ÇOCUKLARI OSMAN BOLULU'YU ANLATIYOR

ÇOCUKLARI OSMAN BOLULU'YU ANLATIYOR

 

ÇOCUKLARI OSMAN BOLULU’YU ANLATIYOR

Şair, yazar, dilbilimci, denemeci, Köy Enstitülü aydın, devrimci öğretmen, babamız Osman Bolulu’yu dostları anlatıyor ve anlatacaklar da… Edebiyat-düşün çevreleri, babamızın deneme, şiir, anı ve öykülerini, dil ve sanat dergilerinde yayımlanan yazılarını, kitaplarını, önceden olduğu gibi ardından da inceleyecek, bu ülkenin aydınlanmasına o güçlü ve sıcak ışığıyla nasıl katkıda bulunduğuna yine tanıklık edecekler. Kimi, babamızla ilgili bir anısını anlatacak: Bu anı mutlaka Anadolu’nun derin bilgeliği ve ironisiyle yoğrulmuş bir direniş ve başkaldırma öyküsü olacak. İçine doğduğumuz, yaşamımız boyu, babamızın kitaplarından okuduğumuz, dostlarından, öğrencilerinden duyduğumuz, insana insan olmanın onurunu yaşatan ve her daim duru, taptaze, direnme gücü ve umut aşılayan güzelim gerçek öyküler…
Sevgili babamızı sonsuzluğa uğurladığımız şu günlerde, biz çocukları, bu değerli tanıklığı dostlarına bırakıp; ‘babamız’ Osman Bolulu ile ilgili duygularımızı dile getirmek istiyoruz.

 

