İsmail Hoca: Bir işi, yalap şalap bitirmek miydi önemli olan? Önü sonu bağıntılı, özü dolu ve eksiksiz kotarmak mıydı?…

Başta, herkes gibi, öykünmeler, tökezlemeler yaşadım da, belli bir aşamadan sonra yazmış olmak için yazmadım. Okura saygımı korudum. Sözü ele aldı mı -zurnacılar diyesim geliyor da, ayıp olur- lafazanlar örneği, uzun öttürenleri düşünürüm. Ya onlara benzersem kuşkusu, uyarır durur. O kuşkuyu ürküye, korkuya dönüştürmeden yazmak için kılı kırk yararım.

Yazarken; sözün hesabında milimetrik bir eksik bırakırsanız; sayfalar dolusu çalışmanız boşa gider. Boşa giden çalışma sanki bir yapıdır ama sağlam kurulamadığı için, koca yapı, cağıldak tepenize yıkılır. Ortaya dökülen, yıkıntının molozları değildir de sanki sizin sığ beyniniz paramparça, alana serpilmiştir. Bu görünümün karşısında apışmış dikilirken, dil, öteden bağırır size: Yazmak; dilsel, anlamsal bir yapı kurmaktır, boşluk götürmez: Kuralına, özüne aykırılıklar, yazınsal birer urdur; dilin beğenisini sayrı kılar. Sözü/yazıyı; dambıl dumbul davul çalmak mı sanıyorsun, der. Utanç, kara çul örneği dolanır başınıza. Saklanacak delik ararsınız.

Toplu görüşmelere çağırırlar. Konuyu sorar “Hayır!” derim. Niçin? Gazete bilgisiyle, ansiklopedilerden aktarmalarla kamu karşısına çıkmaktan utanırım da ondan.

Kişinin her konuda özgünlüğü yakalaması, anlatıma olağanüstülük katması kolay mı? Hele benim için?… Ama kişinin, ister aykırı, ister özdeş, kendi damgasını taşıyan sözü olmalı: Onu dinleyen ya da okuyanın kafasına üç beş tümcesi ağabilmeli. Sizin yazdıklarınız, söyledikleriniz, doğrudan kabul görmese bile, öne sürdükleriyle karşınızdakinin beynini, en azından, karşı tepkiye çekmeli, düşüncesini ateşleyip, onları yeni duruş ve düşünüşe sürüklemeli.

Çağrılara uymayışımı, burnu büyüklük sananların anlamadığı şu: Toplumun karşısında yalnızca gövdesiyle gümbürdemek, yakışır mı insana? Söze yazıya saygılı okurun, dinleyicinin zamanını çalma hakkımız var mı? Söze/yazıya gereken özeni göstermeyenler çoğaldıkça, yazınsal etkinliklere, üretilere ilgi azalmaz mı? O zaman ettiğimiz kötülük, yalnız kendi boşluğumuzu dışa vurmayı, okuru yazıdan, yazınsaldan üşütmeyi aşar: Yazın, düşün iklimlerinin üçünü yer; dili, düşünüşü, sürekli kışta tutar. Böylesi, bir ülkenin yazınını, düşünüşünü ayazda bırakmak değil de ne? Her yazın adamı korkar, böylesi kötülüğün tayfası durumuna düşmekten.

Siz nasılsınız bilmem. Ben tek başıma yazamıyorum. Ensemden, sezdirmeden bakan, yandan göz atan; kurağı ışık olası anam babam, Mustafa Nihat öğretmen mi? Ohoo! Kocaman bir denetmen imecesi: Masamın, ayrılmaz konuğu yazım kılavuzu, “ben buradayım; bir virgüllük eksik, yüzünü yere düşürür, beni unutma” der. Hemen sol yanımda yığılı, cilt cilt sözlükler: Anlamını doğru bildiğimi sandığım sözcüklere bile birkaç kez daha bakmayı buyurur. Yalnızca temel anlam mı? Yan, eş, karşıt, mecaz, çağrışımsal anlamlar… Kullanım içinde umulmadık anlam yüklenmeler…

Sözcüğün, sözcük salkımındaki yeri, kökeni; kavram dizini içinde neyle ne kadar bağıntılı/karşıt olduğu…

Düşünceniz, birikiminiz, tasarılarınız vardır, onları nasıl kurgulayacaksınız, yazıyı neyle oluşturacaksınız? Yazının ilk aracı sözcükler. Sözcüklerle kuracaksınız anlatı yapısını. Kendinizi yazı ustası sanırsınız; ustalık, işinizi uzlukla becerebilmektir. Kuracağınız yapıya uygun araçlar yoksa, beceremezsiniz işinizi.

Yazmaya ara verip, konunun temel kavramlarının, kiminde bir tümcede geçecek sözcüklerin anlamlarını bağdaşıklarıyla, sayfalarca, kâğıda döktüğüm olur. Onların, hepsini, yazımda kullansam, bulduklarımı, ayıklamadan, yazıya aktarsam, anlatının karnı şişer; dış/boş gebelikle sakatlanır, doğum yapamaz, doğursa da özürlüdür yazı. Kâğıda döktüğüm, anlam çalışmasından ne kadarını yazıda kullanırım? Kiminde hiç!

Bir sözcüğün, bir kavramın açıklamalarını çeşitli anlamlarıyla yazarak gözümün önüne döküşüm, boşuna emek mi? Yoo! Tam aksine: Sözlüğe bakmışım, gözümle somutlamışım, kâğıda geçirmişim, elim işlemiş, üzerinde düşünmüşüm, beynim irdelemiş: Algılayış alanım genişlemiş. Düşünüşe boyut kazanmaktır bu!

Bir sözcük ya da kavram için başladığınız çalışma ilerledikçe, onlarca, yüzlerce anlam açıklaması kâğıda dökülür, bakarsınız ki o sözcükten, ilgisi nedeniyle ötekine, bunların değişik anlamlarına, kullanım içinde beklenmedik anlam yüklenişlere ulaşmışsınız; başta tek olan anlam, düşünüş simgesi; çeşitlenerek, çoğalarak bir anlam, düşünüş yaylasına dönüşmüş, anlayış, kavrayış çevreniniz genişlemiştir. Elinizdekiler, o yazıda işinize yaramasın, gelecek yazı ve dil ürünleriniz için ön hazırlıktır, gelecek için bir gömüdür.

Sözlükler, ana kaynaklarımdandır da, çok mu bağlıyım onlara? Sözlükçü, sözcüğün anlamını yaratmaz. Kullanımlarına göre açıklar sözcüğün anlamını. Kullanımda genel kabul görmüş anlam ve tanımları sözlüğe geçirir. Sözlükçü, kullanımın arkasından gider. İnsan, yeni durumlar, gerekler, gereksinimler karşısında nasıl yeni tavır, tutum takınır, nasıl edimini, tutumunu gereksinimlere göre ayarlarsa; insan beyninin, düşünüşünün dışa vurumu, iletiye ağımı olan söz de insan gibi değişen, dönüşen bir canlıdır: Değişerek, dönüşerek dirimini sürdürür, canlılığına açılım kazandırır. Sözlükler, doğası gereği duruktur, dili, yaşam* içindeki canlılığında yakalamak gerekir.

Sözün/dilin işte o, canlılık yanını sağlıklı tutan, işleyen, geliştiren; dilin teknik yanını inceleyenler; yazarlar, düşünürlerdir. Yazarlar, düşünürler deyince, çalışma odamın duvarlarını çepeçevre kuşatmış kitaplar; ‘Bizi unutuyor musun?’ diye çağrıya başlar. Dünkü yazarlarımız, düşünürlerimiz, ne demişler, neyi nasıl yazmışlar, sonrakileri, oradan aldıklarını nasıl evriltmiş, örnekserim. Yazar olarak dili, hep bellenmiş sözcüklerle sürdür-meme, aynı söylem kalıpları içinde bırakmama sorumluluğuna koşulurum. Olanı yineliyorsam, niye yazayım ki?… Bu algılanmalar, beni, Türkçenin dil sezgisini, dil mantığını, işleyiş düzenini ıskalamadan, sözcüklere yeni anlamlar yüklemeye, söylem kalıplarını yenilemeye zorlar.

Diyeceğim şu ki, tek başıma yazamıyorum ben. Yazının denetmenleri var, onların gösterdiği yol ağzından bir yerlere uzanmaya çabalıyorum.

İyi ki denetmeni var yazının: Yazın, dolayısıyla tarih tevatür** çöplügü olmaktan kurtulamazdı yoksa.

 

*   Yaşayan dil kavramını, Osmanlıca’ya bağlılık sayanlar gibi kullanmadım. Kendi kökeninden ve işleyiş düzeninden, ulusal duyuş, düşünüşle boyutlanan Türkçedir, çağcıl yazarlarımızın işlediği dildir, bana göre yaşayan dil.

**Tevatür: Ağızdan ağıza yayılan, gerçek olup olmadığı bilinmeyen söylenti


 

 

 

İNSANIN TOPOGRAFYASINA YOLULUK

 

Anı; yaşlı anlatımı, etkinlik dışına düşmüşlerin söylemi olarak algılanır genelde. Komşularına askerlik günlerini anlatan çavuş gibi yazarsanız ya da kahvede emekli memur ağzıyla anlatırsanız, doğrudur bu! Kaldı ki o kişiseliyle allanıp pullanmış, benmerkezciliğe takılmış anlatılardan bile gerçeklikler sızar. Anılar, eksiğiyle fazlasıyla birebir insandır. Türünün özelliğini taşısın taşımasın, anlatandan, bir kişiden, yaşanmışlıkları dile döküş. İnsanlık bütününü oluşturanlardan birisinin, bütün içindeki kişisel duyuşundan, görüşünden ve algılamalarından belleğinde kalanları. Öznelliği ağır bassa da, tek’ten tüm’e giden ipuçları!

Daha kestirmeden insan, insan sıcaklığı vardır anılarda; doğrudan yaşanmışlıkları eğirip dokuyan: Tek insanın iç derinliklerinde kalmışlardan insanın topografyasına yolculuk! Kişiselde iz bırakmışların, gündem öncesinin izlenimleri, duyumsamaları. Yorumu tek kişilikmiş, olsun! O kişi, insanlığı oluşturan öğelerden birisi değil midir?

Sözlü ya da yazılı, herkes anılarını anlatmıştır/anlatır. Dar çevrelerde kalan anılar, duvar dibi ya da kahve söylenmesi olarak kalır, genel belleğe eklenmez, uçup gider. Ağızdan ağıza aktarıldığında, gerçeği budanır, söylenceye (tevatüre) dönüşür. Daha sonraları toplumsal belleğe kayıt edilmeye çalışıldığında -ilk ağzı bulunup, dibi deşilip irdelenmeye alınmamışsa- insanlık tarihine özürlü notlar olarak yansır. Eksiklinin yerleşmesine, sürüp gitmesine neden olur. Gerçeğe gölge düşürür. Sosyokültürel tarihteki gedikler buradandır.

Söze dökmek istediğim, yalnızca değindiklerim değil, yazınsalı. Toplumun duyargası, sosyokültürel ağzı yazar takımı için. Onlar ki yaşananları eşeleyip özlemleri dillendirerek geleceğe çıkarım kapısı açmaya koşulmuşlardır. Yazarlar dünyanın, toplumların kavrayıcı beyni, eleştirel aklı, sorgulayıcı bilincidir. Anı, onların kalemiyle türünün özelliğini kazanır, insanlık için çıkarım kaynağı olur.

Görünen o ki yazarlarımız, anı yazmayı yaşlılığına erteliyor. Güncelin olgularını, görüneni, göze batanını sorgulamada çalkanıp duruyor. Hepten yanlış mı bu? Hayır, ama eksikli. Erteleneni dokumaya doğa yasaları fırsat bırakmayabilir. Ama görüneni gözetlemeden, irdelemeye almadan yarına uzanılabilir mi, diyebilirsiniz. Bu da doğru ya, şaşmaz, değiştirilemez bir doğru daha var: Yaşam, tek zamanlı değil; geçmişi, günü ve geleceğiyle, birbirini bütünleyen süreç. Zincirinin halkalarından biri koparsa, bütününü algılamakta/değerlendir-mekte  zorlanırız.

Olguları silkeleyerek, arka planda kalanları, ucu yalnızca size dokunmuş görünenleri silkeleyerek, günün tabanına eleştirel bakmak, anımsayarak, olanı biteni -özelinizde dokuyarak- yazıya almak, dip düzeye inmek, anı yazmak, yazarlığın gereklerinden birisidir.

Ben şiirimi, öykümü, romanımı vd. yazıyorum. Öyle önemli görevler üstlenmiş birisi, hele yaşlanmış birisi değilim ki anılarım, herkesin merakını çeksin; anılarımın aralığından, geçmişin kıstaklarında kalan ara sıcaklıklar yakalanabilsin demek, yaşanan olguları belleğin dip karanlığına itelemek, ıskalamak olur. Yaşanmışlıkları gedikli bırakmaktır.

Kişinin anıları, tek başına oluşmamıştır ki… İlişkiler ortamında belleğinize ekilenlerin tohumu anı; yeşertilmeyi bekler: İnsansal/toplumsal ilişkilerden yazılmamış birer sayfa. İnsanlıktan, ama kamuya açık edilmediği için insanlığın gündemine alınmamış, belleğin koyu gölgesinde kalmış. İnsanlığın, yazıya alınmamış gizli/iç kitabınındır o sayfalar: Temelinizden bugüne, dahası yarına serüveninizin topografyasındaki nirengilerdir, belleğinizde çizilip kalanlar. Onların iniş çıkışlarında dolaşmadan, alt-üst, ön-arka, yatay-dikey noktalarına dokunmadan, içinden geçtiğiniz/geç- mekte olduğunuz dönemlerin, koşulların, toplumsal/bireysel kişiliğinizi oluşturan etmenlerin, yaşama bakışınızı yönlendiren tepilerin ayırdına varamazsınız; giderek toplumunuzun sosyokültürel çözümünü yapamaz; gelecek için öneriler sunamazsınız pek. Yaşamı teraziye alışta eksikliğe düşersiniz, biraz.

Ulusların tarihi, insanlarının serüveninin toplamıdır. Ancak öne çıkmışların kiminden söz eder de, ulusu oluşturanların bütününü kapsamaz genel tarih: Resmi bir özettir. Ulusların tarihi, resmi görüşe yatkın genel ve kalın çizgileriyle -çoğunlukla da egemenlere yaslanarak- yazılır. Toplumun atardamarlarını besleyen kılcal damarları yoktur öylesinde. Öylesi tarih, kamusal belleğin değil; resmi/egemen görüşün, kendisine yontan belgeliğidir.

Tarih kitapları, tarihin o ağır işçiliğine koşulanlardan söz etmez pek. Böylesi tarihe, ne kadar güvenilebilir? Ondan, tarihi sırtında taşıyan, oluşturan, sürdüren insanın gerçeği, tamı tamına çıkarılabilir mi? Ondan öğrence (ders) alınarak geleceğe uzanımın doğruları yakalanabilir mi? Yazarlar, insanın gerçeğini dokuyor, insanının serüvenini incelikleriyle konu ediniyorsa; dile dökülmemiş iç duyarlıkları, belleklerin derinliğinden çıkarıp işlemeleri gerekmez mi; insanlık tarihinde gedikler bırakmaya, nasıl razı olabilir yazarlar?

Anılarınız sizin tarihinizin, psikolojinizin, başarılarınızın/yenilgilerinizin, düş kırıklıklarınızın, umutlarınızın, belleğinizin arka alanında kalmış ve kamuya açılmamış özel/iç kayıtlarıdır. Uluslar, sizin gibilerin oluşturduğu toplumsal örgendir. Ulus adına erkini yürüten, yönetsel kurumdur devlet. O devletin, o ulusun kültürünün, yaşama bakışının, sizden soyutlanmışında, ulus gerçeğini bulabilir misiniz? Siz olmadan ulus, devlet, ekin (kültür); ne kadar vardır/doğrudur, ne kadar sizi söyler? İnsanın özelini ıskalamak, toplumsal değerler bütününün, kimi noktalarını görmezden gelmektir.

Sizin de kişisel bir tarihiniz vardır: Yaşadıklarınızdan, anılarınızdan özel tarihinizi anlatınız ki: En azından yakınlarınıza, gerçeğinde toplumunuza /ulusunuza verilecek hesabınızın çetelesini çıkaracaksınız anılarınızdan ki sizi doğru algılayıp, gerçeğinize, hak ettiğiniz yere oturtabilsinler. Yazın ki, bireyler hesabını veriyorsa, devletler de hesabını vermelidir, düşünüşüne ön açasınız.

Öneminizi, yerinizi bilin: Siz toplumu/ulusu oluşturan öğelerden birisisiniz/birisiydiniz. Bir kuşağınız var/vardı. Döneminizi etkileyen olayların içinden geçtiniz/geçiyorsunuz. Siz, bütüne katkı verdiniz, bütün sizi etkiledi, evirdi, biçimledi. Sizin anılarınız, döneminize değgin romanlara, öykülere ana kucağı olacak, sosyokültürel tarihinize kaynaklık edecek, uygarlığınızın örgüsünde, en azından, küçük bir ilmik olacak; o dönemin insan sıcaklığına giriş kapılarının açkısını tutacak avcunda.

Toplumbilimciler, çağınızı çözümler, değerlendirirken onlardan yararlanacak. Kişisel anıların (belleklerin) bileşim/birikiminden oluşan toplumsal bellek, ondan yansıyıp örgülenenler, ulusal ekininizin (kültürünün), uygarlığınızın ana verileri/göstergeleridir. Oradan çıkarımlarla yarınlara uzanabilesiniz kişi olarak, ulus olarak.

Anı; insanın insana, iç sıcaklığıyla kavuşması. İnsanın, insan yapısının/niteminin ince renklerini saklar derinliklerinde. O ki insan için yazıyorsunuz, derinliklerde kalan duyumsamaları, tepkileri, coşkuları, üzünçleri tezgâhınıza almazsanız, dokumanızın rengi, biçimi, insanın gerçeğine yadırgı düşer, yoksunlu kalır.

İyi de, anılarda nesnellik kolay mı, diyeceksiniz. Değil elbet. İnsan, kendini severliğin öksesinden sıyrılmadığı için, hoşuna gitmeyenleri karanlığa iteler. Gerçeği, özlemleriyle donatır biraz; yaşanmışlıklara kıyın kıyın kurgular ekler. Ama olsun, öylesi de insanın bir yanı yönü, -doğasından ötürü- sökülmez nitemi değil mi? Zaten siz, yazar olarak insanı, her konum ve özelliğiyle dokumaya koşulanlardan değil misiniz? Öyleyse sizin için, anı hazır bir veri. Size değilse, gelecekteki uğraştaşınıza…

Yazın anılarınızı ki, onların içinden sizi ve toplumunuzu bütün renkleriyle seçebilelim. Gerçeğimizle tanış biliş olalım. Yazın anılarınızı ki, tarihi, egemenlerin yörüngesine bağıtlılıktan çıkaralım, diptekiyle tepedeki, astlık üstlük taslamadan, ortak paydasında bölüşsün özgür yaşamı, insan.

 

 

 

 

 

 

SANATIN GÖVDESİ SIRADANDA

 

Sanat, edebiyat; salt olağanüstüleri konu edindi. Çarpıcı, ilginç olanı öne çıkarmaya çalıştı. Sonra kurmaca gerçekle iç gerçeği dokumaya başladı. Okur, izleyici; sanatsever yazardan, sanatçıdan öylesini bekliyor genelde: Doğa, yaşam; olağanüstü olgular dizisiymiş sanki. Sıradanın dokusunun ince, alt damarlarında dolaşanın, yazınsalın kurmacasında dokunarak olağanüstülük kazandığının ayırdında değiliz pek. Çarpıcılık arar gibiyiz. Olağandan, çıplaktan yeşeren yazınsalın, birebir/yalın güzelliğiyle sanatın daha vuruculuk, sıcaklık ve kavrayıcılıkla insanı, içten kucakladığını, göremiyor muz ne?

Okur, izleyici; sanatın, edebiyatın içinde sıradan insanı bulduğunda; başkasını seyrediyor, eleştiriye alıyor gibi kendi iç gerçeğini tanır; değişip dönüşerek kendisinin iç mimarlığını yapar ayırdına varmadan; özellikle görsel sanatlarda.

Sanatın, sıradanı taban tutması, sıradana olağanüstülük kazandırması değil mi, sanatın yaratıcılığı? Sıradan insandır hayatın gövdesi. İnsanın iç-dış etki ve tepkilerini somutunda ya da düşselinde eğirip dokuyan sanatın, edebiyatın, hem konusu hem öznesi, o bildiğimiz insan. Üstyapı kurumları dediğimiz değerlerin harmanında sıradan insanın tanesini sapından samanından ayıran sanattır, edebiyattır: Sıradan insanı içinden değiştirir, dönüştürür, donatır; daha üst kimliğe tırmandırır. İnsanlık endüstrisidir sanat, edebiyat.

