DİL SAVRUKLUĞUNUN NEDENLERİ

DİL SAVRUKLUĞUNUN NEDENLERİ

 

DİL SAVRUKLUĞUNUN NEDENLERİ    

Bir dilin kirlenmemesi, dizgesinin bozulmaması için, onu sevmek, öğreniminden geçmek, bilincini kuşanmak, dilin kurallarını, kullanımını iyi bilmek, o dille yaratılmış yetkin ürünlerle sürekli beslenmek gerekir ilkin. Dil, sokağa bırakılamaz, orada kendine özgü sıcaklıkları taşır, halk düşünüşünden küçük yaratılar edinir belki. Ama günlük, ilkel gereksinimleri karşılamaktan  ötedeki sınırlara uzanamaz, kültür dili olamaz, bilim, felsefenin kavramlarını karşılayamaz. Bir dil işlenerek geliştirilmiyorsa, edebiyatı yoksa aşiret dili düzeyine gerileyebilir.

a) Devletin Dil Politikası Olmalıdır İlkin

Osmanlı    İmparatorluğu, yalnız siyasal/ekonomik nedenlerden yıkılmadı. Diliyle çağının bilimini, felsefesini yakalayamamıştı. Düşünüş üretemiyordu. Düşünüş üretemediği için duruktu. Çağına uyarlanamıyordu.  Yabancı saldırısı olmasaydı da, er geç,  yıkılmaya mahkumdu. Ta temelinden beri, onun yıkılışını hazırlayan; kendi ulusunun dilini, dolayısıyla düşünüş biçimini kullanmayıp yabancı düşüncelerin öksesine düşmektir.

Osmanlı, Türkçe’yi, devletin dışına itelemişti: Devlet dili, herkesi, aynı kavramları kullanmaya zorlar. Devlet dili, akıllı bir politika güdüyorsa, kültür dili düzeyine ulaşır. Onunla ulusun duyuşunu, düşünüşünü  işleyen yazın yaratılabilir. Yazın yaygınlaştıkça, halk katına indikçe, o ulusun dili, toplumun  her kesiminde, yazın/kültür kavramlarını, genelin kullanımına sunar, böylesi bir dili kavrayanlarla oluşur düşünüşte/anlayışta birlik.Onun üstünden yaratılır ulus, ulusal düşünüş.

Devlet, yalnız siyasal erk değildir. Genel yaşamı biçimler. Bunun için ekonomik gelişme, adaletli bölüşüm yanında, duyuş/ düşünüşteki ortaklığı yaratmak, çağın kavramlarına, bilimine, anlayışına ulaşmak için örgün eğitim/öğretim kurumlarını işletir, halkının bütününü, örgün eğitimden geçirirken, onun dil/düşünüş düzeyini geliştirir, çağını kavrayabilir  yurttaşlar yaratır.

b) Sağlıklı Türkçe İçin Ana/temel Kaynaklar Oluşturabildik mi? 

Daha önceleri, öz dilimize dönme özlemleri varsa da anadili bilincinin devreye girmesi, Kurtuluş Savaşının, ulusal bağımsızlılığımızın sonucudur. Dil devrimi, öteki devrimlerin ön bağdaşığıdır. Eskinin ökselerinden kurtulamayanlar, öteki devrimlere açıktan saldıramadıkları için, en çok  dildeki arılaştırma durulaştırmayı siyasal yorum ve kavga konusu yaptılar, ona karşı direnişi sürdüregeldiler. Öz Türkçe’den yana olanlar, özellikle Atatürk'ün kurduğu TDK, Türkçe’nin kaynağını, gömüsünü gün yüzüne çıkarmaya,  Türkçe’yi Doğunun baskısından kurtarmaya, Batı etkisinden korumaya, anadilinin kurallarını yerleştirmeye çalışırken, Türkçe’nin söyleniş, köken, kullanım, yapım/üretim sözlüklerini  hazırlayarak  ana/temel kaynakları kamuya indirmeye olanak bulamadı. Çünkü dilsel evrimin hep önü kesildi, çoğu zaman, bu tıkama devlet desteğini de arkasına alabildi. Dil konusu, siyasal bir sürtüşme gibi, gündemde tutuldu. Dil, TDK’nın bulabildikleri, önerdiklerine göre işlendi, ama daha ilerisini gösterecek olan temel kaynaklar yaratılamadığı için, Cumhuriyetin açılımdan öte gidemedi. Özünün gerektirdiği boyutlara ulaşma olanağından yoksun bırakıldı.