Asuman Bolulu İpçi:
Kitaplarınla, kalemlerinle rahat uyu babacığım


Sevgili babamı yitirmiş olmanın derin acısı yüreğimde dururken; onun kişiliği, devrimciliği, şairliği, yazarlığı konusunda yazılan yazılar, değerlendirmeler ve onun kızı olmak en büyük gururumdur.
Evet, annem ve babamın çocuklarıydık biz. Ama aynı zamanda onlar bizim ilk ve en etkili öğretmenlerimizdi. Ben, baba sevgisi, şefkatinin yanında, onun eğitimci kimliği ile de yoğruldum. İlk çocukluk dönemimden bununla ilgili iki anımı aktarmak isterim:
Babam Amasya–Taşova Ortaokulu müdürü iken, henüz tiyatronun adının bile uğramadığı bu Anadolu kasabasında, okulunda tiyatro kolu kurup öğrencilerine Moliere’nin ‘Cimri’ oyununu sahneletmişti. Okul öncesi dönemimde ‘Moliere’, ‘ tiyatro’ gibi kavramlar yaşamıma girdi ve bundan çok etkilenmiş olmalıyım ki, anne-babamın okuduğu masalları ezberleyip, masallardaki karakterlerin diyaloglarını bir taburenin bir o yanına bir bu yanına geçerek canlandırdığımı anımsıyorum.
Hiç unutmadığım bir başka anı: İlkokula Taşova Atatürk İlkokulu’nda başladım. Babam Amasya’da yedek subay, küçük kardeşim yeni doğmuş, annem anemi nedeniyle hasta, yatıyor. Babam kardeşimin doğduğu müjdesini alır almaz o gece taksiyle bizi alıp Amasya’ya götürüyor.
İlk dönemde okumayı sökmüştüm, ama biz Amasya’da iken sömestr tatili bitti. Bu durumda öğrenimim sekteye uğrayacaktı. Ancak babam sabah 7.00, akşam 19.00 tugayda, annem yatmak zorunda. Babam bana ‘Okula git, müdür yazan kapıyı çal, selam ver, durumumuzu anlat, okulumdan geri kalmamam için beni konuk öğrenci olarak kabul etmenizi rica ediyorum’ de, demişti. Altı buçuk yaşımda, evimize yakın Hürriyet İlkokuluna gidip müdür odasının kapısını çaldım. Bugün gibi aklımda; kocaman maroken siyah koltuklar var odada. Müdür bana oturmamı söyledi, oturdum, ayaklarım yere değmiyor. Bir de bana çay söylemez mi… Boyum uzadı, büyüdüm sanki… Babamın dediklerini bir bir anlattım ve konuk öğrenci olarak kabul edildim. Bugün anlıyorum ki, yaşamım boyunca her işimi özgüvenle ve kendi başıma yapabilmemim temelleri o günlerde atılmış.
Babam, bizim sosyalleşmemizi, insan ilişkilerindeki tavrımızı, arkadaş, kardeş sevgimizin sağlam temellerde oluşmasını, yaşantımızın içinde, adeta kendiliğinden öğrenmemizi sağladı.
Annemle babam, Amasya Suluova Ortaokulunda bir tür Köy Enstitüleri eğitim sistemi uyguladılar. Şöyle ki, her cumartesi bir etkinlik düzenlenir, öğrenciler tartışır; tiyatro oyunu, sergiler, şiirler okur, şarkılar söylerlerdi. Sonunda da annemin yaptığı kekler yenir, limonatalar içilirdi. Biz de bu toplantıların değişmez katılımcılarıydık. Anne babamızın öğrencileri, onların çocukları, bizlerin de ağabeyi ve ablalarıydı. Hâlâ onların bir kısmıyla görüşmekte, sevgi bağımızı sürdürmekteyiz ne mutlu ki…
O yılların öğrencilerinden biri 2006 yılında ‘İnsanlığın Solmaz Gülleri’ kitabını internette araştırma yaparken görüp babama ve anneme uzun bir mektup yazmıştı. Babamla ilgili duygularını, okula kayıt oluşunu, sevgisini anlattığı mektubunun bir yerinde şöyle diyordu:
“Köylerden gelenler ya erken gelir beklerdik ya da ilk derse yetişemezdik. Erken geldiğimizde soğuk olurdu hava, üstte yok başta yok, çizmelerle gelirdik okula. Fabrikanın çocuklarını araba getirir okula, tertemizdir ayakkabıları. Öğretmenlerimizin bazıları onların başlarını okşar, bizi azarlarlardı, ‘Bu çamur ne?’ diye. Osman Bolulu (şu satırı yazarken ağladım. A.B.İ.) izler miydi yoksa müdür olduğu için her şeyi görür müydü bilmiyorum. Köyden gelenlerin başını okşar, onlarla ilgilenirdi. Hademe Ali Efendi ayakkabılarımızı tuvalette yıkamamıza kızardı, sonra siz müsaade ettiniz. Erken geldiğimizde okul duvarının dibinde toplanırdık, siz camı tıklatır, bizleri eve alırdınız. Sobanın yanına bağdaş kurup otururduk. Nermin öğretmenimiz bize çay verirdi, ısınırdık ne güzel. Sonra derslere girerdik.”
Babam ve annemin öğrencileri ile öylesine kaynaşmışız ki, mektubun sahibi ile hâlâ sanal ortamda arkadaşlığımı sürdürmekteyim.
Öğrenim hayatım ve yaşamım boyunca babamdan çalışkan olmayı, ama ihtiraslı olmamayı öğrendim. Bize hayatın sadece ders olmadığını, kitap, sinema, tiyatro ve başka şeylerle de ilgilenmemiz gerektiğini söylemiştir. Kendisi de her zaman ülke sorunları, öğretmen örgütlenmesi, sendikalaşma ve siyasetle yakından ilgili olduğu için bizler babamızı hem öğrencileri, hem de bu uğraşlara ayırdığı zamanla paylaştık. Bundan hiç rahatsızlık duymadık, bize kalan zamanlarda sevgi dolu, nitelikli ve karşılıklı güvene dayanan bir ilişkimiz oldu. Tüm bu dış koşturmalar arasında bizi ihmal ettiğini hiç düşünmedim. Bir örnek vermem gerekirse; üniversite öğrencisi iken okulumuzun tiyatro kolunun sahneye koyduğu bir oyunda rol almıştım. Oyunumuzu TMMOB salonunda oynayacaktık. Teksir makinası ile hazırlanmış davetiyeleri olabildiğince dağıtmıştık, başta ailelerimiz olmak üzere. Oyun başlamadan kuliste perde arkasından salona bakıyorum, annem ve kardeşlerim gelmişler, ama babam yok. İçime bir hüzün çöktü, yüzüm gölgelendi, yine bir toplantısı, bir işi vardı herhalde, ama gelseydi ne iyi olacaktı diye düşünürken, tam 1. zil çaldığı anda, perde arasından salona son bir umutla göz attığımda ne göreyim, salonun kapısından içeriye babam koşturarak girmez mi? Mutluluğum sonsuzdu.
Öğrenciliğimde, ders çalışırken özellikle Edebiyat-Türkçe konularında kestirmeden babamdan bilgi almak ister, ona sorular sorardım. Ancak hiçbir zaman sorduğum soruları doğrudan yanıtlamaz, yerinden kalkar, çalışma odasına gider, yararlanacağım kaynakları bulup önüme koyar, araştırarak bulmamı sağlardı. O yaşlarda ‘ne olur sanki yanıtlayıverse de çabucak ödevimi bitirsem’ diye düşünürdüm, ama şimdi anlıyorum ki bize araştırmayı, emek vermeyi, hazıra konmamayı öğretiyormuş babacığım.
Onunla ilgili anılarım, duygularım sayfalara sığmaz. Söyleyeceklerimi, bana yaşama gücü veren babamın ben doğduğumda yazdığı şiiri ile sonlandırmak istiyorum.