Unutmayalım ki sıradan insan; günün dağdağasında yuvarlanır gider. Hayatın olağan akışı, sıradan insanının serüveni, çarpıcı olaylarla dolu değildir: Genelde sıçramalı değişimler göstermeden sürer gider. Tarihi sırtında taşıyan, ulusların, ekinlerin (kültürlerin) ekeneği, o sıradan insan, sıradan olaylardır. O ekenekten, o mayadan evirtim düşüncenin işidir. Sıradanı, daha üst kimliğe taşıma işlevi de sanatındır, edebiyatındır.

Kimileri, sıradan insan ve olay yerine, yalnızca ilginci sanata döktü. O da aşıldı. Yaşamın süreğenliğindeki insanı, olduğu gibi yakalayan sanata, edebiyata geçildi: Dış görüntüsünde olağanüstülük bulunmayan bireyin iç dünyasına inerek, insanoğlunu içinden tanımayı, birbirine tanıtmayı, dolayısıyla insanlığı ortak paydalı düşünüş/anlayış yörüngesinde bütünleştirmeyi iş edindi sanat, edebiyat: Bilecenliğe düşmeden insanı bildi, insanın güzelliğini doğalında yakaladı. Abartısız, süssüz gibi görünen anlatımla, o sade insanı sanatsala kattı: Sıradanın sözcük gömüsünü, öyle çok zorlamadan, arı dille, kiminde günlük türüne yakın biçemle…

Basitin, kendisinden başkasını gereksinmeyen çıplak güzelliği, sıradanı ilgi çekici kıldı. Her gün görüp, üzerinde durmadan geçtiğimize ayna tuttu edebiyat. Olağanı sanata dönüştürdü. Basiti, sanat yaparak, yaşamı, sıradan insanı sevdirdi bize. İnsan haritasının içinde keyifli bir yolculuğa çıktık. Önemsiz sandıklarımızın dipte kalan güzelliğine eriştik, esenlendik.

Böylesi sanatçı, ilk bakışta, yüzeyde dolaşıyormuş gibi görünür. Ama o yüzeyin ağzından, insanın derinliklerine indirir okuru, izleyiciyi. Bilecenlik edip kendisi söylemez. Size buldurur, insanın dipteki özünü. Siz de ortak olursunuz sanatçıya; daha bir keyif alır, kendinizi üreticinin ortağı gibi görürsünüz; siz de varsınızdır, o sanat yapıtının içinde. 700 yıl önce, çırılçıplakmış görüntüsünün içinden, özün balını sağmış Yunus’un tadını emersiniz.

Hani roman, öykü sanatı, tip yaratma derler ya, öyle bir tutkusu yoktur, kimi edebiyatçının. Çabasına düşmeden tipler yaratsa da, o durakta pek eğlenmez. Abartılmış kahramanları yoktur. Anlatılan tiplerin içinden, siz seçersiniz kahramanı. Daha doğrusu kahraman sıradan insandır, toplumdur, yaşadıklarınızdır. Görünenleri, öylesine anlatıyormuş izlenimi veren dil ve anlatı dokusunun altında, derinden akan kanın, yaşamın nabzını yakalarsınız. Yaşamla, insanla, çırılçıplak sevişir gibi yüz yüze gelir, başkalarıyla duyuş, düşünüş emişiminde çoğalır, birbirinizde erirsiniz.

Önemsemediğiniz görüntüler roman, öykü olmuştur, yaşamı bütünüyle kavramıştır: Toplumculuk etmeden toplumcu; insancılık etmeden insancı. Sanki gelip geçtiğiniz yerlere, tanıdığınız insana buyur ediyor sizi. O sıradanmış gibi görünenin macerasında yaşamın kendisini, insanı yaşarsınız. Onların yolculuğuna katılır; izlenimleri, duyumsamaları bölüşür, ilginçlik aramadan, çarpıcılık beklemeden üretinin tadını çıkarırsınız.

Anlatıdan; tanıdığınız insanın, gezdirildiği yerlerin kokusunu alırsınız. Alttan alta küçük altın iğneler batırsa da, öfkesi, abartısı yoktur söylemin. Yargı biçmeden bakar ele aldıklarına. Sözün arka alanından siz çıkaracaksınız yargıyı. Size pay bırakıyor: Kuşatmacı, buyurucu değil.

Kiminde belli bir konuya çakılmış ya da yerelde durur gibidir sanatçı. Ama her yerde bir yer; her yerde bir insan vardır. Sınırlar ayırsa, kültürler, yaşam düzenleri, yeryüzündeki insan birbirinden çok ayrıymış izlenimi verse de, aşağı yukarı, temel niteliğiyle insan aynıdır. Olguları, yaşama bakışları birbirini andırır. Hangi ülkeden, hangi çağdan olursa olsun, sıradan insanın anlatımından, insanlığın bütününe uzanırsınız.

Üretisini, anı gibi algıladığınız sanatçı, yalnızca kendisini söylüyormuş sanısına kapıldığınız olur. Hep bildiği yerleri anlatıyormuş izlenimi doğar sizde. Hayır! O ki tek insan, insanlık bütününden bir örnek değil mi? İşte o bir tek insanın oturup kalktığı yerleklerde (mekânlarda) insanlığın bütünü vardır; tüm yerlekleri, insanıyla birlikte yaşama zevkini tadarsınız.

Geçmişteki sıradan işleniyorsa, ‘günüm varken, geçmiş neyime’ düşünüşüne saplanmayın sakın. O geçmiş, insanlığın ön sayfalarıdır. Oradan okuruz: Nereden, nasıl evrildiğimizi, neyi nasıl yapınca durakladığımızı ya da ilerisine taşındığımızı. Onların içinden filizlenmiştir bugün. Geçmiş, bir parça değil, bugünden yarına uzanacak bütünün tabanıdır. Geçmişi gelecekle emiştirerek yarınların çıkarımını düşlersiniz.

Sıradanlar olmasaydı, o düşlerimizi süsleyen, hep ardında koştuğumuz olağanüstüler, neyin üstüne kurulacaktı? Sıradanı çıkarırsanız yaşamın içinden, ilginci, çarpıcıyı nasıl ayırt edecek, onun erincini nasıl yaşayacaksınız?

Temelsiz bina ayakta kalabilir mi, kaidesiz yontu, ufak bir sallantıda devrilmez mi?

 

 

 

 

 

 

EYLEM VE İNSAN    

                         (Özne Üstüne)

   

Dilbilgisiyle ilgili kaynaklarda  özne, 8-10 tanımla geçiştirilmiş. İşlevine değinilmemiş.

   Özne;  Sezgisi, düş gücü olan, dış dünyaya karşı olan insandır. Dış dünya­ya karşı olan insan, kendisinden güçlü olan doğayı kendisine göre yeniden biçimlendirirken; bir yandan da kendisi­ni, içinde bulunduğu konum ve koşul­lara göre değiştirir: Dilini, kültürünü oluşturur: Dünyayı ve kendisini doğru algılayıp değerlendirerek dünyaya bakış açısını ayarlar, ideolojisini kurgular.

    Kendisini ve dünyayı değiştirmek, geliştirmek için; bir şey yapmak, ger­çekleştirmek, bir durumu değiştirmek ve daha ileriye götürmek için çabada bulanmak gerekir.

İşte o çabanın adı eylemdir, eylemi gerçekleştiren de insandır. yaşamımızda olumlu, olumsuz, yararlı/yararsız ya da varlığıyla gönendiğimiz, üzüldüğümüz ne varsa tümünün yapıcısı, edicisi in­sandır, olanın, bitenin öznesi insandır.

Doğumdan ölüme değin  yapıp ettiklerimiz eylemdir. Eylemin edicisi özne (insan)dır.  Yaşamımızı, edici (özne), edilen  yapılan (eylem) ilişkileri olarak özetleyebiliriz. Öznenin ne, insanın kim olduğunu anlatımdan çıkarabiliriz:

Yapar, ederken insanın halleri diline yansır. Dilinden insanın hangi tutum, davranış­ta bulunacağını, ediminin ne olacağını çıkarabilirsiniz: Bir öykücü, kadın için nefis bir parça diyorsa; anasına, sevgilisine, eşine, kullanılabilen, tüketilen ve gereksinimi bitince, kaldırılıp atılan bir nesne gibi baktığını, kendisinin de nes­ne oğlu nesne olduğunu, rahatça söyle­yebilirsiniz.

Kimin, kim olduğu, dünyaya nasıl baktığı, dünya görüşü, anadilinin olanaklarını doğru ve yerinde değerlendi­rip değerlendiremediği; yapıp ettiğine ve yazdığına yansır. İnsanın halleri, öznesiyle eylemindedir.

Öznenin, insanın dil içi hal­leri nelerdir?

*Gücü yetmek-yetememek, *Tez­den yapıvermek, *İvecenlik-üşengen­lik, *Başarmak-başaramamak, *Edimi sürdürmek-sürdürmemek,
*Bekleneni gerçekleştirmek-gerçekleştirmemek, *Uyarılmak, *Edimine yaklaşmak-yaklaşamamak-yaklaşır gibi olmak, *Yapıcılık-savsaklayıcılık, *İmeceli, ortaklaşa iş becermek, *Ediminden etkilenmek-etkilenmemek, * Etkililik-etkisizlik, *Yapıcılık, *Bizzat edimde bulunmak - edimi aracıyla gerçekleştir­mek - baskıyla ya da zorla yaptırmak, *Edimini bırakmak-bırakamamak, *Davranmak-davranmamak *Umduruculuk, *Beklenmeyen tavırda olmak,      
*Sorumluluktan kaçınır olmak, *Yapmacıklı davranış gibi.

  Öznenin bu niteliklerini, öznenin edimine nasıl yansıttığını, özne-eylem ilişkisi içinde incelemeye çalışalım:

I-ÖZEL BİLEŞİK EYLEMLERİN ÖZNELERİ

1- a

Can, bu kitabı üç günde bitir-e+bilir.

Deniz, bu masayı kaldır-a+bilir.

Çağla’nın yaşı küçük ama okuyup yaz-a+biliyor.

Altı çizilmişler, yeterlik eylemleri­dir.

Bu tümcelerde: *Edinç gücünün yeterliği,
*Becerebilme, *Yeterlik, *Başarabilme anlamı vardır. Bu tüm­celerdeki öznelere
“başarabilen özne” diyebiliriz.

1-b

Çocuk, bu kitabı üç günde bitir-e-mez.

O adam, bu işi yap-a-maz.

Sanmam, bunun üstesinden gel-e-me-z.

Altı çizilmişler yetmezlik eylemle­ridir.

Bu tümcelerde: *Edinç gücünün yetersizliği, *Yete­nek eksikliği, *Beceriksizlik, başarısızlık, edimde yetersizlik anlamı vardır. Bu tümcelerdeki öznelere başaramayan özne” diyebiliriz.

ANIMSATMA:

Çocuk, bu yükü taşı-y-a-ma-z.

Buradaki öznenin işi yapmaya ya gücü yetmiyordur, ya yeteneği eksiktir ya da işi başarmanın önünde engeller vardır.

Çocuk bu yükü taşımaz.

Buradaki öznenin işi yapabilme gücü, yeteneği vardır. Fakat işi, kendi istenciyle bilerek yapmıyordur.

Önceki tümcelerde yapıp yapmamak öznenin istenci dışındadır, ikincisinde ise öznenin istencine bağlıdır.

 

2-a

Köşeden karşıma çık-ı+verdi.

Şu dilekçemi yaz-ı+versen.

Bana biraz yardım ed-i+ver.

Gecenin bir yarısında çık-a+geldi.

Üç günlük işi, iki saatte bitir-i+verdi.

Altı çizilmişler, tezlik eylemidir.

Bu tümcelerde: *Dileyiş, *İvedilik, *Tezlik, *Bir­denbire, ansızın, hemen oluverme, anlamı vardır. Bu tümcelerdeki öznelere “ivecen özne” denilebilir.

2-b

Bir akşam uyudu, uyanma-y-ı+verdi

Ustanın aksiliği tuttu, işimizi yapmayı-ı+verdi.

Her zaman bizimle olurken, bir günden sonra gelme-y-i+verdi.

Altı çizilmişler, beklenen tezliğin, alışılanın gerçekleşmediğini gösteren ey­lemlerdir.

Bu tümcelerde: *Beklenmezlik, *Yadsıma, *Be­kleneni gerçekleştiremeyiş anlamları vardır. Bu tümcelerdeki özneler “be­klenmeyen edimdeki özne”ler diye adlandırılabilir.

UYARI: Çıkagelmek vb. tezlik eyle­midir.

2-c

Nihayet bir gün kapıyı açma-y-ı+verdi.

Güvenirdik ona, dar zamanımızda işe gelme-y-i+verdi.

Altı çizilmişler, beklenen tezliğin gerçekleşmediğini gösteriyor, tezlik ey­leminin olumsuzudur.

Bunlarda: *Olması beklenenin olmadığı, *Alışılmışın dışına çıkıldığı anlamı vardır. Bu tümcelerdeki öznelere "bekleneni gerçekleştirmeyen özne denilebilir.

2-d

Vur kafasına vur, vuruver.

Ört üstünü, örtüver.

Tümcelerinde: *Tezlik anlamıyla birlikte, *Kışkırtma, *İsteklendirme, *Yüreklendir­me, *Özendirme anlamı da vardır. Bu tümcelerdeki öznelere “ivediliğe öze­ndirilen özne” hatta "kışkırtılan özne" denilebilir.

3.

3-a

Sen başka ufuklarda yüksel-e+durdun

Ben, kendi harabemde çırpın-a+durdum.     (Mehmet Akif)

Bu garip başım sevdayı yeke+geldi, çeke+gider. (Yunus Emre)

Bak-a+kalırım giden geminin arkasından.        (Orhan Veli)

Altı çizilmişler, işin, oluşun sürdüğünü, süreceğini gösteren sürer­lik eylemidir.

Bu tümcelerde: *Edimin sürüp gittiği, *Kesilmediği, *Aralıksızlığı, *Edimi gerçekleştirmede ısrar anlamları vardır. Bu tümcelerdeki öznelere “edimini sürdüren özne” denilebilir.

3-b

Uyu-y-a+kalmamış, arkamızdan yetişti.

Koşup+durmasın.

Adamı alı+koymayınız.

Altı çizilmişler, sürerliğe engel çıkarılmamasını isteyen olumsuz sü­rerlik eylemidir

Bu tümcelerde: *Edimde gecikileceği sanılırken, edimde gecikmeme, *Engelleme anlamı vardır. Bu tümcelerdeki öznelere bekle­nene karşın “edimini sektirmeyen (ge­ciktirmeyen) öznedenilebilir.

3-c

Yağmur devam edip+duruyor.

Aynı sözü söyleyip+duruyor.

Çocuk, anasının eteğini çekiştirip+duruyor.

Sözüm de sözüm, başka bir şey dediği yok.

Buradaki eylemler biçimce sürerlik eylemi değildir, ama bunlarda anlamca sürerlik vardır.

Bu tip anlatımlarda: *Yineleme, *Edimi sürdürme, *Aralıksızlık, *Israrlılık, *Diretme anlamları var. Bu tümcelerin özneleri­ne “edinci aralıksız özne, edincinde ısrarlı özne” denilebilir.

3-d

Artık bu sözleri söyleyip+durma.

Kıyısından çekiştirip+durma şunun.

Ateşe düşmüş gibi bağırıp+dur­ma.

Altı çizili eylemlerde biçimce sürer­lik eylemi yok, ama anlamca sürerlik var.

Bu tip eylemler, anlamca sürerliğin olumsuzudur.

Bu tümcelerde: *Sürerlikle birlikte: *Uyarma, *Edimi bırak (kes), *Vazgeç anlamları var. Bunların öznelerine uyarılan özne denilebilir.

ANIMSATMA

Şu sözleri söyleyip durma, tepemi attıracaksın.

Bileşik tümcenin ilk bölümünde sü­reklilik, ikinci bölümünde uyarı anlamı var. Tümcenin ikinci bölümü, birinci bölümün üstüne açıklama getiriyor.

Anlamca süreklilik (olumsuz) eyle­minde:  *Durdurma isteği, *Edimin ke­silmesini dilemek, *Yakınma, * Sızlanma anlamları sezilir:

Bakılmasın, süregitmesin, olagitmesin, bu kırgınlık devam etme­sin tümcelerinin öznelerine "ediminden yakınılan, uyarılan özne" denebilir.

1. Adeyleme -de eki koşulup, üstüne -dir eki eklenince; içinde bulunulan zaman (şimdiki zaman) anlamıyla birlik­te, eylemin sürüp gittiği anlamı yüklenir söze.

Yoldan arabalar geçmektedir (Şu anda, şimdi ve sürekli)

Sular akmaktadır (akış sürüyor, kesilmiş değil.)

* Adeyleme -de eki getirilip üstü­ne kişi eki koşulunca süreklilik anlamı doğar:

Bir ayna istemekteyim (şu anda, isteğim geçici değil.)

Eve gitmekteyim (şu anda sürdürdüğüm iş, eve gitmek.)

Bu yapıdaki eylemler şimdiki zaman i-yor ekinin işlevini yüklenir ve süreklilik anlamı yaratır.

 

4-a

Korkudan bayıl-a+yazdım.

Buzda düş-e+yazdım.

Heyecandan öl-e+yazdım.

Altı çizilmişlere, istenmeyen du­rumların gerçekleşmesine yaklaşıldığını gösteren eylemlere: yaklaşma eylemi  denir. Bu tümcelerde:

*Edimin gerçekleştirilmesine yaklaş­ma, * Edimde bitmemişlik, *Neredeyse olacaktı, *Edimin bitirilmesine erişilmekte olduğu anlamları vardır. Bunların özne­lerine “edimine yaklaşan öznedeni­lebilir.

ANIMSATMA:

Süt taş-a+yazdı (Süt neredeyse/az kal­sın taşıyordu.) Bu tip eylemler, belirtecini içinde saklar (gizli belirteç).

    

4-b

Arabanın altında kalacaktı.

Attan düşüyordu.

Konularımız bitecek gibi.

Bu tümcelerde: *Neredeyse oluyordu,  *Sonuca yaklaşır gibi olma anlamı vardır. (Bun­ları, biçimce değil de, anlamca yak­laşma eylemleri sayabiliriz.)

Bunların öznelerine edimini so­nuçlandırmaya yaklaşan öznediye­biliriz.

5.

Adamın acayip davranışı karşısın­da gül-e-sim+geldi.

O anda yere kapanıp toprağı öp-e-sim+geldi.

Deniz öyle berraktı ki, lıkır lıkır iç-e-sim+ geldi.

Anacığımı gör-e-ceğim +geldi.

Ata bin-e-sim+geldi / Köye gid-e-sim+geldi (Halk türküsü)

Altı çizilmiş eylemler, isteklenme eylemleridir.

Bu yapıdaki eylemlerle yargıya bağlanmış tümcelerde: *Edimin henüz gerçekleşmediği, *Edime isteklenildiği, özenildiği anlamı vardır.

Bu tip eylemlerle yargıya kavuşturulmuş tümcelerin öznelerine isteklenen özne ya da isteklendirilen özne” denilebilir.

ANIMSATMA:

Bir ev alacak oldular. (Davranış var, sonuç yok.)

Adamın hastalanacağı tuttu. (Beklenmezlik)

Bu sıralar işler kötü gider oldu. (Süreklilik göstermeye başlama)

Şimdi beni tanımazdan geliyor. (Yapaylık, yadsıma)

Bu yaz Trabzon’u görmüş olduk. (Bitirme, sonuca ulaşma)

Bu tümcelerde: *Girişimi sonuçsuz, *Beklenme­dik tutum, *Edimini yineleme, *Yapay davranış, *Edimini bitirme, *Sonuca ulaşma anlamları var. Özneleri, tümce­den doğan anlama göre adlandırılabilir.

 

 

 

II- EYLEM ÇATISINA GÖRE ÖZNE

Eylem çatısı: Öznenin eylemi gerçekleştirmesine, bir şeyin eylemin etkisi altında kalmasına ya da belli biçimde olmasına göre aldığı durum.

Alışılagelmiş dilbilgisi öğretiminde çatı konusu;

Öznesine göre: 1. Etken, 2. Edilgen, 3. Dönüşlü, 4. İşteş; Nesnesine göre: 1. Geçişli, 2. Geçişsiz, 3. Ettirgen, 4. Oldurgan ey­lem olarak işlenir.

Eylemler “-(i)n, -(ı)l, -(i)ş, -(i)r, - tir, -t” çatı eklerini alınca eylemlere ve tümcelere yeni anlamlar yüklenir ve öz­nelerinin niteliği değişir.

1.

 Aydın Malatya’ya gitti.

1963’te Amasya’dan gelmiştik.

Yasemin çantasını buldu.

Metin Nazilli’den geldi.

Buradaki eylemler çatı eki almamıştır, yapanı edeni bellidir, et­kendir.

Bu tümcelerde: *Öznelerin bulunduğunu,   
*Öznelerin eylemi gerçekleştirdiğini,

*Kimilerinin nesne aldığını, kimi­lerinin almadığını görüyoruz.