c) Sapma Siyasal Erkten Başladı

Atatürk döneminin dil politikasıyla, TDK’nın üretimleri, yazın adamlarımızın çabasıyla, Osmanlının duruk dilinden sıyrılmış, bizi söyleyen dili/yazını kullanıyorduk. Bilim kavramlarını karşılamada hayli yol almıştık. Yazın ürünlerimiz dış dünyaya ulaşabiliyorduk, dış dünyada bilim adamlarımızın adı geçer olmuştu. Cumhuriyetin temel felsefesini  kavrayamamış siyasal iktidarlar, çağdışı anlayışlara ödün vererek oy toplama hastalığına kapıldı. Dil, siyasal kimlik ölçütü sayıldı. Arılaşan, durulaşan Türkçe’ye soğuk bakıldı. Dilin işlenme/kavratılma yeri öğretim kurumları, öğretim izlenceleri, politik eğilimlerin yedeğine alındı. Çağdaş yazın dışlandı. Atatürk’ün kurduğu TDK, 12 Eylül Karabasanı'nca  devlet dairesine dönüştürüldü. Dilimizi ulaştığı aşamadan geriye sürüklemek, devlet politikası oldu.

d) Anadili,  Bilgi dersi midir, Düşünüş Eğitimi midir?

Anadili eğitiminin ekeneği yazındır (edebiyat ürünleridir). Yazın; doğruluğu, yanlışlığı tartışılmayan, somut gerçekliği bulunup bulunmadığı araştırılmayan yaşam biçimlerini, insanın iç serüvenini, kendisiyle çevresi arasındaki olumlu-olumsuz ilişkilerini ele alan kurmaca metinlere dayalı olduğuna göre bir bilgi değildir; yaşam kesitleridir, düşünüşler, düşlemler, yeniye ve değişikliğe yönelik istekler ve özlemlerdir.

Yazın, daha çok, insanın iç dünyasına yöneliktir: Bilgi gibi, dış dünyayı, nesnellikleri, genellemeleri, kesin kuralları içermez. Kişiye/okura göre öznellik taşır. İnsanın çevresiyle ve kendisiyle öznel ilişkilerini işler. Algılanmasına olanak yaratır, düşünme yetisini güçlendirir, yorumlama gücünü geliştirir. Tasarımlara, düşlemlere götürür insanı. Yeni tavır ve kişilikte insan yaratır. O zaman, yazın bir bilgi değildir: Düşünme dünyasını genişletme/ değiştirme, başka insanlara katılma eğitimidir. Anadilini kavratma, anlatım gücünü geliştirme, anadilini doğru kullanma beceri ve alışkanlığını kazandırmadır.

e) Kazanılmış Türkçe’den Geriye Dönüş  Siyasal Erkten

Ders kitapları, kitapların konuları, kitaba ürünü alınacak yazarları, siyasal erk belirliyor. Kendi eğilimine, siyasasına göre belirlediği kulvara göre hazırlanmak zorunda ders kitabı ve yazarı. Öğretmen belirlenenin dışına taşarsa cezalandırılıyor. Yaşayan yazın, okul kitaplarına giremiyor.

Ne yazık ki, okullarımızda, anadili, bir düşünüş, dil eğitimi olarak işlenmiyor: Bilgi yönü ağır basıyor, metinler, kimi tanımlar için araç olarak kullanılıyor. Metinlerdeki  ölü sözcüklerin salt anlamı açıklanmak yerine, onlar tümce içinde kullanılarak; öğrenci, gizli gizli, eski dile, eski düşünüşe yöneltiliyor.