KIZIMA: I

Sevda rüzgârının getirdiği, sen
Büyüyen, yeşeren çiçek
Güller açılır gülsen.
En güzel türküm ninnilerin olacak.

Sokaklara düşerim gün ağarır ağarmaz
Akşama dek kollarım yorulmadan.
Evimin, ocağımın ışığı olmaz:
Hastalansan, ağlasan.

Senin için çırpındığım gündüz-gece
Yumuk ellerindedir yarınım.
Çözüldü hayat denen bilmece
Artık ne üzgünüm ne yorgunum.

Kasım 1953


KIZIMA: II

Saadet için attığım tohum
Şafakların aydınlığından.
Ilık mevsimleri tutarsın ellerinde çocuğum
Yaşamaktır taşan çığlığından.

Bir zincir ki, halka halka sevgiden
Sensin ananla benden sonraki,
Yaşamanın gönüllüsü bu nesil, yeniden,
Her şey iyilik, güzellik uğruna unutma ki…

Kasım 1953

Babacığımı yıldızlara uğurlarken onun kitapsız, kalemsiz olamayacağı duygusunu taşıyorduk tüm kardeşler. Bir kitabının adı “Korkacaksan Kitapsızlardan Kork” değil miydi? Bu nedenle gömütüne kalemlerinden ve kitaplarından serpiştirdik. Kitaplarınla, kalemlerinle rahat uyu babacığım. Yaşarken ülkeyi aydınlattın, yerin ışıklı olsun…

 

 

Yasemin Bolulu Erdoğan:
Dostların ve annemiz yanında olsun


Amasya’da oturduğumuz ve henüz okula gitmediğim dönemlerde, yemek konusunda mızmız bir çocuktum. Tek sevdiğim şey, ‘tata’ diye adlandırdığım yumurta idi. Sabah, öğlen, akşam tata diye tuttururdum. Annem de başka bir şey yediremediği için bana kıyamaz, yapardı. Babam zaman zaman tek yönlü beslendiğimi düşünerek anneme “yapma, başka şeyler yesin” derdi. Ama tatamın yapılmadığı zaman ağlayıp sızlamaz, başka bir şey de yemez, sessizce otururdum. Babam aç kalmama dayanamaz, yemeğini yarım bırakır, gaz ocağını yakar, yumurtamı pişirip getirirdi. O zaman değmeyin keyfime.
Yine aynı yıllarda pazar sabahları erkenden kalkardık, babam ablamı ve beni alır, yürüyüşe çıkarırdı. ‘Dağ başını duman almış’ marşını söyleyerek güle oynaya babamın ellerinden tutar, koştururduk. O saatleri düşündükçe hâlâ içim mutlulukla dolar.
1962 yılında okula başladım, daha bir ay geçmemişti ki, babam müdür, annem öğretmen olarak Suluova Ortaokuluna atandı. Okul dört duvardan ibaretti, alelacele bir sınıf açıldı. Babam okulun ihtiyaçlarını temin etmek için uğraşmaya başladı. Biz de ablamla kasabadaki ilkokula başladık. Babam akşamları dinlenmek için yüzüstü uzanır, şiir kitapları okurdu. Ben babamın uzandığını görünce, bebekliğimden beri yaptığım gibi koşar, sırtına yatardım. Orada uyur kalırdım, annem beni yatağıma taşırdı. Babamın sırtı dünyanın en rahat ve güvenli yatağı idi benim için. Yarıyıl bitti, karnem baştan aşağı pekiyi. Bir gün babam benim okuyamadığımı fark etti. Anneme “Nermin Hanım, okulun derdine düşüp çocuğu ihmal etmişiz” dedi, çok üzüldü. Hemen fişler hazırladı, yoğun ilgisiyle bir haftada okumayı söktüm. Benim ilk öğretmenim babamdır.
İlkokul ikinci sınıftan sonra Ankara’ya taşındık. Kardeşim Hürriyet bu dönemleri yazısında anlatıyor. Annem babam işsiz kaldı, yokluk çektiler ama evimizde mutluluğumuz hiç bozulmadı. Korunup kollanan mutlu bir çocukluk geçirdik. Aile dostları, babamın Köy Enstitülü arkadaşları sık sık evimize gelirdi. Onların konuşmalarını, anılarını dinlemek büyük bir zevkti. Geç saatlere kadar oturmak için annemden izin koparır, sohbetleri dinleyerek uyuyakalırdım.
Evimizde zengin bir kitaplık vardı. Babam istediğimizi okumamıza karışmazdı. İlkokul üçüncü sınıfta Orhan Kemal’in ‘Bereketli Topraklar Üzerinde’ adlı kitabını okurken babamın bir arkadaşı geldi: “Osman, bu kitap yaşına uygun değil çocuğun” dedi. Babamın “Okusun, şimdi anladığı kadarını anlar, büyüyünce tekrar okur” dediğini hatırlıyorum. Önemli bir kitap okuyorum diye çok gururlanmıştım.
Büyüdük, genç olduk. Babam bana da, kardeşlerime de “Kendi akıl süzgecinizden geçirmeden hiçbir şey yapmayın, kimsenin sözü ile hareket etmeyin. Kendi akıl ve mantığınızın kabul ettiği her şeyi yapabilirsiniz, her yere gidebilirsiniz” derdi. Bize güvendi, kendimize güvenmeyi, düşünmeyi, irdelemeyi öğretti. Bu nedenle babamdan hiç korkmadım. O hep arkamızdaydı. Yetişkin olduğumda dahi hep desteğini hissettim.
Babam, annemle birlikte bize mutlu bir çocukluk yaşattı. Kendimize güvenli bireyler olmamızı sağladı. Ona sevgim saygım hiç eksilmeden kalbimde yaşayacak. Güle güle babam, öte dünya varsa eminim orada da üretir, düşünür, tartışırsın. Göçüp giden dostların ve annemiz yanında olsun...