Böylesi tümcelerin öznelerine “yapıcı özne” denilebilir.

 

ANIMSATMA:

Ettirgen, geçişsiz, dönüşlü, işteş, ol­durgan eylemler de etkendir (öznesi yapıcıdır). Onların öznelerinde de yapıcılık vardır. Ancak öteki yönleri ağır bastığı için, öz­nelerine değişik adlar verilmiştir.

2.

 Biraz bekledikten sonra yol aç-ıl-dı.

 Öğretmenim, cam kır-ı-ldı.

 Gecekondu  bölgelerinin sorunları çöz-ül-ecek.

 Ev, baştan baştan başa temizlen­di.

 İşin sonuna geli-n-di.

Altı çizilenler, edilgen eylemdir. (Öznesiz görünen, öznesi dolaylı yol­dan söylenen)

Bu tümcelerde: *Eylemlerin “-(i)n, -(i)l” çatı eki aldığını, *Öznenin eyleminden bir şeyin etkilenmediğini, yani tümcede nesne bulunmadığını, doğrudan özne kullanılmadığını görüyoruz.

Kaynaklar buradaki görünümsel öznesizliği sözde özne” terimiyle kapat­maya çalışıyor. Edimi gerçekleştirmeyen öğelere sözde özne diyor: yol; cam; ge­cekondu bölgelerinin sorunları; ev.

İster yazgıcı, ister diyalektik düşünülsün, her oluşun bir yapıcısı vardır. O halde öznesizlik, söz konu­su olamaz. Gecekondu bölgelerinin sorunu çözülecektir.” diyen kişi, “Ben çözeceğim.” demekten sakındığı için, öyle söylemiştir. Kaytarıcılık anlamı vardır bu tümcede.

Edilgen yüklemli cümlelerde: * Özne/yapıcı ya bilinmiyordur, *ya saklanıyordur. *ya da özne açık açık yükümlülüğe girmekten kaçınıyordur. Böylesi cümlelerin öznelerine savsaklayıcı öznedenilebilir.

ANIMSATMA:

“-in” çatı ekleri edilgen eylemde öznesizliğe neden olur; dönüşlü eylemde, edimi, öznenin üstüne döndürür: İnek sağ-ıl-dı (Edilgen eylem)

Ali Bey geriye çek-il-di (dönüşlü ey­lem, edim özneyi etkiliyor).

3.

Gürültüyü duyan halk, sokağa koşu-ş-tu.

      Kucaklaşıp ağla-ş-tılar.

Dost olan sevişir, düşman olan dövü-ş-ür.

Altı çizili eylemlerde işin tek öz­nece  gerçekleştirilmediği, işin ortaklaşa yapıldığı görülüyor.

Bu tür eylemlere işteş eylem denir: Eylemler, “-iş” çatı ekiyle işteşe, dönüştürülmüştür.

Bu yapıdaki eylemlerle yargıya bağlanan tümcelerde: *Özne, eylemin gerçekleştiricisidir. Ama anlamca tek kişili değildir. *Edimde öznelerin payı eşittir. *Edimin gerçekleştirilmesinde iş ortaklığı (imece) vardır. ‘Alttan alta “birbirini etkileme” anlamı vardır.

Bu tür tümcelerin öznelerine “imeceli özne” denilebilir.

 

ANIMSATMA:

*  “iş” ekini almış eylemlerin hepsi işteşlik (edim ortaklığı) yaratmaz:

Fırtına yat-ış-tı.

Hırsız sav-uş-tu.

* İşteş eylemli cümlelerde genellikle nesne bulunmaz, ama böylesi cümlelere nesne koşulduğu görülür: Bakanlar Ku­rulu, güvenlik sorununu görüştü.

* İşteşlik çatı eki (-iş) almadan da anlamca işteşlik olabilir:

 Baba oğul birbirlerini çok sevmişler. (Eylemi gerçekleştiriş payı ortak ve karşılıklı, işteş)
      Türkiye batılılaştı. (-e benzer)

Gökyüzü mavileşti. (-y’e dönüş­me)

Türkler Anadolu’ya yerleşti. (otu­rur olmak)

Ağaç iyice kalınlaştı. (kökteki du­rumun gelişmesi= kalın-laş-mak)

Kapılar boyandı. (köktekinin niteliğini kazanmak= boya-lan-mak)

Hava güzelleşti. (kökteki niteliği kazanmak= güzel-leş-mek)

Her yer temizlendi. (Kökteki du­rumun gelişmesi/ uygulanması= temiz-len-mek)

Bu örneklerde: *Kökteki duruma dönüşmek, *Köktekine benzemek, *Köktekini benimsemek, kabullenmek gibi anlamlar seziliyor.

4.

Yasemin tarandı, süs-len-di.

Can, hemen yana çek-il-di.

Deniz, biraz önce yık-an-dı.

Kız boylandı boslandı, gel-iş-ti.

Yukarıdaki tümcelerde: *Eylemlerin “-il, -iş, -in” ekleri aldığını, *Edimi öznenin gerçekleştirdiğini, *Edimin öznenin üstüne döndüğünü, *Öznenin ediminden etkilendiğini, *Öznenin bir tür nesnemsi niteliğe kaydığını, *Altan alta “kendi kendini” anlamının sezildiğini görüyoruz. Bu ya­pıdaki eylemlere dönüşlü eylem denir.

Dönüşlü eylemle yargıya bağlanan tümcelerin öznelerine ediminden et­kilenen öznedenilebilir.

ANIMSATMA:

Dönüşlü eylem çatı eki bakımından edilgen eyleme benzer:

Çamaşır yıka-n-ıyor. (Öznesi yok, edilgen eylem)

Can yıka-n-ıyor. (Öznesi var, dö­nüşlü eylem)

*Dönüşlü eylemli tümcelerde genel­likle nesne bulunmaz. Fakat bu yapıdaki eylemlerle nesneli tümceler kurulabilir:

Can soyundu. (Eylem dönüşlü, nes­ne yok.)

Can elbisesini soyundu. (Eylem dönüşlü, nesne var: elbisesini)

Yaşlanmak, dalgalanmak, evlen­mek gibi adlardan türetilmiş eylemlerde, kullanılışa göre dönüşlülük düşünülebi­lir.

*“len-mek; -leş-mek; -in-mek ek­leriyle ad soylu sözcüklerden türetilmiş ey­lemlerin yarattığı anlamlar değişiktir.

5.

Danimarka’yı iki kez gördüm.

Çağla ile bu konuyu görüştük.

Pencerenin camını kırdı.

Bu tümcelerde: “Edici (özne)” var. “Eylemden etki­lenen (nesne)” var. Eylemle birlikte sor­duğumuz “neyi, kimi” sorularına yanıt alabiliyoruz: Gençlik çağını, Danimar­ka’yı, bu konuyu, pencerenin camını.

Bu yapıdaki kullanımlarda, eylem bir şeyin üstüne geçtiği, onu etkilediği için, eylemlerine geçişli eylem denir.

Bu tür tümcelerin öznelerine etki­leyici özne diyebiliriz.

ANIMSATMA

Dönüşlü eylemler geçişli olabilir: Ka­dın mantosunu giyindi.

İşteş eylem geçişli kullanılabilir: Ta­raflar  konuyu görüştü.

Etken eylem nesne aldığı için geçişli­dir:
Can’ı annesi çağırdı.                 

Ettirgen eylem zaten geçişlidir: Çar­şıdan öteberi aldırttı.


     
Oldurgan eylemler de geçişlidir: Ken­tin her yerini gezdirdi.

6.

Uzun yıllar geçti.

Ne çok bekledik.

Bütün gün gezdiler.

Gözlerim kamaşıyor.

Yukarıdaki tümcelerde neyi, kimi sorunlarına yanıt bulamayız. Çünkü nesne yok tümcelerde. Öz­neyi çağrıştıran sözcüklerin yapıcılığı ediciliği yok. Özne başka bir şeyi etkile­miyor. Edilgenlik var. Bu tür eylemlere edil-gen eylem denir.

Bu tür cümlelerin öznelerine “etki­siz özne denilebilir.

ANIMSATMA

Geçişsiz eylemler, kendi köklerinden nesne alıp geçişlilik kazanabilir: Bir vuruş vurdu. Bir atlayış atladı. Bir koşuş koştu.

7.

Çocuk uyudu. (Özne; çocuk, edimi kendisi gerçekleştiriyor. Eylem çatı eki almamış, ediminden etkilenen (nesne) yok. Ey­lem geçişsiz. (Uyuma işini çocuk/özne yapıyor = yapıcı özne)

Anne çocuğu uyu-t-tu.

Geçişsiz eylem (uyudu), “-t” ekiyle eylemin yeni biçimi oldurulmuş. Oldu­rulan eyleme 1. kerte oldurgan eylem denir.

Önceki tümcede edimi (uyumayı) çocuk kendisi yaparken, burada edimi ona başkası (anne) yaptırıyor. Bu tür tümcelerin öznelerine yaptırıcı özne” denilebilir.

Çocuğu uyu-t-tur-du.

“t” ekinden başka “-tur” eki almış eylem. Uyutma edimini anne de yaptırmıyor, bir başkasına yaptırıyor. Bu yapıdaki eylemle yargıya kavuşturulan tümcelerin öz­nelerine aracılı özne denebilir. Diye­lim ki anne yardımcısına ya da birine buyurarak çocuğu uyutturmuş. Bu durumda edimi gerçekleştirmede aracı kullanıldığı anlaşılıyor. Eylem 2. kerteden oldurgandır.

Böyle bir yapılanmayla tümceyi yargıya kavuşturan tümcelerin özneleri­ne “baskıcı özne” denilebilir.

Çocuğu uyu-t-tur-t-tu

Eylem, önceki eklerin üstüne bir ek daha almış, eylemin anlamı, özne­nin niteliği değişime uğramış. Eylemin gerçekleştirilmesinde zor kullanıldığı anlaşılıyor. Bu yapıdaki eylemle yargıya kavuşturulan tümcelerin öznesine zorlayıcı özne denebilir.

 

 

ANIMSATMA:

Geçişsizken geçişliye dönüştürülen ey­lemlere oldurgan eylem “ denir.

8. Çocuk sütü içti. Özne (çocuk) edimi kendisi yapıyor. Cümlede nesne (sütü) var. Ey­lem geçişli.

Kadın çocuğa sütü iç-ir-di. Geçişsiz eylem “-ir” ekiyle değişmiş, oldurma var, yeni anlam yüklenmiş. Geçişsizken geçiş kertesi artırılan bu yapıdaki eylemlere 1. kerte oldur­gan eylem denir.

Birinci tümcede, sütü çocuk kendi­si içiyordu, oysaki bu tümcede, çocuğa sütü içiren başkasıdır. 1.kerteden eylemlerin yargıya ka­vuşturduğu tümcelerin öznelerine yaptırıcı özene denir.

Çocuğa sütü iç-ir-t-ti.

Eylem 2. kerte ettirgen eylemdir.

Eylemi gerçekleştiren çocuk değil, adı söylenmeyen yaptırıcı da değil. Daha başka birisinin baskı kullanarak sütü içirdiği seziliyor. Bu tür öznelere baskıcı özne denebilir.

Çocuğa sütü iç-irt-tir-t-ti

Eylem 3. kerte ettirgen. Aracı, baskı kullanmayı geçin, eyle­mi gerçekleştirmek için zor kullanıldığı seziliyor. Bu yapıdaki eylemlerle yargıya kavuşturulan tümcelerin öznelerine zorlayıcı özne denebilir.

 

 

 

 

 

EYLEM İLE YARDIMCI EY­LEMDEN

OLUŞAN YAPILARDA ÖZNE:

1.

Bu sıralarda bize sık gelir oldu.

O konudan söz etmez oldu.

Bugünlerde bize yazmaz oldu.

Artık buralara uğramaz oldu.

Bu tümcelerin yüklemleri çift eylem­le kurulmuştur. *3. tekil kişili biçimin üstüne, “ol-” yardımcı eylemi getirilerek, çift yapılı ve başlama anlamlı yüklemler kullanıldığını,

*Yardımcı eylemden önceki (gel­mek, etmek, yazmak, uğramak) edimle­rini yapmamaya başlamak, *Eskiden yaparken şimdi yapmama­ya başlamak, *Önceki edimini terketmek, *Alttan alta yakınma, niçin diye sor­mak, *Hoş karşılamamak, *Nedenini merak etmek gibi anlam­ları yakalıyoruz. İki tür eylemle kurulan altları çizili yüklem, önceki tutum ve edimdeki de­ğişmeyi, başka edime başlamayı göste­riyor.

Bu yapıdaki eylemlere “başlama eylemi” denir. Böylesi cümlelerin öz­nelerine “önceki edimini bırakmaya başlayan özne denilebilir.

2.

Gidecek olduk.

Bakacak oldu.

Bağıracak oldu.

Bu tümcelerin yüklemleri çift eylem­li: Birincileri gelecek zaman görünüm­lü, ikincileri ol-’ yardımcı eylemleridir: *3.tekil kişili eylemlerin üstüne “ol-“   yardımcı eylemi koşularak, birinci eylemdeki edimi gerçekleştirme niyeti taşımak, *“-ecek gibi olmak”, *Oluş gerçekleşmemiş, ama onu yapmaya davranmak anlamı var.

Bu yapıdaki eylemlere “davranma eylemi” denir. Bunların öznelerine “davranıcı özne” demek uygun olur.

3.

Geliyor olmalı.

  Uyuyor olmalı.

Bunları biliyor olmalı.

Bu tümcelerin yüklemleri şimdiki zaman çekimli eylemlerin sonuna ol-’ yardımcı eylemleri koşularak oluşturul­muştur.

Bu yapıdaki eylemlere olasılık/ih­timal eylemi denir. Bu tümcelerde: *Edimin gerçekleşeceğini san­ma, umma anlamı” doğmuştur. Böylesi cümlelerin öznelerine umdurucu özne, tümcenin yüklendiği anlama göre  olasılıklı özne de denilebilir.

 

4.

O sözleri işittikten sonra ağla­maklı olmuştur.

Tümcenin yüklemi adeylemin -lı ekiyle sıfat görünümlüsünün sonuna ‘ol-’ yardımcı eylemi koşularak kurul­muştur. Çift eylemli yüklem almış tümcede, edimin gerçekleşeceğini sanma anlamı vardır. Bu yapıdaki eylemlere sanmalı ey­lem denir.

Bu tümcelerde: *Edimin gerçekleşeceğini sanma, *Edimin esas eylemdeki duruma ge­leceğini varsayma anlamı doğurmuştur.

Bu yapıdaki yüklemle yargıya bağ­lanmış tümcelerin öznelerine sanmalı özne denilebilir.

5.

Ağlayacağı tuttu.

Susacağı tuttu.

Güleceği tuttu.

Konuşmayacağı tuttu.

Bu tümcelerde gelecek zaman çe­kimli ve sıfat görünümlü eylemlerin 3. tekil kişi iyelik eki (-i)den sonra tutmak eylemi koşularak yüklem kurul­muştur.

Bu yapıdaki yüklemler, beklenme­yen, umulmayan bir isteğin, duygunun doğduğu izlenimi yükler tümceye. Bu yapıdaki eylemlere beklenmezlik eyle­mi denir.

Bu yapıdaki yüklemler tümceye: *Beklenmezlik, *Kökteki edimin gerçekleştirilmesi alışılmış bir tutum iken, umulmadık nedenle yerine ge­tirilmeyiş, *Umulmayan durumla karşılaşış, beklenmeyen tavırla karşılaşış anlamları yükler.

Bu yapıdaki yüklemle yargıya bağla­nan tümcelerin öznelerine beklenme­yen tavra yönelen özne denilebilir.

6.

Anlamamış göründü.

Duymamışlıktan geldi.

İşitmemişliğe vurdu.

Görmezlikten geldi.

Bu cümlelerde: *Olumsuz yapılı eylem tabanına “-miş, -miş-lik-ten, -miş-lik-e, -mez-lik” ekleri koşulduktan sonra, üstüne “vur-, gel-,
gör-” eylemleri eklenerek “yap­macıklı eylem” kurulmuştur. Bu tür eylemlere yapmacıklı eylem denir.

Bu yapıdaki eylemlerle yargıya kavuşturulmuş tümcelerde: *Edim gerçekleştiği halde olmamış sayma, *Yapmacıklı davranış anlamı vardır.

Bunların öznelerine yapmacıklı özne” denilebilir.

Bu incelemede:

*30  eylem türüne değinilmiştir.

*30 tür eylemle, tümceyi, en az, 30 türde yargıya kavuşturma yolu gösteril­meye,

*Böylece anlatımı çeşitlendirme, anlatıma boyut kazandırma yolları araş­tırılmaya çalışılmıştır.

Eylemleri, anlam değişikliğine uğra­tarak yüklemleştiren eklere bakarsanız:

*Söz ekonomisi yapma,

*Anlatımı yoğunlaştırma yolları­nın araştırıldığını görürsünüz.

*Dilbilgisine ilişkin kaynaklarda yalnızca  tanımı  verilen  özne      sayısı –işlevi belirtilerek- 32'ye çıkarılmıştır.

Anadili Eğitimi

Ne yazık ki, geçmişten gelen alışkanlıkla, anadili “Oku oğlum, anlat kızım!” yöntemiyle bilgi olarak okutulmuştur. Türkçe, ders olmaktan çok, doğru, iyi ve güzel konuşma, yazma beceri ve alışkanlığını kazandıran, insan zihin ve kişiliğini geliştiren düşünüş eğitimi olmak, dille düşüncenin matematiği yapılmak gerekirdi.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ANLAMI GÜÇLENDİRME YOLLARI


                           (Türkçede Pekiştirme)

Pekiştirme; anlamı güçlendirmedir, kökteki anlamı daha varsıl duruma getirme, üstünlük, aşırılık anlamı yaratmaktır. Ders kitaplarında, konuyla ilgili kaynaklarda pekiştirmenin önad ve ada ilişkin bir iki biçimine değinilmekte, daha ötesine gidilmemektedir. Konuya, biçimsel yönüyle şöyle bir değinilip geçilmektedir.

    Anlamı varsıllaştırmak, anlatımı varsıllaştırmak, dolayısıyla düşünüşümüzü boyutlandırmaktır. Öyleyse, bu konuya, salt pekiştirme çerçevesinden bakmayalım. Anlamı güçlendirmenin başka yolları var mıdır? Onları inceleyelim. Dilimizin bu konudaki olanaklarını görelim:

1.Pekiştirmeli Önad:

Önadlarda pekiştirme, önadın ilk ünlüsüyle sözcüğün bundan sonraki bölümü arasına, uyarına göre m, p, r, s harflerinden birisi konulduktan sonra, önadın yinelenmesiyle yapılır:

BEYAZ: Be+M+beyaz: Beyazdan daha beyaz.

MOR: Mo+S-mor: Mordan daha mor.

SARI: Sa+P+sarı: Sarıdan daha sarı.

TEMİZ: Te+R+temiz: Temizden daha temiz.

2. Pekiştirmeli Ad:

Adlardaki pekiştirme, biraz değişik (ikinci kez -e, -a) ekleri almakla birlikte, önadlardaki yöntemle yapılır:

GENÇ: Ge+P+e+genç: Çok genç, gencecik.

SAĞLAM: Sa+P+a+sağlam: Sağlamlığı eksiksiz.

ÇEVRE: Çe+P+e+çevre: Bütün çevresiyle.

3. Pekiştirmeden önce adı yineleyerek:

Mavi mavi + masmavi: Nitelemede aşırılık.

Yeşil yeşil + yemyeşil:     "            ”

Sarı sarı + sapsarı     :    ”            ”

      4. İkilemelerle;

Yeşil elma: Ada, önad koşulmuş, normal niteleme.

Yavaş yürümek: Eyleme belirteç koşulmuş, normal belirtme.

Yeşil yeşil elmalar: Ada koşulan ikileme niteliğin çokluğunu belirtiyor.

Yavaş yavaş yürümek: Eyleme koşulan ikileme edimin oluş biçiminin derecesini artırıyor.

Anımsatma:

Ada koşulan sözcükler önad, eyleme koşulan sözcükler belirteçtir.

5. Üçüzleme ile:

Üzüm üzüm üzülmek,

Bangır bangır bağırmak,

Tir tir titremek.

Üzülmenin, bağırmanın, titremenin, olağanından daha baskın olduğu vurgulanıyor.

6. “mi” ile:

Güzel mi güzel bir kız: Güzelden de çok güzel, aşırılık.

Geniş mi geniş bir bahçe: Genişten geniş, üstünlük.

Can, bunu yapmış mı yapmıştır: Kesin olasılık.

Gitmedi mi gitmez: Diretme, karşı durma.

Yapmadı mı yapmaz: Diretme, inat.

Bunlarda edimin, niteliğin olağanın üstünde olduğu vurgulanmaktadır.

7. “Hem, Ne” Sözcükleriyle:

Önad tamlamalarının önüne “hem ne” sözcükleri koşularak, önadlardaki üstünlük derecesine benzer, “üstünden de üstün” anlamı yaratılır:

İyi insan : Önad tamlaması.