Çağdaşlaşmadan cayışla, dil devriminden geriye dönüşle birlikte anadili öğretiminde de savsaklama başladı. Örnekse Türkçe derslerinden bütünlemeye kalmak yoktu, bundan borçlu olarak bir üst sınıfa atlanamazdı. Anadilinden borçluluk, ulusal düşünüşten, kavrayış, algılayıŞtan borçluluktur. Ulusal düşünüşten borçluyu, sonra getirip ulus yönetiminde görevlendireceksiniz.  Kimi zaman dilbilgisi dersi okutulmadı.. Okutulduğundaysa, kuralların ezberletilmesi, sözcük türlerinin tanımlanması olarak uygulandı.  Metinlere dayandırılarak kullanımı içinde anlamanın, anlatmanın yollarını gösteren bir kılavuz,  düşünüş eğitimine hazırlayan bir etkinlik biçiminde uygulanmadı. Beynin/düşüncenin ifadesi, duygu/izlenim, görüşlerin dile dökülmesi olan kompozisyon, önemini yitirdi. Yasak savmaya yarayan ödev konumuna itildi. Üniversite giriş sınavlarında  kompozisyon ölçüt alınıyor mu örnekse?  “Ya  bunda, ya şunda, helvacı kızında" örneği testlerle üniversiteye giriliyor, kamu yaşamını düzenleyecek kişi diploması alınıyor. Ders kitaplarına giren yetkin anlatılar ayıklandı. Dilde, düşüncede geri metinler yeğlendi. Anadilini yaşamsal boyutuyla destekleyebilecek serbest okuma kitapları (roman, öykü, deneme ,şiir vb.) okullara giremez oldu, yazınımızın çağdaş anlayışlı  yapıtlarını okuyan öğrenciler cezalandırıldı. Böylesi kitaplar suç nesnesi sayıldı.

Hiçbir öğretim kademesinde, anadilinin bir düşünüş eğitimi olduğu, dil mantığından genel mantığa ulaşılacağı, anlayış ve kavrayışın anadiliyle kazandırılacağı, bütün bilimleri kavrayış ve özümsemede, anadilinin, onun işleyiş ve düşünüş dizgesinin temeli olduğu anlaşılmamış, buna göre eğitim öğretim uygulanmamıştır.

Melih Cevdet’in anlattığına göre, Fransa’da üniversite üstü öğrenim görenlerden, ikinci bir dil seçmeleri istendiğinde, bizimkiler, kolaylık olsun diye Türkçe’yi yeğlemişler. Ama Jan Deny’in sınavına girince yedi kişiden altısı başarısız olmuş. Türkiye’de üniversite bitireceksiniz, sınavla yabancı bir ülkeye gideceksiniz, orada anadilinizden başarısız olacaksınız. Anadili öğretimimizin çarpıklığını gösteren çarpıcı bir örnek değil mi  bu?

d) Anadili  Öğretmeni Açığımız Var mıydı?

Ortaöğretim izlencelerindeki “Her öğretmen anadili öğretmenidir” ilkesi, tamı tamına yaşama geçirilememiştir. Öğretmenin, anadilini çok iyi bilmeden, bilgi ve becerileri öğrencisine aktaramayacağı  gerçeği de kavranmamıştır. Cumhuriyet, öğretmenliği meslek olarak kabul etmişti. Öğretmen olacak kişinin seçimi, ortaokuldan başlardı.  Öğretmen yetiştirecek ayrı öğretim kurumları vardı. Şimdi öğretmenlik yapmak  için, her türlü diploma yetiyor. Birinin ineğine yanlış iğne yaparak ölümüne neden olan  veteriner cezalandırılır da, gerekli donanımları almamış kişiler, öğrencilerin beynini çarpıtır, ona bakan yok. Üniversitelerimizdeki öğrencilerin Robinson Cruseou’yu devlet başkanı sandıkları saptanmıştır günümüzde. Üniversitenin  hangi dalından çıkışlı olursanız olun, bütün öğretim kurumlarında öğretmenlik yapabiliyorsunuz. Güzel mi?…

Bakanlık müfettişliğimde, her bölgedeki ortaöğretim kurumlardan pek çoğunu gördüm. Anadili derslerini herkes okutabiliyordu. Batıda 20 öğrenciye bir anadili öğretmeni düşerken, koca kentlerde anadili öğretmenleri, kendi dallarının dışında çalıştırılırken, Doğu'da bir ilde yalnız üç anadili öğretmeni vardı.

Anadili öğretimi ve bilincinin, ulusal varlığımızın tutkalı olduğu kavranmış değil.

e) Eskiden Kopamayanların Ket Vurması

Eski alışkanlıklarını bırakamayanlar, Osmanlı özleminden kurtulamayanlar, Arap’tan Fars’tan gelmiş sözcük ve kuralların ayıklanmasını, kökten kopma saymış, hep arı dilin karşısında olmuşlardır. Mebde, kaynak vb. sözcükleri yan yana kullanmayı, kültür varsıllığı sanıyorlar. Zaman zaman resmi kurumları egemenliklerine alıp öğretim izlencelerini, kendi anlayışlarına göre  düzenlemeyi becermişler, çağdaş dili, yazını, okul kitaplarının dışına sürmüşlerdir. Dille düşüncenin iç içeliğini, çağını doldurmuş imparatorluk dilinin, çağdaş bir topluma yetmeyeceğini, duruk dille durağan kafalar yaratılacağını kavrayamadılar hâlâ. 