 

 

Ayşegül Hürriyet Öktem:
“Karnındakinin adı Hürriyet olacak!”


Babamın mücadeleyle, zorluklar, sürgünler ve üretkenlikle geçen yaşamını en güzel yine kendi yapıtları anlatır. Ben, onun güzelim şiirleriyle bezeyerek annemle tanışmasından, bizlerin doğduğu yıllardan ve meslek mücadelesinden söz edeceğim. Ve birkaç çocukluk-gençlik anımı anlatacağım.
Babam anneme ‘bir bahar akşamı’ Taşova köprüsünde rastladı; gencecik, Köy Enstitülü bir köy öğretmeni ile Cumhuriyet kızı, gezici kurs öğretmeni, narin, güzeller güzeli Nermin’in öyküsü o köprüde filizlendi, babam anneme ‘bir gül’ sundu. ‘O gülün aydınlığında altmış yıl’ birlikte yaşadılar.
Sonradan karşılaşmalarıyla ilgili şu şiiri yazacaktı:

BİR BAHAR AKŞAMI

Taşova köprüsünde
Bir bahar akşamıydı.
Bir demet sarı gül gibi
Saçların omzuma düştü.
Altımızdan akıp giden Yeşilırmak değildi,
Ben yatağını bulmamış bir nehirdim,
Aşka doğru akan.
Yıllarca çağlamış durmuştum
1950’nin baharında bir akşam
Gözlerimde seni, içimde seni bulmuştum,
Dağ pınarları gibi arı - candan.

O akşam girdin hikâyeme,
Saksımda yeşeren ilk çiçektin.
Yıllarca sorduğum sen miydin ne?
El ele, göz göze
Benimle mutlu sabahlara gidecektin.

“Bir bahar akşamı rastladım size":
Gözlerimde pırıltı,
Damarlarımda alev,
Bir sarı gül uzattım elinize.
O güldür, saçlarınızdaki fırtına,
O güldür, gözlerinizdeki ılık hava,
O güldür, sizden aldığım mutluluk

Biziz sevgilim,
O gülün aydınlığında
Aşka yönelen…

Amasya, 1962
(ÇAĞDAŞ)

1952 yılında evlendiklerinde babam, Ankara Gazi Terbiye Enstitüsü Edebiyat Bölümü öğrencisiydi. Bir yandan şiirler yazıyor, dönemin hareketli öğrenci ve edebiyat çevrelerinde şiir gecelerine, toplantılara katılıyor, bulduğu her fırsatta Nermin’ine koşuyordu. O yıllarda yazdığı, anneme koşup gitme özlemini anlatan şiiri her zaman beni çok etkilemiştir:

GAZİ TERBİYE'NİN PENCERESİNDEN

Karşıda Ankara,
İşte şuracıkta demiryolu:
Öttürür trenler düdüğünü
Her saat.