Güzel yayla :     ”           ”

Berbat bir iş:    ”           ”

Hem ne iyi insan: İyiden iyi insan, iyiliği sonsuz.

Hem ne güzel yayla: Güzelden de güzel yayla.

Hem ne berbat iş: Berbattan da berbat iş.

Bunlara benzer anlatımlarda “nitelemenin beklenilenden üstünlüğü, nitelemede sınırsızlığa doğru gidişi” sezilmektedir.

8. Önadların ilkine -den eki koşarak.

İyi-den iyi bir insan: Olağanından üstün.

Kötü-den kötü         :       “           

Güzel-den güzel      :     “             

Böylesi anlatımlarda “olağanından üstünlük” vurgulanmaktadır.

9. “de” Bağlacıyla:

Gitmem de gitmem    : Dayatma, diretme,

Yapmam da yapmam:       “            “

Geniş zaman çekimli, olumsuz biçimli iki eylemin arasına “de” bağlacı koşulduğunda “diretme, dayatma, karşı koymada aşırılık" anlamı doğuyor.

Kötüden de kötü bir durum.

Güzelden de güzel bir kitaplık.

Adlar, önadlar arasına giren “de” bağlacı, nitelemede üstünlük, aşırılık anlamı yaratıyor.

10. Aynı Sözcüğü Yineleyerek:

Müzik, müzik, müzik…: Hep müzik, sürekli müzik, müzikten başka bir şey yok.

Yeşillik, yeşillik, yeşillik…: Hep yeşillik, sürekli yeşillik, her taraf yeşille kuşatılmış.

Bu tip anlatımlar, “bolluk, çokluk, süreklilikten” başka, “bıkkınlık” anlamı da yaratabilir: Konuş, konuş, konuş… yetti artık!   (bıkkınlık)

11. Buyruk Kipli Eylemi Yineleyerek

Git, git, git!… yol bitmiyor.

Sus, sus, sus!…kafamı patlattın!

Bu tip anlatımlar oluşun, edimin “aşırılığını, sürekli, sonsuz oluşunu, kesilmediğini” vurgular. “Bıkkınlık, yakını” sezdirir.

12. İyelik Ekiyle:

Oğlu-m, aslan oğlu-m.

Ülke-m, ben-im ülke-m.

Ev-im, güzel ev-im.

Böylesi anlatımlarla “sahiplik” anlamının ötesinde “aşırı derecede sevme, bağlanma” duygusu vurgulanır.

13. Çoğul ve İyelik Ekiyle:

Ulu-lar ulu-s-u bir adam,

Güzel-ler güzel-i kızım.

Bu tip anlatımlar, “benzerleri içinden seçilip yüceltme” anlamıyla birlikte “çok sevme, candan sahiplenme”yi vurgular.

14. “Nasıl” Sözcüğüyle:

Şimdi ona nasıl kızmam? (Kızılır, hem de çok.)

Böyle bir yemeği nasıl yemezsin? (Yenilir, hem de istekle. Biraz da “yadırgama, gizli buyruk, azar” anlamı var.)

Bu havada nasıl denize girmezsin? (Girilir, hem de duraksamadan.)

Soru biçimli tümcelerin içindeki “nasıl” sözcüğü, edimin gerekliliğini, zorunluluğunu, duraksamadan gerçekleştirilmesini ister anlamlar yaratıyor. Ayrıca kızma, paylama var, bu anlatımlarda.

15. “-ler” Takısıyla:

Yolda araba-lar, araba-lar…

Hevenklerde üzüm-ler, üzüm-ler…

Böylesi anlatımlar, “umulanın, beklenenin üstünde, çokluk” anlamları yaratıyor.

16. “Ne, kadar” sözcükleriyle:

Anneciğim, ne kadar iyisin. (İyiliğinin sonu yok. İyilikte eşsizsin. Senden daha iyisi olamaz.)

Ne kadar sabırlı bir insansın. (Son derece sabırlısın. Senden sabırlısı olamaz.)

Bu tip anlatımlarla “beğenme, övme, niteliğinin üstünlük derecesi” vurgulanır.

Anımsatma:

Böylesi cümlelerin sonuna nokta (.) yerine soru imi (?) konulursa, belirttiğim anlam yönü değişir, tümceye niteliğin derecesini öğrenme anlamı yüklenir: Ne kadar sabırlısın? (Senin sabrının derecesi ne kadar?)

17. Eylemin Yinelenmesiyle:

Yaralandı-m, yaralı-y-ım.

Dertlendi-m, dertli-y-im.

Sevdalandı-m sevdalı-y-ım.

Böylesi anlatımlarla içinde bulunulan durumun “sürekliliği, kesinliği, yoğunluğu” vurgulanır.

18. “Öyle” Sözcüğü ve “ki” Bağlacıyla:

Resim öyle canlı ki, sizinle konuşuyor.

Deniz öyle berraktı ki, lıkır lıkır içesim geldi.

Öyle bir âfet-i devran ki, dünyayı sallandırıyor.

Öyle sevimliydi ki, bağrıma basasım geldi.

Bu tip anlatımlar “yakınlık duyma, beğenme, övme, sevme”de üstünlük derecesini sezdirir. Bu konuyu, dilbilgisi dersi vermek için değil; anlatımı daha canlı, çarpıcı, renkli kılmaya katkı yaratmak, dilimizin olanaklarını belirtmek amacıyla işledim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

İLGEÇ VE BAĞLACIN ANLATIM DEĞERİ

 

Sözcük Türü İçinde İlgeç ve Bağlaçların Yeri:

Geleneksel dilbilgisi, Türkçe sözcükleri sekiz bölüğe ayırır. Sözcük türlerini, anlatımdaki işlevleri yönünden sınıflarsak ad ve eylemlere temel sözcükler diyebiliriz. Adıl, ad’ın yerine geçtiği için, temel sözcüklerden sayılabilir, Bu üç tür, anlatımın temelidir. Ancak bunlarla yetinmek, anlatımı güdük düşürür. Anlatımın daha belirginlik kazanması için, önadlardan, belirteçlerden yardım alınması gerekir. Ad ve eylemin yardımcısı olan önad ve belirteçlere uydu sözcükler demek uygundur. Ünlemler ise, doğa, duygu seslerinden üretilmiş belli başlıları dışında, her türden sözcüğün; baskılı, coşkulu anlamı yansıtmasıyla, bu türe dönüşebilen sözcüklerdir. Bunlar buyruk, duygu, coşku ve heyecanı dillendirir. Bu, altı türün dışında kalan iki sözcük türü vardır: İlgeç ve bağlaçlar. Sözlüklere bakıldığında, ilgeç ve bağlaçların, öyle çok önemi, anlamı yokmuş gibi görünür. Çünkü ilgeç, bağlaç sözcükleri, doğrudan herhangi bir nesneyi, olguyu, duyguyu zihnimizde canlandırmaz tek başına, ilkin. Bunlar, tümce içine indiklerinde anlam ve işlev yüklenir. İlinti, bağıntı kurdukları için bunlara ilinti, bağıntı sözcükleri diyebiliriz.

İlgeç ve Bağlaçların Ortak Yönü

İlgeç ve bağlaçlar; ilk bakışta sözlük anlamı yokmuş izlenimi yaratmaları, çekime gelmemeleri, türetmeye elverişsizlikleri, sözcük  olarak, doğrudan hiçbir nesneyi, olguyu karşılamamaları, tek başlarına anlamsız gibi görünüp tümce içinde anlam yüklenip, işlevde bulunmaları bakımından birbirine benzer. İlgeç ve bağlacı, bu yönleriyle, kolayca öteki sözcük türlerinden ayırabiliriz.

İlgeç, Bağlaç Arasındaki Fark:

* İlgecin tek yönlü ve sözcükle ilinti kurması,

* Bağlacın çift yönlü ve tümceyle ilintili olmasıdır.

Örnek:

Ekmeği bıçak<-İLE kestim. (İlgeç, sözcükle ilintili)

Can <-İLE->Deniz kardeştir. (İki yönle ilinti ve tümceyle ilintili, bağlaç.

 

Sözcükler arasında ilgi kuran sözcüklere ilgeç (ilgi’den ilgeç: İlgi kurmaya yarayan) diyoruz. Sözcüğün eski karşılığı edat’tır. Arapça’dan alınmış. Anlamı âlet, vasıta’dır. Bu anlamıyla ilgeç, esas öğe değil, bir işi yapmada aracı olan, işin yapımına kolaylık sağlayan araç demektir. İlgeç, tek başına anlam yüklenen, tümcenin esas öğesi olan bir tür değildir. Yargı birimi oluştururken, sözcüklerin anlamlı biçimde sıralanmasında ve aralarında anlam ilgisi kurulmasında, yani anlatımın bütünlük kazanmasında araç görevi yapar. Bu yönüyle ilgeç, tümce kuruluşunda anlam yapısının oluşturulmasında işlev kazanır, önemi tümce içinde belirir.

İlgeçler en küçük dilbirimlerindendir. Tek başlarına sözlük anlamları yok gibidir. Doğrudan bir nesneyi, olguyu, edimi karşılayamaz. Kendilerinden yeni sözcük türetilemez. Öteki sözcüklerle ilinti kurmadan, anlam yüklenemez. Çekimi yapılamaz. Yalnız dilbilgisel görevleri vardır. Kalıplaşmış biçimiyle kullanılır. Öteki sözcüklere kurdukları bağıntı içinde ve tümce yapısında anlam ve işlev yüklenir. Bu yönüyle destek sözcüktür. Ancak dilbilgisel anlatımlarda, biraz da zorlamayla, biçim değiştirip ek alabilir.

İlgeçlerin Anlatım Değeri:

Sözlük anlamı bulunmuyor gibi görünen, çekime gelmeyen, türetmeye elverişli olmayan; kavram ve olguları karşılayamayan, edim bildirmeyen, donmuş biçimli ilgeçlerin önemi olmamak gerekir. Ama anlatımın oluşturulup sürdürülmesinde bu yargının tersiyle karşılaşırız. Nasıl çayın içinde eridiğinde görülmeyen fakat çaya tat veren şekerin bir önemi varsa; nasıl yemeklere konulan (tuz, biber, baharat) katkı maddeleri, yemeğin lezzetini artırırsa; nasıl duvar örmede (ki anlatım bir söz örgüsüdür.) temel madde tuğla, biriket gibi göründüğü halde, harc’ın önemli bir işlevi varsa; ilgecin temel madde gibi, görünmeyerek, sözcüğün anlam yüklenmesinde, özellikle tümcenin anlam değerinin genişletilip perçinlenmesinde öyle bir önemi vardır. Bir ayrıntı gibi görünen ilgeç, bir tablonun üstündeki değişik renk tonları gibi, bütünü tamamlar, değere kavuşturur. Örneğin Yemek için yaşamamalı; yaşamak için yemeli.” tümcesinden için ilgeçlerini çıkardığımızda “Yemek yaşamamalı, yaşamak yemeli gibi garip, anlamsız bir anlatımla karşılaşırız. Dilbilgisel olarak ortada bir tümce vardır, ama anlamı yoktur.

İlgecin tümceden düşürülmesi yolundaki denemeyi sürdürelim:

Undan ekmek yapıldığı gibi börek bile yapılır.

Ceviz kadar dolu yağdı.

Bu tavra göre ondan hayır gelmeyeceği belliydi

Babam tren ile gidecek.

Ankara’ya otobüs ile geldik.

Bu tümcelerden ilgeçleri (altı çizili sözcükleri) çıkarırsak, tümceleri inme vurur, anlam yok olur.

İlgeçlerin Kullanım Alanı:

      *İlgeçlerle   deyim kurulabilir: gibi olmak, …gibi gelmek, …gibi yapmak, … ile beraber, karşı akın, karşı çıkmak, (birine) karşı durmak, (birine) karşı gelmek, karşı karşıya, yalnız başına…

*       İlgeçlerle tamlama kurulabilir; Senin için, bunun kadar, ona karşı, el kadar çocuk, adam diye, baba bile, bu denli, bana göre

*       İlgeçler -adıllaştırılarak- ad gibi kullanılabilir: O kadarı, bunun gibisi, el kadarına, bu denlisine, bundan maadasına

*       İlgeçler önad(sıfat) tamlamaları içinde yer alarak sıfat gibi kullanılabilir: Melek gibi saf insan, pamuk gibi yumuşak el, taş kadar katı yürek, ona göre bir giysi, bu denli güzel bir yer, o kadar iyi bir insan…

*       İlgeçler, belli bir ölçüde, tür değiştirebilir: Sözcükler tümce içindeki kullanımlarına göre anlam yüklenir, görev üstlenir. İlgeç saydığımız sözcükler, tümce içinde başka türlere kayabilir. Ancak bunda alanı, işlevi geniş değildir.

İstanbul’a tren ile gittik. (Araç bildiriyor: İlgeç.)

Can ile Aydın Bartın’a gitti. (Görevdeş öğeleri bağlıyor: Bağlaç.)

Anne çocuğa sevgi ile baktı. (Edimin nasıl gerçekleştirildiğini bildiriyor: Belirteç öbeğinde.)

Bunu ancak Hidayet Usta yapabilir. (Sadece anlamında. İlgeç.)

Gelebilirdim ancak işim olmasaydı. (Tümceleri bağlıyor: Bağlaç.)

Sabah yola çıktıysa ancak öğleye burada olabilir. (En erken anlamıyla kullanılmış, edimin zamanını belirtiyor: Belirteç.)

Sözcüğün ilgeç olup olmadığını seçmek için, onun tümcede sözcüklerle tek yönlü ilgi kurup kurmadığına bakmak gerekir.

Türkçede önceleri, bugün doğrudan bağlaç olarak bildiğimiz sözcüklerin pek çoğu kullanılmazdı. Türkçenin ulaçları (bağ-eylemleri), ortaçları (sıfat-eylemleri), tümcede bağlantı kurmak için yeterlidir. Ayrıca söz ekonomisi bakımından önemlidir. Bununla birlikte bağlaçlar Türkçemize incelik katar, anlatımımıza ayrı bir tad getirir.

Bağlaçların Niteliği:

En küçük dilbirimlerindendir. En az tür değiştiren sözcüktür. Türü tümce içinde belirlenir. Tek başına sözlük anlamı yokmuş gibi görünür ilkin. Çünkü doğrudan bir nesneyi, bir olguyu, bir kavramı ve bir edimi karşılayamaz. Donmuş, kalıplaşmış biçimiyle kullanılır. Türetmeye uğramaz, çekime gelmez. Öteki sözcüklerin yardımıyla kullanım alanına inerek anlam yüklenir, işleve koşulur, ilinti sözcüklerindendir. Tümce içinde anlam ayırtısı yaratır.

Bağlaçların Öteki Sözcük Türleriyle İlgisi:

Bağlaçlar, Türkçenin ulaç ve ortaçlarından değilse, hemen hemen tür değiştirmez, hiç, öteki sözcük türlerinin yerine kolayına kullanıldığı görülmez. İlinti sözcüğü olarak kullanılışı, tek başına anlamı yokmuş gibi görünüşü, kalıplaşmışlığı, türetmeye uğramayışı, çekime elverişsizliği, tümce içinde anlam yüklenişi, işleve koşuluşu, tümcenin öğesi olamayışı bakımından ilgeci andırır.

   İlgeç sözcüğe; bağlaç anlam öbeklerine, tümceye yardım eder. Tümcede anlam bütünlüğünün oluşturulmasına, ayrıntıların belirtilmesine katkıda bulunur. Kiminde belirteç, ilgeç olarak kullanılabilir. İkileme kurmaya yarar.

Kimi Sözcükler Hem Bağlaç, Hem Başka Türde Kullanılabilir:

Aldığı ücretle ancak geçinebiliyor.(Sadece anlamında ilgeç.)

Bu gidişle ancak öğleye varabiliriz oraya. (En erken anlamında belirteç.)

Çaba gösteriyor, ancak gücü yetmiyor çocuğun. (Ama, fakat anlamıyla bağlaç.)

Beğendim, yalnız fiyatı fazla geldi. (Fakat anlamıyla bağlaç.)

Benim işimi yalnız sen çözebilirsin. (Sadece anlamıyla ilgeç.)

Gün boyunca yalnız oturdu. (Edimin nasıl olduğunu belirtiyor, belirteç.)

Yalnız adam, bu işi nasıl başarsın? (Ad’ı niteliyor, önad/sıfat.)

Toprağı kazma ile kazdı. (Araç belirtiyor, ilgeç.)

Hırs ile yerinden fırladı. (Edimin nasıl yapıldığını belirtiyor, belirteç.)

Çağla ile anneannesi pek sevişir. (Görevdeş öğeleri bağlıyor, bağlaç.)

Bağlaçların Anlatımdaki Yeri:

a) Türkçede, Türkçe kökenli olmayan bağlaçları kullanma zorunluluğu yoktur denilebilir. Onlara başvurmadan ulaçla, ortaçla, noktalı virgülle (;), virgülle (,) ; söz öbekleri tümcemsiler, tümceler arasında bağlantı sağlanabilir:

Çocuk kapıdan girdi ve sınıfın ortasından yürüdü ve yerine oturdu” tümcesinde dilsel, anlatımsal, mantıksal bir yanlışlık yok. Ama "ve" bağlaçları, anlatımı sevimsizleştiriyor, Türkçenin dil zevkine yadırgı.

“Kapıdan giren çocuk, sınıfın ortasından geçerek yerine oturdudersek, Türkçenin dil zevkine uygun bir tümce kurmuş oluruz.

 

b) Gereksiz bağlaçlardan kaçınmak, ortak ekleri düşürmek, söz ekonomisi yaratır, Türkçenin beğenisine uygun kılar anlatımı:

*       Kalem ve defterimiz ve kitabımız tamamlandı ve hiçbir eksiğimiz kalmadı. (ve bağlaçlarıyla kurulmuş tatsız bir anlatım.)

*       Kalem-i-miz, kitab-ı-mız, defter-imiz tamamlandı, hiçbir eksiğimiz kalmadı. (Bağlaçsız, belirti, iyelik eklerinden yararlanılarak kurulmuş bu anlatım, öncekinden daha iyi. Ancak yine de Türkçenin incelikli anlatımını yakalayamamış.

*       Kalem, defter, kitap tamam; hiçbir eksiğimiz kalmadı. Belirti ve iyelik eklerinin gereksizleri düşürülünce, anlatım Türkçe dil beğenisine ulaştı, ayrıca söz ekonomisi yapılmış oldu.

*       Türkçenin özelliklerinden, güzelliklerinden birisi de anlam ve biçimce bağlı oluşları anlatmak için, birden çok tümce yerine ulaç, ortaç kullanarak yargıyı tek tümce (bileşik tümce) ile vermeye yeterli oluşudur:

Yol ırmağın kıyısından geçiyordu.

Yol kilometrelerce sürüyordu.

Yol asfalt ve gölgeliydi.

Bu tümcelerde dilsel, anlatımsal, mantıksal bir yanlışlık yok. Ama anlatımsal artıklama var, söz ekonomisi yapılamamış, Türkçe anlatım uzluğuna erişilememiş. Üçünü, tek tümcede, dilimizin tadına kavuşturabiliriz:

Irmağın kıyısından geçen asfalt, gölgeli yol, kilometrelerce sürüyordu. Yukarıdakilerde 11 sözcük vardı, burada 8 sözcük kullanılmış, bu bir söz ekonomisidir ayrıca.

Bağlaçların Anlatımdaki Değeri:

Bağlaç, salt bağlama görevi yapmaz; tümceye anlam ayırtısı katar, anlatıma değişiklik kazandırır, imgeyi genişletir. İlk bakışta, bağlaçları çıkardığımızda, anlam değişmiyor, bozulmuyor, sadece anlam gevşemesi oluyormuş gibi görünür. Ama gerçek durum, bu değildir. Bağlaç kullanılmadığında, anlamın tam tersine döndüğüne tanık oluruz.

Çocuk üç gündür yiyor, içiyor. Yargı olumlu, çocuk sağlığına yeniden kavuşmak üzere.

Çocuk, üç gündür ne yiyor, ne içiyor. Yargı olumsuz. Hastanın durumu kötüye gidiyor. Bu tümceden bağlaçları düşürdüğünüzde, anlam tam tersine döner.

Bağlacın Yarattığı Anlam Ayırtısına Birkaç Örnek

Çalış, kazan! Salık verme, yol gösterme için gevşek bir buyruk. Sanki çalışmakla hemen kazanılacakmış gibi.

Çalış da kazan! Buyruk sertleşmiş. Başkalarının kazancının sömürülmemesi yolunda azar seziliyor.

Çalış ki kazanasın! Kazanabilmenin koşulu belirtiliyor. Ancak çalışılarak kazanılacağı vurgulanıyor.

Biliyor, yapıyor. Edimin nedeni sezdiriliyor, kolaylıkla gerçekleştirildiği belirtiliyor.

Biliyor ki yapıyor. Edimi hazırlayan neden, koşul açıkça belirtiliyor.