Daha kötüsü, kendisini çağdaş, ilerici sayan kimi yazarlarımız, onların yeğlediği ölü sözcüklerle anlatımlarına imge kattıklarını, anlatılarına boyut kazandırdıklarını sanıyor.

f) Batı Hayranlığının Etkisi

Batının demokrasi, laiklik, özgürlük kavramlarını yüreklilikle savunamayan, fakat Batıdan apardığı birkaç sözcükle Batılı olabileceğini sananlar, “mega” benzeri sözcüklere takılmış gidiyorlar. Türkçe’nin kurallarını bozmak  , yabancı ağzına özenmek, onlar için uygarlığın göstergesi. Dil, yalnız tecimin aracı sanılıyor. Batı hayranlığının çarpık örneklerini sayıp dökmeye gerek yok. Televizyonlarınızı açın, gazetelerinize bakın, çarşıda gezin işyeri adlarını okumaya çalışın. Dilden, dolayısıyla ulusal düşünüş ve kimlikten ne kadar ödün verdiğimizi/ yozuttuğumuzu görürsünüz.

g) Basının Tutumu

Ortalama dil kullanması gereken basın, Türkçe’yi aştı (!), yabancı sözcüklerle veriyor iletisini: Top secret, tv guide,  puzzle’larını okutuyor bize. Türkçe garabeti de elden bırakmıyor: “…..nın ölüm yıldönümü şenliklerini kutladık.” Parası bizden, dili elden, ne güzel(!) gazetelerimiz var bizim; cinayet haberleriyle kanlanmış, pornoyla boyanmış. 

O gazetelerde, Türkçe’yi savunuyor görüntüsünde, Osmanlıcayı diriltimeye çalışan dil yetkeleri(!) var, bir de.

h) Televizyonlar, Radyolar

Önceleri, dil yanlışlarını yakalamak için TRT’yi izlerdim. Özel televizyonlar, radyolar, TRT’yi aratır oldu. Hele o çiğ sesli, yayvan ağızlı sunucular, dil kıyımcısı sanki. Beynim törpüleniyor. Reklam Türkçe’si evlere şenlik. RTÜK, kiminde kapatma cezaları veriyor da, dil konusunda sesi çıkmıyor. Ayrı dilde, ayrı düşünüşte mi yoksa? Bir kamu kuruluşu olduğuna göre, kamu dilinin, düşüncesinin parçalanmasına neden  ses çıkarmaz, anlayamıyorum.

i) Kimi Yazarların Densizliği

Kimi yazarlarımız, dile özeni umursamadıkları gibi,  yazım kurallarını kullanmaya üşeniyorlar. Arıtmadan, ayıklamadan yazıyorlar. Adam MEB’de Türkçe müfettişliği yapıyor, bir yandan da eleştirmenliğe soyunmuş. Büyük harfi, noktalamayı, bölümce başını ayrıntı sayıyor. İlginç olacak güya. Dilin mantığını bozmak, onlara göre hiç önemli değil. Değişik bir mantık, söylem yaratabilseler bari… Ölü sözcüklere sarılanları geçelim de yüzeysel öz Türkçe özentilileri var birde: söylem, artı, olanak, olasılık vb. sözcükleri,  yerli yersiz kullanıyorlar. Yazarın dilin oluşumunda, yaygınlaşıp yerleşmesinde, gelişmesinde  işlevi olduğunu kavrayamamışlar, halka yanlış örneklik etmekten çekinmiyorlar.

k) Dil Emekçilerine Önem Veriliyor mu?

Bir edebiyatçı örgütünde Ömer Asım Aksoy’a onur ödülü verilip verilmemesinin, uzun uzun tartışıldığını  acı acı anımsarım. Bir ozanın adına dil ödülü kondu da, yarışmaya katılan çıkmadı. Başkaları, bırakın dilin gelişmesine emek verenleri, dilini iyi kullanan sunuculara diplomatik pasaport veriyor, onların dünyayı dolaşmasına olanak yaratıyor..

      

 

 

 

 

Yorumlar (0 )