Pencereden bakmak senin nasibin talebe,
Gelenin-gidenin olmaz
Mendil sallayamazsın
El seni anlamaz Osman’ım
Oturup ağlayamazsın.

Sen uzaklardasın N…..

Akasya dallarında kuşlar hür,
Boş kalan kafesler gibi
İçime hüzün dökülür.
Pencereden bakmak,
Senin nasibin talebe:
Atlayamazsın, işte şu pencereden
Atlayamazsın.

Nisan 1953

1953 baharında ilk çocukları (ablam) Asuman yedi aylık doğar, öncesinde ve sonrasında annem sağlık sorunları yaşar, bebek de erken doğduğu için çok zor günler geçirirler. O günün hastanelerinde kuvöz vb gibi olanaklar olmadığından, doktorlar umudu kestikleri annemi ve bebeği eve gönderirler. Babamın sevgisi, özen ve çabasıyla mucize kabilinden annem zamanla sağalır, bebek ilk zor ayların ardından sağlıkla büyütülür.
Babam Gazi Eğitim sonrası Turhal ve Konya Doğanşehir’de (kısa süre) çalıştıktan sonra Tokat-Reşadiye’ye atanır. Burada önceki görev değişiklikleri ve zorlu günlerden sonra huzur bulurlar. Reşadiye’de yazdığı şiir hem yalnızlığı, hem dinginliği anlatır:

UZAKTA

Hani geceleri çoban ateşleri parlar ya
Reşadiye’de işte onlar kadar ıraktayım ben
Ellerim dallarla uzanır semaya
Dağ çeşmeleri gibi ıssız akarım
Kendiliğinden

Günler bir dişi tay mı ne?
Koşuyorum- koşuyorum tutamıyorum.
Buğday pişman bu taşa düştüğüne
Dönüyorum- dönüyorum öğütemiyorum.

Ananın oğuldan uzaklığı,
Dikenli tarlalardan beri yoldaşım.
Tek çarem, umut korum: Yıldız parlaklığı
Anadolu'nun yellerinde esrik başım.
Hele ki ilk göz ağrım aynı yastıkta
Haydi bulutlar derim bir ses "baba" deyince
Biz beş kişi, rahatı şöhreti bıraktık ta
Bir köydeyiz ahlat ağacı sessizliğince.