Biliyor da yapıyor. Edimi gerçekleştirişin temel nedeni vurgulanıyor.

Bağlaçların İşlevi, Yarattığı Anlam için Birkaç Örnek Daha TÜRKÇE SÖZLÜK (TDK, 1983)ten:

Babam da geldi. …-den başka anlamıyla ilgi kuruyor.

Görevini bil de küçük düşme. Azarlama yaparak bağlama.

Bana yardım et de işimi bitireyim. Rica etme, yalvarma.

Çalışacakmış da para kazanacakmış da borcunu ödeyecekmiş. Karşısındakine güvenmediğini belirtme, küçümseme.

İşini bitirince paranı veririm dedi de vermedi. Yakınma.

Para kazanayım da bak neler alacağım. Övünme.

Bundan sonra gelse de anlamı kalmadı artık. Dahi anlamıyla koşulun geçersizliği.

Bütün yıl boyunca yatmış da sınav öncesinde çalışmaya başlamış. Karşıt anlamlı yargıları pekiştirerek bağlama.

Yoldan geçerken beni gördü de selam vermedi. Sitem

İstedi de vermediler. Bileşik tümceyi fakat anlamıyla bağlama.

O kadar da kötü değil. İlgeçten sonra gelerek anlamı güçlendirme.

Hastalandı da işini bitiremedi. …- den ötürü,…-den dolayı ulaçları ve için sözcüğünün işlevinde. Neden-sonuç tümcesi kurmada.

Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var. Temel önermelerin oluş biçimini belirtmede.

Gitmem de gitmem, dedi. Diretme, inatçılık.

Masa da masaymış ha /Bu kadar yüke bana mısın demedi. Adlar arasındaki anlamı güçlendirme.

Oğlan askerden gelsin de evlendirelim. İsteğin gerçekleşmesini nedene bağlama.

Bir başladı mı konuşur da konuşur. Süreklilik.

Sen bırak da ben yapayım. Birinin yerine ötekini yeğleme.

Ötekini değil de bunu aldım. Yeğleme, seçme nedeni.

Çocuk, ayakkabı da ayakkabı diye tutturdu. Güçlü isteği belirtme.

Okuması da var, yazması da var. Hem sözcüğünün yerine.

İlgeç ve Bağlacın Tümceden Düşmesi

Yukarıda örneklendiği gibi ilgeç düşürüldüğü zaman, tümceyi inme vurur, anlam bozulur: (Yemek için yaşamamalı; yaşamak için yemeli.) Yemek yaşamamalı, yaşamak yemeli.

Bağlaç, tümceden çıkarıldığında, dilbilgisel bakımdan tümcede bozulma olmaz. Fakat anlam gevşer, değişmeye uğrar, anlatımın incelikleri yok olur: (Çalış da kazan!) Çalış, kazan.

Dilimizin sonradan kazandığı bu iki tür, her ne kadar sözlük anlamı bulunmuyor gibi görünse de anlatıma ince ayrıntılar yüklemede, anlatımın çeşitlenip değişik tat kazanmasında büyük önem taşır.

İlgeç ve Bağlaç Türkçeleşmiştir

Türkçenin işlek, gelişkenlikli yapısı; çoğu yabancı kökenli bu iki sözcük türünü, kendi dil mantığı içinde yoğurarak, onları kendi zevki içinde eritmiş, kendi yararına evriltmiş, tümce yapısına katmış; asıllarında var olmayan kullanım boyutları kazandırıp, anlam çeşitlemesine ulaştırarak dil varlığımızı varsıllaştırmış; ilgeçleri, bağlaçları Türkçeleştirmiştir.

 

 

 


 

 

TÜRKÇEDE ÜÇLEME

                                     (Üçüzleme)

 

Türk dilbilgisinin el atılmayan konularından birisi de üçlemedir. Dilimizin anlam boyutlarının tam olarak saptanabilmesi için, bu konunun üzerinde önemle durulması gerektiğine inanıyorum.  ÜÇLEMEyle ilgili ilk saptamalarımı, dilcilerin ilgi ve tartışmasına sunuyorum.

Üçlemelere ilişkin sadece bir değiniye rastladım. Başkası var mı, bilmiyo­rum. Sn.Prof. Dr. Vecihe Hatipoğlu Türkçenin Sözdizimi (TDK yayını, Ankara Üniversitesi Basımevi, 1972, sayfa: 63) adlı yapıtında İkileme Etkisiyle Üçleme başlığı altında şöyle diyor: “İkileme olayı Türkçede o kadar yaygın o kadar etkili olmuştur ki bu yolla üçlemeye de gidilmiştir.”

“Aynı kökten veya gövdeden kurulan bir ikilemeyle aynı kökün veya göv­denin eylem biçiminin, birlikte kullanılmasına üçleme denir.” Daha sonra on iki örnek veriyor.

Üçleme

İlk iki dilbirimi yinelenmiş, son birimi mek’li, -mak’lı biçimde kökteş üç sözcük (ya da sözcük biçim ve anlamlı dilbirim) ten oluşmuş; anlamı pekiştirici, ikileme ve deyimi andırır, bir yönüyle de “zincirleme tamlama”yı düşündürür anlatım dizimidir.

Cayır cayır cayırdamak

Üzüm üzüm üzülmek

Tir tir titremek

Üçlemenin Yapısı ve Nitelikleri

      * Üç sözcük (dilbirim)le kurulur.

      * Kuruluştaki üç sözcük de aynı kökendendir (kökteştir).

      * İlk iki sözcüğü yinelemedir. (İkileme değil, çünkü ikilemeler yalnızca yi­nelemeyle kurulmuyor.)

     * Üçüncü (son) sözcüğü -mek’li, -mak’lı biçiminde adeylemdir.

    * İlk iki birimdekiler, kimi zaman, tek başına anlam yüklenemez durum­dadır. Fakat son birim anlamlıdır.

    * Kuruluşun ilk iki sözcüğü, yinelemeli ikilemeyi andırır.

   * Kuruluştaki üç sözcük de türünü değiştirmez.

  * Üçleme kalıplaşmış biçimiyle kullanılır. Arasına ek ve başka sözcük girmez.

  *Üçleme, sözcük  düzeyinden yukarıda, yargı (tümce) düze­yinden aşağıda bir anlatım yoludur: Tam olarak yargı bildiremez.

  * Üçlemeyi oluşturan sözcüklerden ilk ikisi kökteştir, tümleç görevindedir.

   * Baştaki ilk iki sözcük (dilbirim), sonraki adeylemin oluş biçimini belirtir.

   * Baştaki ilk iki sözcük, son sözcüğün (adeylemin) nasıl’ına yanıt verir.

   * Baştaki ilk iki sözcük, sondaki adeylemin nasıl’ına yanıt verdiği için belirteç/zarf tümleci görevindedir.

Üçlemeye Benzer Anlam birimleri Arasındaki Fark:

a)    Üçlemedeki öbekleşme, tamlamalardaki gibi geçici değil, süreklidir, kalıplaşmıştır. Zincirleme tamlamadan daha çok yargı düzeyine yaklaşıktır.

b)     Yapısıyla zincirleme tamlamaya benzer. Fakat bundaki oluşma, tamlamadaki gibi geçici değildir; süreklidir, kalıplaşmıştır. Öte yandan zincir­leme tamlamaya göre, daha çok yargı (tümce) düzeyine yaklaşıktır. Zincirle­me tamlamadaki araya bağlaç girme olayı, bunda söz konusu değildir.

c)     İlk iki birimiyle, yinelemeli ikilemeye benzer görünüşü vardır. Fakat iki­lemeler sadece yineleme ile yapılmaz. İkilemelerin arasına başka sözcük tür­leri girebilir, ikilemeler ad’a yardım ederek sıfat; eylem’e yardım ederek belir­teç/zarf türüne geçebilir, ikilemelerin çekimi yapılabilir. Üçlemede, bunlar söz konusu değildir. Sadece anlamı zenginleştirme yönünden ikilemeye benzer niteliktedir.

d)    Birden çok sözcükle kuruluşu, kalıplaşmış biçimiyle kullanılışı, anlatıma değişiklik getirişi bakımlarından deyimi düşündürür. Fakat hep üçlü yapı­da oluşu, anlam kaymasına uğramaması ve yapısının içine hiçbir zaman baş­ka sözcük ve ek girememesi bakımlarından deyimden ayrılır. Deyimlerin yargı bildirenleri vardır, üçlemelerin yargı bildireni yoktur. Deyimler, zaman zaman mantık dışı, çarpıcı anlam yüklenir, anlam bakımından öznelliğe açıktır. Üçle­meler ise, belli anlam çerçevesi içindedir, mecaza pek açık değildir, öznel yoruma kapalıdır.

      Anlam Yönünden Üçleme

Eylemin, durumun:

*      Aşırılığını,

*      Çokluğunu,

*      Sürekliliğini,

*      Boyut genişliğini vurgular, anlatıma renklilik kazandırır.

Üçleme Kurma Yolları

1.             Ad soylu ya da yansıma sözcükleri yinelendikten sonra buna aynı yapının -mak’ -mek’li sini koşarak:

     Çın çın + çınla-mak

     Elek elek + ele-mek

2. Eylem ya da yansıma sözcüğünün ilk üç

harfinin üstüne -il eki getirilip bu yinelendikten sonra, aynı yapının -de ve -mek eklerini almış biçimini ekle­yerek:

Par-ıl par-ıl + parıl-da-mak

Zır-ıl zır-ıl + zırıl-da-mak

2.               Eylemin ya da yansıma sözcüğünün ilk hecesi ya da ilk üç harfi üstüne -ir eki getirilip, bu yinelendikten sonra, aynı biçimin -de ve -mek eklerini almışı­nı, ilk ikisine koşarak:

Çat-ır çatır + çatır-da-mak

Pat-ır pat-ır + patır-da-mak

3.               Eylem ya da yansıma sözcüğünün ilk iki harfi üstüne -in, -im ekleri geti­rilip, bu yinelendikten sonra, aynı yapının -mek’li biçimi eklenerek:

Ez-im ez-im + ezil-mek

Oy-um oy-um + oyul-mak

(Bu örneklerdeki üçüncü sözcükler edilgenlik eki almıştır.)

    5. Eylem ya da yansıma sözcüğünün ilk üç harfli biçimi yinelendikten son­ra, bu biçime -la, -mek eklerini almış yenisini ekleyerek:

Par par + par-la-mak

Zıp zıp + zıp-la-mak

6.               Eylem ya da yansıma sözcüğünün ilk üç harfli biçimine -ik eki getirilip bu biçim yinelendikten sonra aynı biçimin -le, -mek eklerini almışını da ekleye­rek:

     Cıy-ak cıy-ak+cıyaklamak

     Viy-ak viy-ak+viyaklamak

    Üçlemeler vb. halk katında dolanımdadır.

 

 

 

 

NOKTALAMANIN ÖNEMİ  

 

Konuşmada sözlerimizin anlamı, jest ve mimiklerimizle, söz söyleme sıra­sındaki duruşlarımızla aydınlanır. Jest, mimik, tavır, duruş, söyledikle­rimizin kolay anlaşılmasını sağlar. Fakat bunları, yazıya aktarma olanağı yoktur. İşte o nedenle, sözün aslına uygun duygu ve anlamıyla başkalarına iletilmesi zorlaşır.

Noktalamasız yazı, iç titreşimlerimizi karşımızdakine yansıtmada eksiklik ya­ratır. Anlamı aktarmada sıkıntı çekeriz. Noktalamasız yazı, katkısı noksan, kı­vamını bulmamış yemeğe benzer, anlatımın tadını alamayız. Bu sorunu çözüm­lemek için, noktalama işaretlerine (imlerine) gerek duyulmuştur. Noktalama, yazıyı anlamca düzeltme, anlaşılır duruma getirme olarak nitelenebilir.

Noktalama, hafife alınmamalıdır. Noktalamaya başvurmadan yazının anlamı­nı sökmek kolay değildir; yazının içindeki duyumsamaları sese aktarmada zorla­nır; anlamı, karşımızdakine doğru ve tam olarak yansıtamayız. Noktalama işa­retlerini kullanarak yazıyı canlı, anlamı aydınlık duruma getirebiliriz. İşaretler, yazının anlamına açıklık kazandırır, anlam karışıklığını önler, okuyuşa gerekli ahengi vermemize yardım eder.

 

Noktalama deyip geçmeyelim. Noktalama yazıda açılımdır, kolaylıktır. Duy­gunun, tasarımların, düşüncelerin doğru yansıtılması, kavranması için bulunmuş bir dizgedir. Noktalamadan yararlanarak yazılı metinlerle beynimizi besler, dü­şüncelerimizi boyutlandırır, kültürümüzü çoğaltır, olguları doğru değerlendir­meye alırız. Doğru kavrayan, sözü, yerinde, yararlı kullanabilen kişi olabiliriz. Anla­manın, bilmenin, bilgilenmenin, bilime doğru yönelişin, dünyadaki olguları doğ­ru kavrayabilmenin yolunu açan işaretler dizgesidir.

 

Noktalama Sözcüğün Anlamını, Türünü Değiştirir:

Kötü müdür.

İki sözcükten sonra nokta koyduk. Burada “müdür”e ilişkin kötüleme yargısı var.

Kötü müdür?

Soru işareti koyduğumuzda anlam değişti: Bir şeyin kötü olup olmadığı so­ruluyor.

Bakınız, aynı harflerden oluşmuş bir yazımda, nokta ve soru işareti anlamı nasıl değiştirdi…

Küçük çam ağacının arkasına saklandı.

Burada “küçük” sözcüğü, çam ağacını niteliyor. Anlamı: Birisi (o) küçük çam ağacının arkasına gizlendi.

Küçük, çam ağacının arkasına saklandı.

Metin Kutusu: ‘“Küçük” sözcüğünden sonra virgül konulunca, bu sözcük sıfat türünden sıy­rıldı, “çocuk” adının yerine geçti. (Anlamı: Çocuk, çam ağacının arkasına sak­landı.)

Bakınız, bir virgül sözcüğün türünü ve cümledeki anlamı değiştirdi…

Kapıcı, kadın yazarımızla konuşuyor.

“Kapıcı” sözcüğünden sonra virgül var, kadın olan yazardır.

Kapıcı kadın, yazarımızla konuşuyor.

Virgülün yeri değiştirilince, “kapıcı kadın” oldu.

Bakınız, bir virgülün yer değiştirmesi, insanların cinsiyet değiştirmesine ne­den oluyor…

 

İhtiyar dostuna seslendi.

Cümlede virgül yok. Birisinin (o’nun=üçüncü tekil kişinin) yaşlı dostuna seslendiği bildiriliyor. (İhtiyar dost, sıfat tamlamasıdır.)

İhtiyar, dostuna seslendi.

Burada, seslenen, ‘İhtiyar’ adıyla anılan yaşlı kişidir. İhtiyar sözcüğü sıfatlıktan sıyrılıyor, ad türüne, kişinin lakabı yerine geçiyor)

Bakınız, burada da virgül, sözcük türünün, eylemi gerçekleştirenin değişme­sine neden oluyor…

Durmadan çekirdek yenilen bu yerden uzaklaştım.

(Cümlede virgül yok. Buradaki “durmadan” sözcüğü “sürekli, aralıksız” anlamını yükleniyor.)

Durmadan, çekirdek yenilen bu yerden uzaklaştım.

(Virgül kullanılınca, “durmadan” sözcüğü, “beklemeksizin, hemen” anlamını yükleniyor.)

Bakınız, bir virgülün yer değiştirmesi, sözcüğün anlam değiştirmesine neden oluyor…

 

Ara sıra yaşadığım kentin kitaplığına uğrardım.

*      Kentte mi ara sıra yaşanıyor?

*      Kitaplığa mı ara sıra uğranıyor?

Cümlede anlam karmaşası var: ‘ara sıra’dan sonra virgül konulursa, kişinin ‘yaşadığı kentteki kitaplığa ara sıra uğradığı’ anlamı çıkar.

Böylesi örnekler çoğaltılabilir, bir noktalama yanlışının, ne gibi sonuçlar do­ğurduğuna ilişkin, daha pek çok anlam değişikliği ya da çapraşıklığı gösterebili­riz. Ama daha çoğu, burada gereksiz. Yaşamamızı kolaylaştırmak için dikkate, düzene gerek olduğunu, içinde bulunduğumuz bilgi çağının, ayrıntı sanılabilecek küçük örüntülerle kurulduğunu, bunların özen istediğini belirtmekle yetinelim.

Anadilimizin (Türkçemizin) kurallarını bilir, doğru uygularsak, kolay anlaşır, birbirimizle ortak paydalarda buluşur, daha da toplumsallaşırız. Anadilini doğru kullanamayanın, doğru düşünmesi de zordur. Ancak doğru düşünüşle gerçekleri kavrayabilir, bilim yapabilir, gelişir insan.

 

 

REKLAM TÜRKÇESİ

 

TRT, reklamları belleğinde tutanlara ödül dağıtıyor. Bununla ilgili duyuruyu yaparken “reklamlarda Türkçenin yoğunlaştırılarak, özleştirilerek, çok kıvrak biçimde kullanıldığını, dolayısıyla da Türkçenin gelişmesine katkıda bulunulduğunu” vurgular nitelikte sözler ediyor. Reklamlarda kullanılan dil hakkındaki bu yargı, ne ölçüde doğru­dur? Bunun üzerinde durmak istiyorum.

Reklam, uzun söz istemez; kısa ve çarpıcı anlatım yolunu seçer. Ama bu kısalık ve çarpıcılık, salt slogana tutunmak değildir. Çünkü slogan; sıfır açıdan genişleyerek daha ileriye doğru uzanan düşüncenin özetleştirilmişidir. Sloganın arkasındaki boyut geniştir, reklam; çok genişin, çok boyutlunun özelleştirmesi olan sloganın, herkes tara­fından hemen kavranamayacağının ayırdındadır: Günlük dilin, sokaktaki konuşmanın; yadırganmayacak, tezden kabul edilebilecek söyleyişlerini kendisine dayanak yapar. Reklamla Hadi bakalım!”, “Nolacak şimdi?”, “Olacak o kadar” gibi sokak dilinin örnekleri kolay tutturulmuştur.

Reklamlar; algılayacakların tinsel yapılarına seslenmeyi, onların bilinçaltlarını kurgulamayı, göz ardı etmez. Örnekse, bir traş bıçağı reklamında, üstünden şakır şakır dişilik akan bir bayanı görüntüler, ona, bu bıçağı kullanan erkekleri sevdiğini söyleterek, tıraş olacak erkeklerin bilinçaltlarındaki cinsel güdüleri gıdıklar, baskılı bir düzenin içinde yaşayagelen ve her zaman, her yerde “hayır yanıtı almış insanımıza, “……..size EVET diyor.” diye seslenir. Böylesi insanlar için ne sıcak sözdür: EVET… Bu “evet”le ürün de alıcısını bulur.

Başarılı örnekleri yanında, sokağın savrukluğundan, dil mantığı ve dil sezgisi yoksunluğundan kurtulmuş mudur reklam Türkçesi? Sokaktaki adam dolmuşa binmiş­tir, taşıma ücreti 2 TL’dir, 5. TL. verir, biraz sonra seslenir: “Şoför efendi, 5. TL’nin üstü gelmedi.” Verilen 5. TL’dir. 5 TL’nin üstü, denilince bunu aşan rakam­lar, daha üst para birimleri düşünülmez mi? Sürücüden fazla para mı alacak? Aslında istenen, 2 TL’yi, 5. TL’ye tamamlayan bölümdür. Ama sürücü de parayı gönde­rirken “5. TL’nin üstü.” der. Burada önemli olan dil doğruluğundan çok, ne anlamak istiyorsak, onu algılamak gibi bir eğilimdir. Aynı savrukluk, reklamlarda da sürüp git­mektedir. Bunlardan kimilerini örnekleyelim:

1. “Altı heyecan verici kokusuyla Talbac deodorant…”

Bundan ne anlaşılır? Talbac deodorantın sadece altı heyecan veriyormuş, üstü değil. Aslında belirtmeye çalıştıkları, adı geçen ürünün heyecan verici altı çeşit kokusu’dur. Sayı sıfatını nereye koşacaklarını bilemedikleri için yanlışlığa düşmüşlerdir.

2. “… Üç akülü araba veriyor.”

Bugünlerde sürüp gitmekte olan bir bisküvi reklamında, verilecek ödülden söz edilirken, böyle söyleniyor. Verilecek olan üç araba mıdır? Yoksa verilecek arabanın üç aküsü mü vardır? Arabanın üç aküsü olamaz. Onların söylemek istedikleri “üç ara­ba”dır. Sıfatı yanlış yere koşarak anlam karmaşası yaratmışlardır.

3. “Temiz çamaşırlarınız için Çoksil 74.”