4.10.1954

Şiirde sözü edilen beş kişi, annem, bebek ablam, babaannem, babam ve yanında okuyan amcamın oğludur. Reşadiye’de Mayıs 1956’da ikinci çocukları, ablam Yasemin dünyaya gelir.
1956-1959 yıllarında babam Taşova Ortaokulu Müdürlüğü yapar. Daha sonra askerlik. 1960 İhtilalinde babam hâlâ yedek subay, 27 Mayıs’ta haber gelince eve koşar, annem balkonda, benim doğmama daha dört buçuk ay var, babam asker şapkasını havaya atarak balkondaki anneme seslenir: “Karnındakinin adı Hürriyet olacak!” Böylece ekim ayında doğduğumda adım bellidir: Hürriyet. İkinci adımı da ‘kız olmam için geceliklerini başlarına geçirip her gece dua eden’ ablalarım koyar: Ayşegül.
Ama ben hep evde ‘Hürriyet’, çoğunlukla da ‘Hür’ oldum. Her iki ismimi de çok sevmekle birlikte ‘Hürriyet’in değer ve anlamı ayrı. Öyle ki, babamdan bana ağan, anlam ve ses olarak çok sevdiğim ismi -babası da Özgür olduğu için- oğluma da koydum, onun da ikinci ismi ‘Hür’…
Okul öncesi çocukluğum, anne-babamın ve ablalarımın sıcak sevgisiyle mutlu, güvenli, sokakta oynayarak geçti. Bebek denecek yaşlardan içimi ısıtan anı, akşamları annemin ya da babamın dizinde uyuyakaldığımda, yarı uyur yarı uyanık ‘aman, çocuk uyanmasın’ diye fısıltıyla konuşmaları, sonra babamın beni uyandırmamaya dikkat ederek kucağına alıp yatağıma taşımasıdır.
1962-1964 yıllarında babam Suluova Ortaokulu’nda müdür, annem de aynı okulda öğretmendir. Eski ve yeni Suluova’nın tam orta yerinde, bozkırdaki bu okulu kurar, geliştirirler. Okulun üst katındaki bir sınıf bizim lojmanımızdır. Bizlerin yaşamı da okuldur. Okul yeni, öğrencisi az ve biz de çok küçük olduğumuzdan bana uzun koridorları, sınıflarıyla devasa gelirdi. Boş sınıflarda, sıralarda, harita odalarında oynadığımızı; geceleri, o civardaki tek bina olan okulun büyük camlı kapısından, tek tük araba ışıkları görünen yolu izlerken türlü türlü oyunlar çıkardığımızı, gündüzleri bomboş, devedikeni kaplı tepede koşturup oynamaktan büyük keyif aldığımızı hâlâ konuşuruz.
Bu arada, babam Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nü (TODAİE) bitirmiştir, daha üst görev önerileri de vardır, ama bir şekilde disiplin kurulu kararıyla görevden alınır. Böylece 1964 yazında -ben üç buçuk yaşımdayken- Ankara’ya taşınırız. Babam bir toplantıda, öğretmenlerin haklarını koruyacak bir konuşma yaparak dönemin Milli Eğitim Bakanını kızdırır, sonucu da açığa alınmak olur. Bizimkiler tekrar geriye dönmezler. Annem işsiz kalır, babam zor bela Sanayi Bakanlığında küçük bir memuriyet bulur. Babamın ablalarıma okul ayakkabısı almak için kitaplarını sattığı, parasız, zor zamanlar. Ancak bizler ne yoksulluk hissettik ne de babam ve annem yaşam yorgunu gibi davrandılar o günlerde.
Sanayi Bakanlığı’ndan ayrıldıktan sonra bir yıl meslek dışındadır babam. Meslek örgütlerinde görev alır. Türkiye Öğretmen Dernekleri Milli Federasyonu’nda (TÖDMF) genel yönetim kurulu üyesidir, açıkta kalınca TÖDMF’nin gazetesinde de çalışır. Türkiye Öğretmenler Sendikasının (TÖS) kurucu üyesidir, kuruluş sürecindeki tek işçisidir. Yine kitaplarını satmak zorunda olduğu günler gelmiştir.
1967-1969 yıllarında göreve döner, önce Elmadağ Atabarut Ortaokulu’na açıktan ataması yapılır, sonra Gazi Ortaokulu’nda çalışır. 67-70 yılları arasında aynı zamanda Türkiye Öğretmenler Kooperatifi’nin (TÖYKO) başkanlığını yapar.
Annemin çalışmayıp bana kaldığı yıllardan sonra ilk ataması il dışına, Haymana Ortaokulu’na yapıldı ve biz çocuklar annemizle Haymana’da yaşadık bir müddet. Hafta sonları, asıl evimize, Ankara’ya gelip görüyorduk babamı.
Temelli Ankara’ya dönmemiz, ailemizin bir araya gelmesi, annemin Ankara Sağırlar Okuluna atanmasıyla oldu. Okul yatılı olduğundan annem sık sık nöbetçi öğretmen oluyor, o gecelerde babamız bize bakıyor. Kimi zaman annemin önceden pişirdiklerini yiyoruz, kimi zaman babam, bize hep bir özellik kattığı yemekler yapıyor. Bu yemekler evimizde sonsuza kadar ‘baba yemeği’ olarak anılacaktır. Kimi kış gecelerinde de -annemin bizi merak ettiğini bildiğinden- babam bize paltolarımızı giydirirdi, hep beraber Tunalı Hilmi caddesinin aşağısındaki postaneye gidip anneme telefon ederdik, babam telefonu her birimize uzatır, anneme sesimizi duyururdu.
1969-74 yılları arasında babam Ankara İncesu Ortaokulu’nda öğretmen ve Müdür Yardımcısı olarak görev yapar. 1973 yılında senatör adayı olur. 1974’te Milli Eğitim Bakanlığı 1. Sınıf Müfettişliği’ne atanır. Yaklaşık bir yıl sonra görevden alınıp ‘garaja çekilir’, izleyen dönemde, Bala Karaali Köyü Ortaokulu’na atanmalar mı, henüz açılmamış Yahyalar Ortaokulu’na atanarak müstafi saydırılma çabaları mı, ne ararsanız artık… Açılmamış okula atanması Politika gazetesinde haber yapılır (Ahmet Kahraman yazısı). Babam Danıştay’a başvurur. 1975 yılında Ankara Kurtuluş Ortaokulu’na atanır (Atandığı okul, müfettişken en son denetlediği okuldur, özellikle istemiştir) ve 1976 yılında emekli olur. Bu dönemde Türkçe Bilgileri kitabının genişletilmiş baskısını yapar, MEB Talim Terbiye Kurulunca kitabı tavsiye olunur.