Bir temizlik maddesi reklamı, böyle diyordu. Kullandıkları tümcede “çamaşırın te­miz olduğu” belirtilmiş. O halde temiz çamaşırlar için Çoksil 74’e gerek olur mu? Temiz­leyici,  “kirli” çamaşırlar” için alınır. Ancak reklamın söz yazarı, “kirli çamaşır” deyimi­nin “bir kimsenin, başkaları tarafından bilinmeyen utanılası yanları” anlamına geldiği­nin ayırdında ki, bundan kaçınmış, “kirli çamaşır”ın itici olacağını düşünmüş olmalı.

O zaman, daha başka bir söyleyiş biçimi bulup, dil/düşünce tembelliğinden kurtulması gerekmez miydi?

4. “Fakat Emin Usta, böyle inatçı kirler, kötü kokular istediğim gibi çıkıyor.”

Bir temizlik maddesi reklamında, bir bayan böyle söylüyordu, “istediği gibi olmak”; umduğunu bulmak, beklentisine kavuşmaktır, “istediği gibi çıkmamak” umduğunu bulamamak, beklentisine göre olmayan durumla karşılaşmaktır.  Sanki kadının “inatçı kirler”den, “kötü kokular”dan olumlu bir beklentisi var da, buna kavuşamamış gibi bir anlam doğmaktadır. Bu yanlışlığın nedeni, sözcüğün içinde bulunduğu bağlama/bağdaşıklarına göre anlam yükleneceğinin ayırdına varmamaktır.

5. “Türkiye’de halı yıkayan tek elektrik süpürgesi…”

Elektrik süpürgesi ambalajının üstünde yer alan bu reklama bakılırsa, sözü edilen “eşsiz” elektrik süpürgesi, “yalnız Türkiye’de halı yıkıyormuş.” Başka yerlerde işi yerine getirmeyecek mi? Tümcenin kuruluşunda, sözcüklerin yerini seçememeden doğmuş bir anlatım yanlışlığıdır bu.

6. “Normal yıkama maddelerini kullanmışsınız, bir de bunu deneyin!”

Temizlik maddesi reklamında kullanılıyor bu tümce. Nedir anlamı? Sanki istenilen temizliğin elde edilememesinin nedeni, normal yıkama maddeleri kullanma. Normal’in karşıtı nedir? Anormal. Anormal olan mı öneriliyor? Kimi kavramların, kendileriyle birlikte karşıtlarını çağrıştıracakları ve sözün anlamının bağlamı içinde göz ardı edildiği için bu yanlışlığa düşülmüştür.

 

7. Bir halı süpürgesi reklamında, süpürgenin “halı dövmesine” ilişkin övgüler eden adam; Bunu senin için aldım karıcığım.” diyordu. Bu anlatımdan çıkarılan anlam nedir? Süpürge, sanki kadını dövmek için alınmıştır. Bu anlam inceliğinin yakalanamamasının nedeni; sözün, söylemi/metni içinde anlam bütünlüğüne erişeceğinin ayırdında olmamak.

8. Dayalı döşeli dört şehirde ev…”

Bir gazetenin okuyucularına yönelik reklamından alınan bir tümce bu! Ödül olarak verilecek “dayalı döşeli dört şehir midir?” (Böyle söyleyiş olur mu?) Yoksa “dayalı döşeli dört ev” midir? Sıfatlar yanlış yere koşulduğu için, böyle bir yanlışlığa düşülmüştür.

9. “Asıl sorun pamuklu bez.”

Bir çocukbezi reklamında böyle deniliyor. “Sorun: 1. Araştırılıp öğrenilmesi, düşünülüp çözümlenmesi, bir sonuca bağlanması gereken durum, problem. 2. (mec.) Sıkıntı veren durum, “Dert” demektir. Pamuklu bezde araştırılacak, çözümlenip sonuca bakılacak bir durum mu vardır? Pamuklu bez bir dert midir? Yok öyle bir şey!… Reklamın söylemek istediği, “asıl sorunun pamuklu bezden kaynaklandığıdır.” Ama bir “-den” ekinin yaratacağı anlamdan habersiz oldukları için eksikliğe düşmüşlerdir. “Asıl sorun pamuklu bezden” deselerdi, ne söylemek istedikleri tam olarak anlaşılabilirdi.

Bütün reklamların Türkçeyi kötü kullandığını söyleyemeyiz. Bununla birlikte “Herkes dili istediği gibi kullanır.” “Anlamak isteyen de kendi istediğini algılayabilir.” diyemeyiz. Değil mi ki, bir kamu kuruluşu olan TRT tarafından reklam dilinin doğruluğu, güzelliği, kamuya kabul ettirilmeye çalışılıyor. Değil mi ki, reklamlar, milyonlara sesleniyor. Bunların, kamunun dil kullanımına örnek olması söz konusudur. Böyle örnekler kültür dilinin yozlaşmasına, sokak dili düzeyine inmesine neden olacaktır. Öyleyse ulusal birliğimizin tutkalı; kültürel kimliğimizin göstergesi olan Türkçenin, sokak dili sıcaklığından bilimsele doğru düzey kazanması yolunda titizlik göstermek, dilciler için kaçınılmaz bir görevdir.

 


 

 

 

POLİTİKA TİRYAKİSİ

 

Tiryakilik; afyon, tütün, çay, kahve gibi keyif veren madde tutkunluğudur. Alışkanlığından kurtulamayanlaradır zararı. Eroin, kokain vb.lerini kullananların zararı, kendilerinedir.

Her nasılsa, politikaya fırlamış kimilerinin politika tiryakiliği öyle mi ya?

Demokrasiyi, yalnız göstermelik seçim oyunu sayan ülkelerde, seçim ulusal istenci yansıtmaz. Temsilde adalet aranmaz da, ele geçirilen iktidarı, ne pahasına olursa olsun tekelinde tutmak, kararlılık sayılır. Kim için kararlılık? İktidarı tekelinde tutma tutkusuna takılmış siyasal tiryakiler için!

Halkın duygularını kamçılayarak, gerçek dışı söylevlerle oy avcılığı yapılır: Yalandan dolandan sakınılmaz, siyasal etik önemsenmez. Seçim yasası, belli siyasal çıkara göre ayarlanır, karanlık güçlerden destek alan politika tiryakileri türer. Politika, içteki-dıştaki egemenlere bağımlılığa dönüşür. Bir kez seçilen, yerini korumak için, etik dışı, her türlü oyuna başvurur: Ulusa hizmet, yörüngesinden yozur, çıkar çevrelerinin buyruğuna girer, ulus yararının yerini siyasal çıkar alır. Politikacı, kendisini vazgeçilmez sanır. Büyüklük tutkusundan kurtulamaz. Onların getirdiği yıkım, kendilerini aşar, ulusun yıkımı olur. Ulusların baş belâsıdır politika tiryakisi. Tarihe, dünyaya bakarsanız, ulusların çöküntüsünde, politika tiryakilerinin ayak izi, ahlâk cambazlığı vardır.

Politikayı yoksamak mı istiyorum? Hayır! Politika; zaman ve mekân içinde evrensellik, süreklilik göstererek devlet işlerini yürütmek; ulusun, kendi esenliğini sağlamak için örgenleştirdiği düzeni, adaletle işleterek, insanını mutlu kılmak için siyasal iktidar savaşımıdır. Ancak bu savaşım, hukukun kurallarıyla sürer, genel/ortak yararda uzlaşır. Siyasal erk; ulusal, evrensel insanlık değerlerine uygun yasalarıyla, yönetilenlerden kabul alır. Ulus adına kuşanılmış politik erk; kendisini aşamamış politika tiryakilerinin iyeliğine geçirilmez, küçük adamları, büyüklük, tek’lik saplantısına bukağılamaz.

Politika, uygulandığı toplumun tümünü -hangi anlayış ve düşünüşte olurlarsa olsunlar- gözönüne alan bir anlayışın üstüne kurulursa insancıl bir sanattır.

 

Geçmişte ve şimdi bu anlayışta mı kimi politika/politikacı? Yoksa biz, özel hırslarını koşturan politikacıların terkisinde açmazlara, çekincelere (tehlikelere) mi sürükleniyoruz? Demokratik kazanımlarımızı tükete tükete, yıkımın eşiğine mi vardık? Bunlara benzer soruların yanıtları bulunamıyor, çözümü yapılamıyorsa, kuşku, korku yurttaşı aşar, toplumu/ulusu ürküye düşürür. Ulusal dokunun sayrılaşıp çözüleceği korkusunu yaşamaya başlarsınız.

Kendisini aşamayan politikacının yönetimine düşen ülkede, ulusal bütünlük kağşar, çözülme başlar. Politika tiryakileri, Makyavel’i aratır: Makyavel, politikada ereğe varmak için, her türlü aracı kullanmayı, devletin devamlılığı için ileri sürmüştü. Günümüzden bakarsak Makyavel’in görüşü siyasal ahlâksızlık. Günümüzün politikacılarından, Makyavel’i sollayanları, mafyayla politikayı, tecimsel ortaklığa dönüştürenleri, yerini, çıkarını korumak için mafyayla bütünleşmekten, rüşvetten, hortumlamaktan çekinmeyenleri; dün-yayı güdümüne alan para imparatorluğu ile elleşip, onların arkasından yelyepelek koştururlar.

Para imparatorluğu kirli çıkarının kıskacına kıstırmış dünyayı, halkı; güdeceği sürü, çıkar kaynağı sayar. Sonra ulusal istenç (irade) diye, ağzını köpürte köpürte söylev çekerek kamuyu aldatmak için, her türlü oyuna başvurur.

Kendisini aşamayan politikacı, yabanıl yaratıktan daha büyük belâdır. Çünkü yabanıl yaratık, ancak gereksinimleri ve savunma için başka bir yaratığa saldırır. Öylesi politikacı, bırakın çıkarlarının önünü kesmeyi, yüzlerindeki kiri gösterenleri, amansız düşman sayar, yok etmeye çalışır.

Politikacının tutkusunu, bir yere kadar hoş karşılayabiliriz. Ancak tutku, kör hırsa dönüşmüşse, onun ufalamayacağı değer yoktur. O biçim politikacı mıdır kıstağında debelenen, yoksa kıstağın karanlığına itelenen kamu mu? Yurttaş, birey olarak sorumluluğumuzun bilincinde miyiz?

 

 

 

 

     


 

 

 

BAGET VE SOPA

 

Dinledim mi, okudum mu seçemiyorum. Nereden yazıldı belleğime bu ilginç, öğrencelik öykücük? Ömrü yabanılda geçmiş çoban, günün birinde kente iner. Kocaman bir salondan dışa vuran müzik çalınır kulağına. Merakla salonun kapısını aralar, bakar yüksek bir yerde bir adam, elindeki bageti sallıyor, onlarca çalgıdan, onun buyruğuna uygun ezgi yayılıyor. Herkes, can kulağıyla dinliyor. Çıt yok!

Orkestra sonlandığında, herkes ayakta alkışlıyor eli bagetli adamı. Kral da ayakta alkışlıyor. Dinlediği ezgiler, çobanın dağdaki ırlamalarına benzemiyor; anlamsız bulur orkestranın ezgisini. Hem niçin çalgıcıları değil de eli değnekliyi, daha çok alkışladılar? Hayretle sopasına dayanır kalır bir yontu gibi, kapının ağzında.

Kral, dışarı çıkarken değneğine dayanık adamı görür. Çobanın da orkestrayı dinlediğini sanır, sevinir. Hoşlanıp hoşlanmadığını sorar. Bizim ki de o eli değnekli adama, ne kadar ücret verdiğini sorar krala. Duyduğu ücret, aklına sığmaz, karın tokluğuna dağda davar otlatan adamın. “O adam ne yaptı ki, elindeki değneği salladı durdu. Bakın, benim değneğim daha büyük. Ondan daha iyi yaparım bu işi.” der krala. Kral, dinleyicilerin, orkestranın geri çevrilmesini buyurur. Bizimkine de “Haydi sen çık yüksek yere, sopanı salla da çalgıları yönet.” der. Sopasını rasgele sallamaya başlar bizimki. Ama ne ki, curcuna ve kahkaha tufanı…

Demokrasi Bir Yaşam Orkestrasıdır

Demokrasi denen yaşam orkestrasında da müzik orkestrasında olduğu gibi çeşitli çalgılar vardır. Orkestrayı oluşturanların oturdukları yerin, alt üst konumda olması, ellerindeki araçların büyüklüğü, küçüklüğü önemli değildir. Ezgisinin uyumu, kuralına göre seslendirilmesidir değer taşıyan. Ne elindeki çalgısı küçük olanı, ne en geride oturanı, ne de bagetiyle orkestrayı yöneteni önemsizdir. Orkestra, üyelerinin tümünden oluşur. Birinin aksaklığı tümüne yansır.

Özellikle, bu son yıllarda, çevreme ve olgulara bakınca; o öykücüğün, belleğimde niçin devinik kaldığını anlıyorum: Kof kişiliklerinin içini, boşluğuyla doldurup, cakasını yutturmaya çalışan ne kadar insancık varmış!…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DOKUNULMAZLIK MI,  KORUMA MI?

 

                                           Milletvekili dokunulmazlığı 

        

                               Yurttaşa dokunuyor,acıtıyor da…..              

                 

    

Dokunmak, “nesnelerin sıcaklık, soğukluk, sertlik, yumuşaklık gibi türlü niteliklerini sinir uçlarıyla duymak” yalnızca insana ilişkin olarak açımlanmış sözlüklerimizde. Bitkiler bile kendisine değen zararlıya karşı korunmaya geçer. Biberin çekirdekleri acıdır, döl dökmesine gelecek zararı önlemek içindir. Kendisine zarar verecekleri yutan bitkiler bile vardır.

İnsan, nesne değildir. Özgür bireydir. Herkesin dokunulmaz, el sürülmez alanları ve hakları vardır. Ama özgürlüğün sınırı, bir başka özgürlüğün sınırına değin. Hak için de öyledir. Dokunana dokunmanın törel, yasal yaptırımları vardır. Hiç kimsenin, sınırsız dokunulmazlığı olamaz.

Milletvekillerinden oluşan kurum (TBMM) yurttaşın yaşam biçimini düzenler. Toplumsal ilişkilere sınırlar koyar. Yurttaşa dokunur. Her şeyin bir karşıtı vardır. Dokunana dokunulur. Yönetenle yönetilen ilişkisinin bir ölçütü, bir sınırı olmak gerek.

Dokunulmaz; ilişilmez, el sürülmez; hiçbir şekilde eleştirilemez demek. Kirli, kokuşmuş, zararlı, tehlikeli şeylere dokunulmaz, el sürülmez. İnsan insanla vardır. İnsan, insandan sorumludur. Toplumsal işbölümü nedeniyle insanın birbirine dokunmazlığından söz edilemez. İnsan, insana dokunur. Birbirini eleştirebilir. Kendisini acıtana karşı çıkar, dava açabilir.

Anayasa, yönetenle yönetilen arasında hak ve ödevleri düzenleyen toplumsal sözleşmedir. Sözleşme, hukuksal sonuç doğurmak amacıyla iki yanın da uygun istenç (irade) beyanlarıyla gerçekleşir. Yönetene de yönetilene de hak ve ödevler yükler. Her ikisinin de birbirine üstünlüğü olmamak gerekir.

Böyle sözleşmede milletvekili, yurttaşın yasal istek ve beklentilerini yerine getirmek için kendi yerine bıraktığı kimsedir. Asıl, yönetilen (yurttaş)dir. Bir insanın, davasını doğru yürütmeyen avukatına işini bıraktırma (azletme) hakkı vardır. Toplumsal sözleşmenin, karşılıklı sorumluluğunu düşünürsek; seçenin, belli bir oy oranıyla seçileni görevden alma hakkı olmak gerekirdi.

Türkiye’de milletvekili dokunulmazlığı sınırsız. Neredeyse, Cumhurbaşkanı dokunulmazlığını aşıyor, sorumsuzluğa dönüşüyor.

Dokunulmazlık tartışması, yıllardır süregidiyor. Hukuk, dokunulmaza dokundurmamaya ayarlanıyor. Bu gidiş, TBMM’ye, hukuka güveni sarsabilir. Toplumsal yapımızı kağşatabilir.

Ben hukukçu değilim. Okuduğunu doğru algılayan, anlayan bir yurttaşım.

Evrensel insan hak ve özgürlüklerinden eksikli Anayasamızdaki dokunulmazlık kavramındaki inceliği ayırt edemediğimizi düşünüyorum.

Milletvekillerininki: Anayasada belirtilen milletvekili nitemini taşımayanların, suç işleyenlerin dokunulmazlığı değildir. Kürsü dokunulmazlığıdır.

Niçin? TBMM, ulusu temsil eden özgür bir kurum olmazsa yurttaş da özgür olamaz. Milletvekili, yalnızca kendisini seçen il ya da siyasal parti adına değil, Türkiye adına sorumluluk yüklenmiştir. TBMM’de her şeyi söyleyebilmeli ki, ulus adına kuşanılmış güç ve sorumluluğunun gereğinin, yerine getirilip getirilmediğini görelim. Bunun içindir kürsü dokunulmazlığı.

Seçilmiş de insandır. Her insan gibi suç isleme olasılığı vardır. Suç işlemişler de, her insan gibi, bağımsız yargıda sorgulanmalıdır. Suçluların ayrıcalığı olamaz.

Milletvekillerininkine dokunulmazlık değil, koruma demek gerekir. Koruma dediğim nedir? Korumak, bir kimseyi dış etkilerden ya da zor durumlardan uzak tutmak, esirgemek. Milletvekili, hemen gözaltına alınır, tutuklanırsa ulus adına yapacağı işten alıkonur. TBMM üstüne gölge düşürülmüş olur.

Yasa gereğidir: Milletvekili, bir yıldan az ceza almışsa bağışlanır, ceza bir yılı aşarsa TBBM üyeliğinden sonraya ertelenir. Daha fazlaysa TBMM üyeliği düşer.

Başlık altındaki tümceyi, bütün yurttaşlar adına söyleme hakkım olamaz.

Onlara dokunan acıyı çekmekten üste, sınırsız dokunulmazlık, beni öfkelendiriyor da…

Ulus adına söz edecek milletvekili korunsun, esirgensin de, töreyi, yasayı çiğneyecek oranda değil.

Koruyan korunur. Korumadan korunana ne demeli?

 

 

 

     


 

 

 

SORMAYAN GÜDÜLÜR

 

Dünyaya bakış, yaşamı değerlendiriş ve ona göre duruş almak ve edim ve tutuma geçmek; genelde iki kalın çizgi arasında süregitmektedir. Çıkar kavgasının yanında anlayış kavgasıdır bu! Çoğu kez çıkar kavgasıyla anlayış kavgası koşuttur. Birlikte/özdeş süregider.

O, iki kalın çizgiden biri yazgıcılık, öteki akılcılık.

Yazgıcı; her şeyin alınyazısına göre önceden belirlendiğine; insanın bu önceden belirlenmiş olan alınyazısını değiştiremeyeceğine inanır.

Olanın bitenin nedeni aranmaz. Sormak ona göre Tanrı’ya ortak koşmaktır. Yaşadığımız dünya, yalan dünyadır, asıl dünya, öte dünyadır.

İnakçıdır: Temel gerçeklerin usla kavranamayacağını, ancak inan yoluyla elde edileceğini savunur.

Akılcılık inana karşıdır, olağanüstülüğü tanımaz, akla dayanır, akıl dışı olanı kabul etmez.

Akıl; düşünme, anlama, kavrama yetisidir. Bu yetiyle olaylar, durumlar usa vurulur, çıkarımlar yapılır; olaylar ya da kavramlar arasında zorunlu bağıntılar kurulur; bu bağıntılardan algılanarak, kavranılarak sonuçlar çıkarılabilir, neyin nereden geldiği, niçini ve nedeniyle anlaşılır.

Süregiden düşünsel olarak dünyaya bakış, yaşama bakış ve yaşamı değerlendiriş kavgası, çatışmasıdır: Yazgıcıya göre soru, kuşku; sövgü (küfür)dür, Tanrı’ya karşı gelmektir. Akılcıya göre ise düşünmenin, arayışın, öğrenmenin açkısı (anahtarı)dır.

Soran, sormayan kavgası

Kur’an’da: “ Bilenle bilmeyen bir olur mu?” denilmiştir. Bilmek için sormak, sorgulamak gerek. Buna karşın, inakçılar, soruyu Tanrıya karşı çıkış saymaktadırlar.

Soru:

* Eylemin yapılıp yapılmadığını,

* Yargının gerçekleşip gerçekleşmediğini,

* Yargının doğruluğunu, yanlışlığını anlamak,

* Bir şeyin nedenini aramak,

* Bilgi edinmek, bilgilenmek,

* Kuşkuyu açıklığa kavuşturmak,

* Kalıplaşmış yargıları deşeleyip onarmak, güncelleştirmek,

* Yeni kavramlar üretip dili, düşünceyi boyutlandırmak içindir.

Sormayan bilemez, bilmediğinden korkar:

* Bir olguyla ilgili gerçeğin ne olduğunu kestiremeyen kararsız kalır,

*Bir tehlike karşısında kaygılanır, ürkülenir,

* Başkalarının niyet ve amaçlarını öğrenemez,

* Kuruntulara teslim olur, boş inanç (hurafe)lardan umar bekler,

* Yaşamı ve kavramları tam olarak tanıyamaz, algılayamaz,

* Şaşkınlaşır,

* Olanı biteni anlayamaz,

* Kendisini ve çevresini anlayamadığı için güdülen, kullanılan duruma düşer. Genel nüfus içinde bir sayıdır ancak: Bilinçsiz, istençsiz.

Sormayan, sorgulamayanların çoğaldığı yerde:

Özgür istenciyle karar alıp uygulayabilen bireyler kuşatma altında kalır. Yazgıcılar çoğalır. Geçin Tanrı kulluğunu, kulun kulları türer.

Nesneleşmiş kuru kalabalığı kullanan ağzı demokrat, edimi tutumu faşist çağdaş tiranlar çıkar ortaya.

 

 

 

 

 

    

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ELLERİM

 

Ne denli yaramazmışım, ne çok şeyi kurcalamış ellerim. Kırkıncı yaşımda, ellerimde sayabildiğim 41 yara izi gördüm. Ya iz bırakmadan geçenler?

Haşarıymışım, kimbilir kaç bin yasağa  uzandım? Yasaklardan, yanlışlardan, sınama, denemelerden kalan 41 iz!

Anamın, babamın, öğretmenlerimin öğütleri bir kulağımdan girmiş ötekisinden uçmuş. İstemeyene tuz verilmeyeceği gibi öğüt de verilmez. Kimseden öğüt istediğim yoktu ki, onların yaptığı oluktan akıp gideyim, onların tıpkısı olayım. Onlara saygılıydım da, ben başka bir adamdım.

Çizgi dışını elleyen, aptallığımı yoklayan ellerimle keşfetmişim dünyamı. Kimseden deneyim kalıtı (mirası) devralmadım, sanırım.

Meraklar mı ellerimi çekti götürdü? Ellerim mi merakın sırtına binmeye meraklıydı? Uzanılmayası koyakların karanlığından seçmişim, belleğimin defterine yazılacakları. Kişiliğimin çatısı, o yasaklı yerlerden devşirdiklerimle kurulmuş gibi gelir bana. Öğretmenlerim, öğüdümüzü tutmadı bu hayta, örüğünü koparmış at gibi özgür çekti gitti demesinler. Babam darılmasın, emeğini kutsadığım anam gocunmasın.

Benim, en birinci eğitim başım, ellerim.

Kalem, kâğıt, kitaptan önce doğaya uzandı ellerim. Çünkü köyde doğmuşum. Altı yaşıma gelir gelmez işbölümü dizelgesine kaydettiler . O yaştan bu yana yediğim her lokmadan, ellerimin lezzetini alırım. Ellerin ıtırlı kokusunu, tadını kitaplarda arar oldum giderek.

12 yaşımda Köy Enstitüsünde buldum kendimi. Salt kitapların kuramsalında değildi orası; çağdaş bir eğitim köyü. Eğitimin, yaşamın içinden kaynaklanmasına ayarlı. İnsanı, koşullarıyla boğuşa boğuşa, hem gereksinmelerini giderecek hem kendi kişilik yapısını oluşturacak, konum ve koşulları neyi gerektiriyorsa onu yapacak donanımı kazandıracak yöntemle işliyordu, eğitiyordu.

İşe vuruk bir eğitim. İş üstündeydi ellerimiz. Çalışıyor, üretiyorduk, kendimize güvenimiz artıyordu. İş becerme gönendiriyor, özümüze saygımız çoğalıyor, başkalarından pay beklemiyor, özgürleşiyorduk. Yarar sağladıklarımızla aramızdaki bağ güçleniyor, onlardan kabul görüyorduk kolayca. Ürettikçe, yarattıkça çoğalıyordu insan. İş, kişilik kazanmaya, toplumsal kaynaşmaya kenetliyordu, eli işleyeni.

Üretimin tadını almışsanız, bir kez durduğunuzda; hızla dönen değirmenin duruşundaki işlevsizliğe düşüyor, şaşırıyordunuz. Durmak yitmekti. Ölümdü. Özünüze saygıyı yitirmemek için, işlevinizi sürdürmek zorundaydınız, artık. Üretirken kendinizi ayakta tutacak, ötekilerine olumlu örneklik edecektiniz. Özüne saygılı, bağımsız kişiliklerin yetişmesine katkıda bulunacaktınız. Böylesi bir anlayış ve ilkenin yargılısı oldunuz mu, öğreti ve anlayışınızın engelleriyle çarpışmak, sizin için bir görevdir, onur borcunuzdur.

Ömür boyu, ellerimle sarmaş dolaşım: Ben mi el idim, ellerim mi ben idi? Aynada, benden önce ellerim gülümsüyor. Yazdıklarımda, yazı izinin ötesinde, ellerimin sesini duyuyor, kokusunu alıyor, koşuşturmamı okşuyorum.

Banda alınmış konuşmalarımı izliyorum, sözümden çok, ellerim konuşuyor. Ellerimin çevirmeni eşim. Sıkıldığım konukların yanında başımı kaşırmışım. Birbirine kenetlemişsem ellerimi, sıkıntı! Oğuşturursam, aranıyorum. Yumruk yaparsam kavga var içimde. Avuç içlerim yukarıya açıksa umarsızım; yana açıksa, şimdi ne diyeyim sana!

Konuşma bantlarında gördüm, yüzüm asılmış, dudaklarım kısık,  sövecek gibiyim, ama nasıl! Ellerim koşuyor imdada, sözün küfrünü, nasıl inceltip yumuşatıyor, beni suç işlemekten, kaba adamlıktan kurtarıyor. Bir türlü yansıtamayacağınız öfkeyi, sevgiyi nasıl da filizlendirip bayraklaştırıyor. Sözün cankurtaranı. Duygularımın çiçeğini nasıl da domurtuyor. Kızgınlığımın ağırlığını nasıl da törpülüyor, yumuşakça gönderiyor adresine. Perende attırmayacağı, yenemeyeceği zorluk yok. Ellerime güveniyorum. Ellerim kale’m benim.

Sözün yetmediği yerde, bütünleyici. Sıkıntıda kurtuluş açkısı. Yüreğimin rüzgârı. Esintisi. Sıkışmışlık karabasanının dumanını savuruyor üstümden. Beynimden dışarı çıkmakta zorlananı, şıp diye koyuyor ortaya, kimseyi incitmeden. Duygularım, düşüncelerim sözsüz, yazısız kaldığında, onlara dilmaçlık ediyor. Kiminde cangıllı/dikenli çıkmaz, kiminde gül bahçesi. Çekin sandalyenizi altınıza, kahvenizi höpürtederek esenlenin. Mut gözesi bu ellerim canım. Saygınlığı kalemimden az değil. Kimliğimi kurtarma kurnazlığını da beceriyor. Onun devinim dili, öyle bir ustalıklı anlatım dizgesi ki, akıl erdiremezsiniz.

Ellerim mi beynimin çocuğu, beynim mi ellerimin? Hangisi, hangisinin dölü? Hangisi erkek, hangisi dişi? Cinsiyetini çıkaramıyorsunuz. İki cinsiyetin işlevini; sakınmasız, yakınmasız birbirine uyguluyor bunlar. Ne me-nem yaratıklar, bilemiyorum. Onlar yaratıcılık, anlatıcılık ustalığının gölgesine gömüyor cinsiyetleri. Öyle uyumlu bir çift ki, yorulmaksızın, çeyrek adımı ezgiye yadırgı düşmeksizin, üretimin/yaratımın valsindeler. Sürekli izliyorum, hayran. Yoo! Yoo! Seyircilik yasak. “İmece var, imece.” Beni aralarına çekiyorlar. Bir sıkı kavrıyorlar ki kolumu, kurtul kurtulabilirsen, bu erimli valsten! Biz, birbirinde erimiş üçlü, düşüncelerin, tasarımların izlenim yaylasına vurmuşuz. İmeceli bir uyumla koşturup duruyoruz. Sanki o vals biterse, ben de biteceğim.

Ellerimi çok seviyorum, çok. Ellerim sağ olsun.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KİŞİNİN ÖZELİ

 

Mektup ne zaman girdi sözlüğüme? 1940’larda, Etiler çağını aşamamış,bir dağın kıstağına tünemiş, yolsuz izsiz köyümüze, postanelerde gün üstüne gün saymış, asker mektupları gelirdi. Okutturacak adam arardı analar, babalar, bacılar. Sadece onlar mı, konu komşu toplanırdı başıma. İbadete durur gibi, mektuptan aktarılacak sözü beklerlerdi. Sözün büyüsünü bilirler miydi, habere mi açarlardı kulaklarını? Kısık dünyalarının dışına özlemleri miydi, bir avuçluk çocuğun önünde, onları, saygıyla dinleyişe geçiren? Yazı’nın beyinsel, düşünsel, dilsel gücünü; gerçek uygarlığın yazıyla başladığını, nasıl bilebilirdim o yaşta? Yazının kalıcılığının, sözün büyüsünün tohumu, o günlerde serpilmiş olmalı beyin toprağıma.

“Yüksek bir huzura takdimdir” ile başlayan mektubu okurken sanki  oğullarının ağzı benmişimcesine gözleriyle kucaklarlardı beni.

   ‘Beni soracak olursanız iyiyim, hasım’ tümcesini duyduklarında, “İkinci Dünya Savaşı, bize sıçrayacak mı?” korkusuyla yüreği hop oturup hop kalkan köylülerin korku ateşine serin ırmaklar dökülürdü. Nasıl sevinmesinler; babalarının, dedelerinin Yemen, Balkan, Çanakkale, Sarıkamış’ta, Kurtuluş Savaşı ateşlerinde yanıp yitmiş seslerine özlem, yüreklerinden sökülmeyenler?… Mektup yazılanla yakınlığı olanda da, olmayanda da bir rahatlama kıpırdanır, güneş yanığı yüzlerdeki pus, dağılır gibi olurdu.

Mektupta akraba, konu komşu, hatta mahalle halkı da ihmal edilmezdi. Sayfa dolusu adlar geçtikçe, -adı geçenler- duruşlarıyla, devinimleriyle kucaklaşırlardı askerle sanki. O kadar insanın adı yazılmış olurdu da, birinin adı, saklı kalırdı. O, söylenmeyen ad, askerin eşi, yavuklusu ya da sevdalısıdır. Beni çevreleyen kalabalığın arka aralığında, utanmalı bekleyen o adı yazılmamışın gözlerinde özlem yalazlanır, yüreği yele kapılmış dal gibi çırpınırdı. Duyumsardım, o yüreğin gümbürtüsünü, çaktırmadan gözümü uzatırdım ona: “Sana da sıra gelecek.” gibisine. Çünkü bilirdim, asker mektuplarının neresinde, onların adının nasıl dolaylı söyleneceğini. “Hane halkının hepsine firade firade selam eder, hepinizi öper, kucaklarım.” tümcesiyle biterdi mektuplar. ‘Hane halkı’nın adları, yukarıda teker teker sayılmasına karşın, sonda yinelenen ‘hane halkı’, gelindi, yavuklusuydu, sevdalısıydı askerin. Öpmeler, kucaklamalar da ona. Mektup bitince, çember çözülmezdi. Daha daha sorarlardı: Dünya ahvalini sezinlemek için. Son tümceden payını alan, aradan, nasıl da gözleriyle kucaklardı beni? Bakışının sıcaklığı ılık ılık yayılırdı gövdeme. Çiçeğe duracak ağacınkine benzer, iç domurması yaşardım. Son tümceden payını alan sevdalı, yüzünde açan gülleri başkaları ayıplayacak diye, sıvışmıştır hemencecik.

Analar, babalar oğullarının ses tınısını, benden alıyormuşçasına sıkı sıkı kucaklardı. Yumurtalar, meyveler, meyve kuruları mı dersin, -mevsimine göre- kucağımı doldururlardı. Akşam kararınca eş, yavuklu, sevdalı hangisiyse, işte o, bir kuytuda yakalar, eteğindeki ödülleri verir, sımsıkı kucaklardı, yavuklusuna sarılır gibi.

‘Yüksek bir huzura takdimdir. Firade firade selam’ ne demekti anlamazdım da, onu ben söylemişim, köylülerden daha üst bir dile sahipmişim duygusuna kapılır, içimden içimden büyürdüm. Hele, o kucaklayışlardan gövdeme yayılan haz, kahraman bir asker havası eklerdi bana, gizlisinden. Oradan bilirim, mektuplardaki insan sıcaklığını, insan sesinin güzelim tınısını.

Yeniyetmelik çağımızın kızlarına, şimşek yalazı gibi çakar çakmaz kayıp sönen bakışlarımız, onların gözündeki kısık parıltılar birer gözel* mektuptu da, yazılısına geçebilir miydik, hemencecik? Ne kızların, ne bizim üstümüzden ana baba gölgesi eksilmişti. Köy Enstitülerinde, köyün geleneksel baskısından biraz uzaktık. Ama bütünüyle üstümüzden silinmiş miydi, o kuşatma? O birlikte edimlerde, içimizden depreşenleri, nasıl dile dökebilecektik?… Domurup patlayacak birer çiçek kozasıydık, karanfil ağızlı açacağımız mevsimi arar gibiydik. Yeniyetmelik çağı; erginliğe tırmanışın uç vermesi olduğu kadar da bir iç burkuntusu, şaşkın bir aranış! Kendisini bulamamışlıkta çalkanış!

Burkuntularınızda dönelerken sizi, aklı şaşılanmış sanırlar. Dellendi bellenen, kendisini, gayrıya nasıl açık etsin?…

Kızlar sağ olsun, -onlar da, oğlanlar sağ olsun, diyorlardır.- yeniyetmeliğin kanı, damarlarımızı kabartmaya başladığında, onlar düşürdü, öteki tür mektubu gündemimize. Yüreğimizin gümbürtüsünü, kösnülden tepen iç sesimizi ulaştırmak için kırmızı ya da yeşil kalemlerle mektup yazardık onlara. Bulabilirsek, pembe kâğıdı yeğlerdik: Kanımızı delirten coşkunun, kösnül eğilimlerimizin koyuluğunu, çifte vurgulamak için; bulabilirsek, özellikle kırmızı kalemle yazardık. Yazardık, yazardık da, ulaştırmak kolay mıydı?

“Falanın kızı, filanın oğluna bakıyormuş” diye aşkı, içinin burgacına iteleyen köylülükten gelmiş kız, nasıl kabul etsindi, şıppadak, mektubu? Aşkları, bahar yağmuruyla yeşermeye başlayacakken, Anadolu bozkırının haziranında yanmış çiçekler gibi kavrulan ve bir daha yeşermemesine, yüreklerinin derinine düğümlenen köyün çocuklarında, mektubunu açıktan sunma yürekliliği, ne gezerdi?

Kızların gözünde, kabul yankılanırsa, kıyıda köşede, kimseye çaktırmadan kızın eline sıkıştıracaktınız mektubunuzu. Kız, içindeki yangına yenilmişse, uzaktan uzaktan, çekinser bakışlarınızda, ikiniz de içten içten yanacaktınız: Kızıl karanfillerin ışığını çakımlandıran gözünüzü karşınızdakine yöneltmişken, hemen bakışlarınızı yere indirerek, dayanamayıp yeniden, iki gözünüze binlerce gözün parıltısını yoğunlaştırıp ona doğrultarak, yüzünüz ateşler içinde alı al, moru mor… Namlu önündeki tavşan ürkekliğiyle, çevrenizden sakınarak.

O zamanın öğretmenleri vardı, anlayışı vardı. Anadolu’nun, İslam kültürünün aşkları: Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin’di. Ulaşımsız birer tutuşma. Sonu felaketle düğümlenmiş birer serüven. Divan Edebiyatından günümüz edebiyatına bulaşmış platonik aşkların öyküsüydü okuduklarımız. Aşklar, salt kadın-erkek aşkı değilmiş, başka çeşitleri de varmış. Deli deli akan kanınız, önü alınmaz çağıltıya dönüşmüşken; tabanınızdan tabanınızdan iteleyen, insan doğasının önlenemez cinsel çekimine kapılmışken; bedeninizi sarmalamış, yüreğinizi rüzgârlı bahar dalında yaprakça çırpındıran iç depremleri yaşarken, kim sıcak bakardı, öteki tür aşklara?

İç uğunmalarımızı, dışa vuramaz, deli dolaşık döneler dururduk, kendimizsiz. Biz, bizi bulamazdık ki aşkımızı bulalım?… Kırık aşklar mezarlığının çocukları, deli kanı destur bilmez çocuklar; kuşatılmışlığın çemberinde, kendi içine gömülmüş, dipteki suyunu börtü böceğin bile içemediği birer derin kuyudan başka neydi ki?…

Yaşama indirilmez aşkları, başkalarından örneklenmiş, acemi şiirlerimize dökerdik. Kültürel etkinliklerde, toplantılarda, fırsatını yakaladıkça, gözümüz eğilim duyduğumuz kızda, bağıra bağıra okurduk. Sesimizin tonu yükseldikçe, aşkımızın abartılı coşkusunun, sevgilimizin yüreğini, bahar seli gibi gümbürdettiğini sanırdık. Çevremiz, öğretmenlerimiz avuçlarını patlatırcasına alkışlarlardı. Ama niçin törel kuşatmalarını gevşetmezlerdi ki?… Kendi yaşanmamışlarının, başkasında yeşermesini mi kıskanırlardı, bilmem ki. Ne kendimiz, ne sevgilimiz, o bağırtılı şiirlerden aldığımız doyumu, birbirimize açık etme yürekliliğini gösteremezdik, o törel kuşatma altında.

Ötekileri ne yaptı, bilmem. Herkes, kendisini bilir. Ben, değişik bir aşk mektubu olan şiirden, başkalarının benzeği şiirden, şiirin öteki temlerine uzanırmışım, şiir bilgisini bilmeden, şiir ustalığından habersiz. Bir aksaklık vardı. Öylesi şiir yetmiyordu: Şiirin isterleri vardı. Giderek seziyordum ki, hep aynısını yinelerseniz, bıktırırdınız. Alıcısız satıcı gibi, boşuna bağırır dururdunuz. Şiir, dil gerektiriyordu. Birikim kazanım istiyordu. Donanımı sığ tabanınızdakiler tükeniyordu. Öncekilerinden yansılananlar, sizi onların eşleği olmaktan kurtaramıyordu.

Gelmiş geçmiş aşklardan büyük aşkınız, daha büyük ve yeni şeylerle dillenmeliydi. Beslenecektiniz. İmrendiğiniz yazarlardan, şairlerden örneksediklerinize kendi damganızı vuracaktınız ki, başkasının benzeği olmaktan kurtulup kendinizi söyleyebilesiniz. Sözün kaynağı neresi? Kitaplar! Gelsin kitaplar!… Onları yazanlar da bizim gibi âşıktı sanırım. Aşklarını, değişik alana dökme zorunluluğundan düşünüşe, toplumsala, insansala uzanmışlardı herhalde yazarlar, kitapları…

Anı defterime bakıyorum: 1943-47 arasında 300’e yakın kitap okumuşum. Öğle yemeklerimin ekmeğini 35 kuruşa satıp, üç günde edindiğim 105 kuruşun, 100’üne bir kitap alırdım. Kalan 5 kuruşlar da harçlığım olurdu. Adını çıkaramadığım, bir İngiliz yazardı, beni böylesine iteleyen: “Gençler yatağınızı satınız, kitap alınız.” diyordu. Devletin, altıma serdiği ot yatağı satamazdım, kitaplanmak için ekmeğimi satabiliyordum ancak.

Okumak; ürüne durmuş tarladan, bağ bahçeden bir şeyler devşirmek gibi. Derlediklerinizin tohumları dökülür içinize, yüreğinize, beyninize. Her tohum döldür. Döl, yatağında beklemeyi sevmez, uç vermek ister, yeşerir. Yazmaya heveslendirir sizi. Yazmaya özenirsiniz.

Uyaklı, ezgili, hemen kabul görüp alkışlananı şiir, aşka belenmiştir. Aşka seğirten bir yeniyetmesiniz: Size göre o denli bol ki düşleriniz, aşka susamış yüreğiniz öylesine çırpınıyor ki, dışa vurmak zorundasınız içinizdeki coşkuyu. Yetersiniz yetmezsiniz, boyunuza bakmadan, şiire soyunursunuz ilkin.

Dili, şiir içinde yoğura yoğura, yazınsalın yoluna düşüyormuşum… Sözü anlamsal, dilsel, mantıksal örgüsüyle dokumaya yöneliyormuşum… Dilden düşünüşe, oradan yazılı düşünüşe yöneliş; -öğrenimini görmemiş olmaktan yazıklandığım- felsefenin kıyılarına taşırmış beni. Dille felsefenin iç içeliği, bilimsel, eleştirel bakışı da almış koynuna, oradan denemeye tırmanmışım, sonraları. Şairliğim konusunda büyük sözler edemem. Ama ülkesinin sosyokültüreline yaslanan, içinde bulunduğumuz durum ve koşulları tartıya alan ve dahası, Türkiye’deki deneme anlayışına değişik bakış, yapı ve işleyiş getirmeye soyunan bir denemeyi denediğimi söyleyebiliyorum, bugün.