1978 yılında MEB 1. Sınıf Müfettişliği’ne geri döner. 1981 Mayıs’ına kadar Bakanlık Baş Müfettişliği, Teftiş Kurulu Başkan Yardımcılığı, Müşavir Müfettişliği yapar.
Öğrenciliğinde, ilk gençlik yıllarında yanan yazma ateşi hep devam eder, her zaman üretkendir, ‘bir işi olmuştur hep’. ‘Yaşamı zorlukların çetelesidir’. İzleyen yıllarda şiir, öykü, deneme ve dil çalışmalarına yoğunlaşır.
Osman Bolulu bunca yoğun uğraşılarına ve zorluklara karşın hep bizim yanımızdaydı, yaşamımız boyunca bizim yiğit, korkusuz babamızdı, sırtımızı yasladığımız dağ idi. ‘Sorumluluk duyuyorum, öyleyse varım’ derdi. Onun sözlüğünde yılgınlık ve umutsuzluk yoktu. Birileri ‘Nasılsın’ diye sorduğunda her zaman verdiği cevap, bizim de cevabımızdır hayata: ‘İyi olmak zorundayız’
Okula başlayana kadar okuma yazma öğretmediler bana. Babam ve annem, eğitimin, abartısız, doğal ve yaşında olması gerektiğini düşünürlerdi çünkü. Buna rağmen, okumaya başladığım andan itibaren kitap elimden düşmedi, okur, okur, okurdum. İkinci sınıftan üçe geçtiğim yazda gerçek edebiyat eserleri, çeviri romanlar okumaya başlamıştım bile. Babam beni hep ‘okur-yazar kızım’ diye sevdi, bunu dünyanın en büyük övgüsü olarak kabul ettim her zaman.
Ben ne zaman Ankara’ya baba-evine gelsem Siyasal’a yeni başlamış kızım. 12 Eylül öncesinin çalkantılı ortamında ve darbe sonrasının karabasan günlerinde eve azıcık geç gelsem yine beni merak edecek, ama eve adımımı attığımda en ufak bir şey söylemeyecek, hep beni uzaktan kollayacak. Beni merak edip pencerelerde beklediği zamanlar olduğunu sadece annemin bana fısıltıyla aktarmasından bileceğim.
Öğrencilik dönemimden iki anı var her düşündüğümde içimi sevgiyle dolduran:
12 Eylül’den hemen sonra, zamanın üniversite öğrencilerinin pek çoğu gibi bir sokak çevirmesinde gözaltına alındım. Jandarma tarafından alınmıştım, önce jandarma komutanlığına götürdüler, bir süre tuttuktan sonra Bahçelievler Karakolu’na götürüldüm. Bir odada sabaha kadar tuttular, eve haber ulaştırmam gerek, annem babam meraktan ölür. Odaya girip çıkanlar oluyor, sabaha karşı görevini bitirmiş bir gece bekçisinin eline telefon numarası tutuşturup eve haber iletmesini istiyorum. Aramış adam, babam geliyor karakola. Babamın yaklaşımı, tavrı etkili olmuştur diye düşünüyorum; her nasılsa beni babamla görüştürdüler. Babam bana sadece ne şekilde, nasıl gözaltına alındığımı sordu; sesiyle, bakışıyla bana cesaret aşıladı, o kısacık görüşmenin sonunda, çıkarken hiçbir şey söylemeden, cebindeki sigara paketini ve yanından eksik etmediği güzel çakmağını önüme koydu. O güne dek sigara içtiğime dair tek söz etmemiştik, meğer babam bilirmiş. Orada bana yetişkin bir insan, bir yol arkadaşı gibi davranması beni gözaltı olayından çok daha fazla etkiledi, büyüttü diye düşünürüm hep.
Bir başka gün, Sakarya Caddesinde sevdiğimle el ele yürüyorum, kalabalığın arasında, başımı bir an kaldırmamla babamı görür gibi oluyorum. Bir ağaca eliyle yaslanmış, ya biriyle konuşuyor ya da bir arkadaşını bekliyor olsa gerek. İçimi bir sıcak dalgası basıyor, ya elimi sevdiğimin elinden çekeceğim ya da bodoslama yürüyeceğim babama doğru. Kimin kızıyım; sakınmanın, geri dönmenin bana yakışmayacağına karar veriyorum saniyenin binde birinde, babama doğru yürüyor, önünden geçiyoruz. Akşama tahminim doğru çıkıyor, bizi görmemiş olması mümkün değil, ama babam sanki bizi hiç görmemiş, ne kızıyor ne tek söz ediyor. Çünkü o çocuklarının da kendisi ve annem gibi, kendi kararlarını vereceklerini, sevdiklerini seçeceklerini bilir.
Yaşamım boyu, babamı önceleri daktilosunun, sonraları bilgisayarının başında yazı yazarken, yanındaki yöresindeki kâğıtlara not alırken, kitap okurken gördüm. Yazarken adanmış ve tutkulu bir şekilde saatlerce yazardı. Gece yatarken de sabah kalktığımda da onu çalışma masasının başında bulurdum. Yazar-çalışırken tümüyle düşüncelerine odaklanıp, ‘çay (ya da kahve) ister misin’ sorusuna ‘bilmem’ diyecek kadar odaklanırdı. Çalışmasının enerjisi dışarı taşar, babamın daktilo takırtısı evdeki yaşamın arka fonunda güzel bir müzik gibi içimizi yıkardı (Bilgisayarı da aynı daktilo gibi tuşlara güçle basarak hızlı bir takırtıyla yazardı). Sabahları evin iki erken kalkanı olarak ev ahalisi uyanmadan, gülüşe konuşa balkonda kendimize karpuz - peynir ziyafeti çekerdik. Babam Or-An çevresinde yürüyüşe çıkar, esnafla, komşularla selamlaşıp konuşur; gözü ışıklı, dilinde bir türkü, elinde mutlaka bir söğüt dalı ya da bahar çiçeğiyle dönerdi.
Evimiz kalem, kâğıt, kitap diyarıydı hep. O bizi gençliğimizde olduğu gibi yetişkinliğimizde de kalemler, daktilo şeritleri, tonerler almaya gönderirdi. Armağanlarımız içinde en çok kâğıt, kalem, dosya gibi yazı-çiziyle ilgili olanlar mutlu ederdi babamı.
Ben babamı bu ülkenin tüm çocuklarıyla paylaştım ve bundan onur duydum. Öğrencilerini de kendi çocukları bildi o. Öğretmenliğin yaşam boyu, hatta sonrasında da süren bir görev olduğunu düşünürdü. ‘Öğretmenlerimiz’ şiirinin en sevdiğim dizeleri:

Küfe taşıttığınız, komi diye seslendiğiniz
Çocukların gözlerinde bir şeyler yalazlanırsa
Posasını bırakıp kaymağını emdiğiniz
Tebeşirli parmaklarımla yazılmıştır haritasına

Kitapları rüzgârda, umutları akıttığı kanda
Sokaklara serdiğiniz doruk başlı delikanlı
Gür saçları duvarlarına gerili zindanda
Öylesine onurlu, öylesine korkusuz, canlı

Yürüyorsa geleceğin zinciri halka halka
Ayak basmadığınız topraklara serpmişim tohumunu
Eğer direnç suyu verilmişse bu halka
İnanın ki benim ellerim örmüştür bunu
…..
Geleceğin kitaplarında tek satır
Adımızdan söz edilmeyeceğini biliriz
-Tarih ancak bayrağı dikenleri anlatır-
Ama biz ipekböceği sessizliğinde yarınları öreriz

Yüreğimiz horlanmış çocukların ezik bakmasından
Umutları çaka çaka varır kamunun ortasına
Kucağımızda bir deste gül / yurt coğrafyasından
Ellerimiz harç koymuştur / anıtların en hasına

Yıldızlar yoldaşın olsun babam. Yalnız biz çocuklarına değil, sayısız öğrencine de babalık yaptın, şimdi de Denizlere baba, Berkinlere, İsmaillere dede olacaksın. Bu ülkenin yitirdiğimiz tüm güzel çocuklarının da babasısın artık…

 


Etiketler:

Yorumlar (0 )