Mektuptan, aşk mektubundan uzanan yolun, beni denemeye ulaştırmasından öyle mutluyum ki, sormayın. Söz arası belirteyim, denemede ustalaştığımı söylemiyorum, ustalaşmak; kendi üstüne kapanmak, kendisinde duraklamak, giderek bitmek olur. Her yazdığımı, bir öncekinden daha yetkinine ulaştırma özencisiyim. Beni buraya  tırmandıran aşk mektubu. Aşk, aşk mektubu, yüksek tevettürlü eritim fırını: Eritiyor, cürufunuzdan ayırıyor sizi, asıl madeninizi başka kalıplara döküyor, yeni işleve kavuşturuyor. Aşk, insanlaşma, yazma endüstrisi mi ne?

‘Mektup’ diye başladım da, sözü nereye getirdik? Sözü dağıttım mı ne? Yooo, bana göre hiç de öyle değil: Söz, sözün simgesel fotoğrafı, hatta işlenmişi, damıtılmışı diyebileceğimiz yazılı anlatımlar da birer mektuptur: İnsandan insana haber taşıyan posta güvercini… Birilerine ulaşmak istersiniz, onlarla duyumsama ve düşüncelerinizi bölüşmek istersiniz. Bir şeylerde buluşacaksınız, insanlığın ortak paydasında bütünleşeceksiniz. Yazılı anlatımla, insan insana uzanıyorsa, yazın türleri de birer mektuptur diye düşünülemez mi? İşte o mektuplar / yazılı anlatımlar, insanlığın ortak sesi, uygar düşünüş örgüsünün harcı değil de ne?

Yazılı anlatım türleri; değişerek, çağının isterlerini yakalamaya çalışarak, insanın, zamanının gereklerine göre biçimlenerek sürüp gidiyor da… İçlerinden birkaçını öksüz bırakmışız gibi gelir bana: Günlük, anı, gezi yazısı ve hele de mektubu! Kişinin özeline yaslanır bunlar, o nedenle, daha birebir, katıksız insanıl birer sestir. Yazar, daha bir kendisidir bunlarda: Kamudan önce kendisinden yola çıkarak uzanır bir başkasına, dolayısıyla insanın duygusal, düşünsel ve gümrüksüz kucaklaşmasına…

Nasıl yazardım mektubu? Seslenişten sonra, o anda, içimden neler geliyorsa, takır takır yazardım, daktilomda. Yazım yanlışları, tümce düşüklükleri var mı, bakmazdım onlara. Duygularımı, düşüncelerimi denetimden geçirmezdim. Törenselliğe ne gerek vardı, bir şeyleri bölüşeceğime inandığım dostlarıma sesleniyordum. Resmi ağız taşıyan, içtenliği budanmış anlatımla, çıkarsız dostluk kurulabilir miydi? İş mektubu yazmıyordum ki ben. Basardım altına imzamı. Bir de not eklerdim: “Yazım yanlışlarını, tümce düşüklüklerini sen düzeltirsin.” (Sakladılarsa, dostlarımda vardır, o mektuplar.)

İletişim araçları gelişti. Sarılıyorsunuz telefona, geçiyorsunuz bilgisayarın başına, hemencecik, dünyanın her yerine, her kişiye ulaşıyorsunuz. İlgi alanlarımızı ulaşılamayacak kadar çoğaltmış, ilişkilerinizi yüzlerce yere takıntılamış, hızla akıp giden yaşamın içinde, önemli bir kolaylık bu! Dünyadaki oluşumların aksaklısı olmayacağınızı, her olguyu yakalayacağınızı sanıyor, seviniyorsunuz. İyi, güzel, yararlı da… Nerde o insanın sesinin sıcak tınısı? Söyleştiklerinizin gümrüksüz dilinden, içtenlik biçeminden aldığınız ışık?

Mantığın buyruğuna boyun eğen öteki yazı türlerinde, az çok kuruluk vardır. Ama mektup bir başkadır; iç sıcaklığı soğumamış insan sesidir: Beyinden çok, yürekten alır ılık çağıltısını, mektuptaki her sözcük, kişisinin özel hallerini çağrıştırır. Usta fotoğraf sanatçısı çekiminin, ressamın tablosuna dönüşmüş, güzelliğine doyum olmaz iç sesi…

Gümrüksüz, içtenlikli mektuplar, iç sıcaklığını soğutmadan yazıya döken mektuplar, gündemden düştü mü? Yaşam ağacımızın duygusal dallarından biri kurutuldu mu? Elektrometal dediğimiz iletişim araçları mı yiyor, iç sesimizi? Uzun süre görüşemediğimiz dostumuzla kucaklaşırken duyduğumuz tensel, tinsel sevinç, elektrometalde özdekselleşiyor mu? İçsel sıcaklıklarımız, elektrometalin gümrüğünde denetimden mi geçiriliyor?

‘Çağını kavrayamamış, dinozor’ diyebilirsiniz. Ne derseniz, deyin: Elektrometal araçları, salt kendi egemenliklerine hapsedenlerin, dünyayı ve insanlığı özdeksel güdümlerine aldıklarını görmek, bana ürküntü veriyor.

Nerde o Leylalar, o Mecnunlar? Serüvenleri acı da olsa, onlarda insan yüreği çırpınıyordu. Şimdi aşklar da ikinci el. Çıkara bulaşmış aşklar, bir örnek, törensel. Gizinden sıyrılmış, gösterişin piyasasında, alınır satılırla yan yana. Vitrin işi. Biletine binmiş, ne varsa güzel. İnsancıl yörüngesinden sapıyor yaşamın dümeni. İçtenlik karaya vurmuş. Duyarlık, yayan yapıldak, atsız, kanatsız. İç gündemden uzak, özdeksel özlemler ön alıyor. Sokakta çizilmiş kabataslak resimler giriyor albümlerimize. Arnavut kaldırımlı tarih, şaşırmış geçeceği yolu. Duygusalı yeğnik insancıl birlikteliklerin. Dostu dayanağı yıkılmış evlerin. Pencerelerinde kara kargalar çıkara cakcaklıyor, içlerinde salt özdekselin arayışları ve bundan yoksunluğun kıvranışları… Kanadı mı kırıldı görkemli sevişmelerin?…

O pembe kâğıtlara, kırmızı, yeşil kalemle yazılan aşk mektuplarının iç duyarlığı silinmiş, günlük gereksinimlere teslim olmuş aşklar; yürürlükteki ölçüt ve kalıplara seğirtiyor. Gömlekten daha tez soyunuluyor. Ne gönenci ne acısı var, o eski aşkların. Elektrometal kuşatmaya teslim mi oluyor aşklar? Aşksız insan, edebiyat, sanat; insanın iç sıcaklığını, firesiz, verebilir mi?

Sayısal araçların çıkarsal takırtılarını insanın iç sıcaklığıyla yumuşatarak, insancılla emiştirerek, dünyamızı, daha güzelleştiremez miyiz, daha esen olamaz mıyız?

 


 

 ÇEVRE VE İNSAN

                             (Türküsüyle, Dansıyla)

 

Kağnı ardında ağır yürüyen, sabanla tarla sürerken boynu öne eğik köylümüz, iş, aş bulmak için kente koşar. Bakarsınız, bir iki yılda adımı hızlanmıştır, her şeye ‘evet’ demek için öne eğilmeye hazır boynu doğrulmuştur. Karşısındakiyle yüz yüzedir. Suskun adam konuşuyordur.

Aldatılmamak için aklını çalıştırıyordur. Soru sormadan, önünü sonunu anlamadan bir işe girişmiyordur. Bu edinim ve gelişim, köylünün içine katıldığı çevre koşul ve gereklerinin zorlamasındandır. İnsanın aklını uyandıran, konum ve koşullarına uyumlanmaya zorlayan doğal ve toplumsal çevresidir.

İnsanın içinde bulunduğu doğal ve kültürel ortamın havası; insanı etkiler, insanın edim ve tutumuna yansır. Bu etki ve yansımanın, halk oyunlarına ve türkülerine de renk ve biçim verdiğini görüyoruz:

Bir elin, açılmış parmakları gibi Akdeniz’e uzanan Ege’nin zeybeği, niçin, engel atlar gibi seke seke oynar? Orta Anadolu oyunlarıyla Ege oyunları arasındaki devinim, birbirinin tıpkısı değildir. Birininki kımıltı, ötekininki sekme. Hele Silifkeli, kanat çırpan kekliktir, kınalı kanatlarıyla düşlemlere uçurur sizi. Rumeli türkülerinde; üstlerinde yalnızca birkaç köprümüz kalan ırmakların hüzünlü akışını ve üç yüz yıldır Anadolu’ya itelenen insanımızın, acılara düğümlenmiş sesini, yaşama sevincini yitirmediğini kanıtlamaya yeltenen haykırısını sezersiniz. Yalçın dağlarının arasında uzayıp giden derin vadilerin çileli sesini, koyaklarda umarsız sürüklenmenin acısını Doğu Anadolu türkülerinde dinlemez misiniz? Orta Anadolu’nun, ünleme tonlu bozlakları, niçin öteki bölgelerimizde yoktur? Yağmur yağarsa; bolluk, sevinç, yıl kurak geçerse; açlığın üstüne kıvrılış, acı. Bozkırın haykırışı mıdır, o ünleme? Her mevsim çırpınan, dalgası keskin ve yüksek Karadeniz bölgesinin türküleri, niçin bir coşkun Karadeniz’dir, valsi de aşan bir devinimdir? Karadeniz’in fırtınası, adamın ağzındaki sesi yarım bırakır. Bu olgu, Karadeniz türkülerine, değişik bir tat ve özellik vermiyor mu? Artvin’e doğru tırmandığınızda, niçin Karadeniz sesi değişir? Karadeniz’le iç Anadolu arasındaki sıra dağların başında ezgi değişmeye başlar, yaylalanır. Bafra, Çarşamba ovalarına, mevsimlik işçiliğe inenlerin özlemiyle dağların uğultusu sarmaş dolaştır, dorukların türküsünde. Akdeniz sıcağından kaçıp Torosların serinliğine sekinlenmiş Türkmen ağzı, kökenimizden gelen sesimizdir, özgür yapımızın özgünlüğünü anımsatır durur bize. Tozanlı ve Kelkit akağının uzun oyuğunda hüzne bulaşık uğultu, batıdan doğuya sürüklenir gider. Orta Karadeniz bölgesine varırsınız: Bolu ormanlarında, Tombulacık Halime’nin, yanık/civelek türküsü yankılanır. Tombulacık Halime dikmeden kiraz alır, karlı dağlarda üşümez, aşkın sıcağına sarmalanmıştır. Ama Halime İstanbul’a varamaz: Çünkü klasik Türk müziğiyle karışık mı, barışık mı diyelim ya da Osmanlı söyleminden esinlenmiş mi diyelim, ona uyumlanmaya elverişli değildir, Halime’nin boğazı. Türkülerimiz, Kars dolaylarında Azeriye teğettir, Güney Doğuda gırtlağına, çölün boğumlu sesi bulaşır. Türküler, siyasal sınırları aşar, halkları kucaklattırır.

Anadolu’nun acı-sevinç alaşımı yazgısını dillendirir türkülerimiz. Hem ağlatır, hem oynatır insanımızı.

Halk oyunlarımızda, türkülerimizde, Anadolu’nun tarihsel serüveniyle birlikte, coğrafyasını da yaşarsınız. Tel dımbırdadı mı; ayak devinip kol kanatlaştı mı; tezenenin, ezginin ve oyunun, il çevresiyle nereli olduğunu çıkarırsınız. Değişik yörelerdeki ezgilerimiz, oyunlarımızdır; ayak basmadığımız yerlerdeki yüz-yüze tanışmadığımız insanımızla bizi bütünleştiren, coşkulandıran, dansa kaldıran, aynı ezgiyi çığırtan. Oyunlarımız, türkülerimizdir; kültür, duyuş, davranış yapımızın, toplumsal örgümüzün yapı taşlarından birisi. Kültür harcımız!

Çevre deyince, yalnızca ‘dolay’ düşerse aklımıza, çevre kavramının içi eksikli kalır. Dolay, nesneye ilişkindir. Nesnelerde dolay algılaması olabilir mi? Çevre, bilincine sahip insanla anlam kazanmıştır. Soyut düşünebilen insan, bu kavramı matematik terimi yapabilmiş. Toplumbilim terimidir de çevre: Yaşamın gelişmesinde etki yapan doğal, toplumsal, kültürel dış etkilerin bütünlüğü. Üstüne üstlük, mecaz anlamlar da yüklemişiz çevreye: Bir kimseyle ilişkisi bulunan ya da aynı konuyla ilgili olanlar. Çevre kavramındaki ‘dış’, insanın dışında kalanları belirtmek içindir. İnsana değginliğiyle toplum, toplumun gelişmesi, insanların birbiriyle ilişkileri, ilişkilerinin yarattığı kültürle bağdaşıktır çevre. Kavramın, bu içeriğini boşaltır, kültürle bağdaşıklığını görmezseniz; kavram çıplaklaşır, yalnızca ‘dış’ kalır da neyin dışı? Dış sözcüğünü de -insanın içselinden ötede oluşu nedeniyle- yaratan da insandır. İnsansız çevre, çevresiz insan olamaz.

Ne zaman gündeme girdi çevre kavramı?

Kavramın temelinde ‘doğa’ da var. Yüzyıllardır çevreyi yalnızca doğaya ilişkin mi sandık? Evet, insanın gelişim serüvenini, doğayla insanın savaşımı olarak özetleyebiliriz: İlkel insan, doğanın tutsağıydı. Doğa, ilkel insanı yenen bir güçtü. İnsanoğlu, doğal engelleri aşarak, doğayı yenerek ve kendisine göre biçimleyerek yaşamını kolaylaştırdı, kültürünü yarattı. Doğrudur, güzeldir, yararlıdır da, kendi gücünü abarttı, doğadan çimlendiğini, evrildiğini unuttu mu insan? Doğayı, ne oranda buyruğuna alır, yararına kullanabilirse, o kerte mutlu olacağı sanısına mı kapıldı? Acımasızca doğayı talan etmekten sakınmadı. Ne zaman ki yapısı hırpalanan, dengesi bozulan doğa, dengesini bozan insandan hıncını almaya başladı, o zaman aydı insan. Doğa çıplaklaştırıldıkça kendisinin de çıplaklaşacağının farkına vardı sonunda. Doğa yiterse ben de biterim korkusuna kapıldı.

Doğa, kendisini çıplaklaştırmaz, yok etmez: Dizgesiyle vardır, yıkılırsa tümden yok olabilir. Yasalarına göre sürekli değişir, yenilenir, var’ını eler, yeni biçime dönüştürür. Doğa kendisini, kendisiyle onarır, sağaltır, diri ve devingen tutar. Kendisinin doktorudur. İnsan soyu, doğanın dölü. Kendisini yaratan doğanın, kendisini onarma, diri ve sağlıklı kılma yöntemini, kendisi için kullanabildiği oranda varlığını sürdürebilir. O nedenle çevre sorunu insana ilişkindir. Doğayla kendisi arasındaki uyumu sağlamak, doğayla barışık yaşamak, insanın yaşamsal zorunluluğudur, yükümlülüğüdür.

Gerçekten çevre bilincinde miyiz? Çevre günleri düzenleyerek, çocuklara kâğıt, çöp toplatmakla geçiştiriyor muyuz konuyu? Tanıksınızdır, çevre gönüllüleri engellenir, denizlerde gemi üstündeki demeçlerine katlanılır ancak. İnsanlık, çevre sorununu ciddiye alıyor mu? Çeşitli ülke siyasalarının, çevreye ilgisi ne oranda? Dedikodulara, yalanlara kapılarak alanlara çıkanları, gösteriler yapanları görüyoruz da: çevresiyle birlikte insanlığın da yıkıma düştüğünün gerçekten ayırdında mıyız?

İnsan çevresiyle vardır, çevre de insanıyla. Çevresiz insan nesneleşir. Ağırlıklı anlamıyla, insandan soyutlanamaz doğa. Çevre; sokağımız, semtimiz, kentimiz, yurdumuz, dünyamızdır.

Doğa, insanın anası. Hangi ananın sütüyle beslenip yaşamını sürdürebilir insanoğlu?

Anasını yitiren insan, ne yapacak?

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Arka kapak yazısı.

 

   …..Yazarın bize özgü düşünceler üretmemize yol açması, denemelerindeki en önemli ayrıcalıklarından. Bence bu özellik, denemelerini ulusal felsefemizle çok yakından ilgili kılmakta…Osman Bolulu’nun denemelerinin başka bir ayrıcalığı da dildeki kendine özgülüğü.  Dilde özgünlük, başka bir deyişle düzyazıda tek, değişik, biricik olma ve tümcelerle sözcüklerin bilinen dizimlerini, dil kurallarını bozmadan yepyeni bireşimlerde kullanabilme özgünlüğü,dilin  düşünceyi nasıl yoğurabildiğinin açık seçik kanıtıdır.                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                          Bu denemelerdeki bir yan da budur. Dilin özgürce devinimi, Türkçenin işleyiş, düşüncenin de yepyeni çevrelere açılımını sağlıyor. Ayrıca felsefenin dille sıkı bağlantısına özgü Türkçe örnekler sunuyor…. Deneme türünün üreticiliğini, felsefenin bize özgü kapısını açmak olarak değerlendiren ve işleyen yazar, bu yanıyla çok önemli bir boşluğa da parmak basıyor. Yaşanmışlığın ve ulusallığın egemen olduğu konularda, gerek dilde gerekse düşüncede yerli yerinde Türkçe kullanımıyla birleşerek  özgünlüğe ulaşabileceğini kanıtlıyor. Başka bir deyişle Osman Bolulu’nun  denemeleri, klasik deneme tanımına uygun olmakla birlikte, dil, ulusallık, yerellikteki felsefi düşünce kurgusuyla aşkınlık içeriyor. Bilimsel nesnelliği de göz ardı etmeden özgün ve çağdaş biçimde klasikliği aşıyor.

   Tansu Bele: Dilden Düşünüşe Uzun Koşu, Kum Y.Ank. 2004

 

 

 

İÇİNDEKİLER:

 

İnsan Sesi…………………………………..9-11

Işık…………………………………………..12-15

Katran Karası  Kin……………………….16-21

Haritasız Yüzler…………………………   22-25

Çağdaş mıyım?...................................26-31

Lütfen Biraz Öfkelenir misiniz?...........32-35

Görkemin Gölgesine Sığınmak…………36-41

Büyüğe Ayarlanmak………………………42-47

Uzağa Koşulanlar Yoksa…………………48-51

Uzun Koşu………………………………….52-56

İç Kimlik…………………………………….57-61

Tanımak…………………………………….62-65

Anmak mı, Anlamak mı?.....................66-68

Yazı……………………………………………     69

Ortak Paydamız Türkçe…………………70-75

Söz ve İnsan……………………………….76-82

Hazır Söz Kalıpları………………………83-91

Yakası Karanfilli Üç Delikanlı………….92-97

Yazar-Bilinç-Sorumluluk…………….98-100

Edebiyat Kitaplarının Erdemi………101-105

Ayağı Yerli Gözü Evrensel……………106-110

Güzele Gözağrısı Yakışır mı?..... …..111-116

Yazı Makassız Yazılmaz……………..117-121

Ne Çok Denetmeni Var ,Yazının…….122-129

İnsanın Topografyasına Yolculuk…..130-135

     Sanatın Gövdesi Sıradanda………….136-140

Eylem ve İnsan…………………………141-162

Anlamı Güçlendirme Yolları…………163-169

İlgeç ve Bağlacın Anlatım Değeri.170-181

Türkçede Üçleme………………………182-186

Noktalamanın Önemi…………………187-191

Reklam Türkçesi……………………….192-197

Politika Tiryakisi………………………198-200-

Baget ve Sopa………………………….201-202

Dokunulmazlık mı, Koruma mı?.....203-205

Sormayan Güdülür……………………206-208

Ellerim…………………………………...209-212

Kişinin Özeli…………………………….213-223

Çevre ve İnsan………………………….224-228

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



*   Gözel, ‘güzel’in yanlış yazımı değil. ‘Göze ilişkin, göz ile yapılan’ anlamında kullanılmış yeni bir sözcüktür.

*   Elektrometal diye bir sözcük yok. Günümüzde, bizi özellikle çıkarsala koşturan dijital araçların elektriğe ve soğuk madene dayandığını düşünerek onları, bu uyduruk sözcükle karşılamayı denedim.

Dilcileri, bu sözcüğe Türkçe karşılık bulmaya çağırıyorum.

*   Ökse: Elma, armut, erik, kiraz gibi ağaçların dalları üzerinde yaşayan, üzüme benzer yemiş veren asalak. . Bitkibilimdeki adı ökseotu’dur.

 

*    Göz-el: ‘güzel’in yanlış yazımı değil, göze ilişkin, göze değgin anlamında.

 
 
 
 
 

 

Yorumlar (0 )