HASAN LATİF SARIYÜCE

HASAN LATİF SARIYÜCE

  

1-

 

50 yıl önce ( GEE)  ki sınıf arkadaşının gözüyle Osman Bolulu

ARAMIZDA BİR ŞÖVALYE

HASAN LATİF SARIYÜCE
Damar S:132 Mart 2002

 

1951 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümüne girmek için binlerce aday, önce kendi illerinde yazılı bir sınavdan geçirildiler. Bu sınavda kazanan sekiz yüz yirmi dört öğrenci, sözlü sınav için Ankara’ya çağrıldı.

Ekim ayının ilk günü... Dondurucu bir soğuk var.... Titreye titreye sınav sonuçlarının açıklanmasını bekliyoruz.... Sonunda daktiloyla yazılmış küçük bir kâğıt asıldı kapıya. Bunca öğrenciden yalnız on beş kişi kazanmıştık sınavı. Kazananlardan beş aday köy enstitüsü çıkışlıydık. Köylerden büyük bir kentin ortasına düşmüştük. Ayaklarımda anamın ördüğü yün çoraplar vardı. Sınav kapısında beklerken kentli kızların ayaklarıma tuhaf tuhaf baktıklarını görüyorum.

Osman’la ve öteki enstitülü arkadaşlarla daha ilk günden kaynaşıverdik. Birbirini tanımayan iki kentli bir araya gelse, kendilerini yaklaştıracak bir fırsat çıkmazsa, yıllarca tanışma zemini bulamazlar. Oysa birbirlerini tanımayan köylüler bir araya derilince; fırsata, özel çaba ve takdime hiç hacet kalmadan, kırk yıllık ahbap gibi konuşmaya başlarlar. Bizler okullu olduğumuz halde, köy enstitülerinde köylülük niteliğimizi kaybetmemiş olacağız ki beş arkadaş hemen kaynaşıverdik.


Osman uzun boylu, ince dalandı. Oldukça yakışıklıydı. Kendine özgü bir yürüyüşü, bir konuşma biçemi vardı. Onun yakışıklı olmasından kimi zaman rahatsızlık duyduğumuz olurdu. Okul bahçesinde ya da kantinde otururken güzel kız öğrencilerin bizlere bakmaya hiç tenezzül etmeden Osman’a değişik gözle baktıklarını görürdük. Osman bu bakışlara hiç tepki vermezdi. Çünkü öğretmen sevgilisini Tokat’ta bırakmıştı. Bütün yüreğiyle ona bağlıydı. (Yaz dinlencesine çıkar çıkmaz evlendi onunla, ömrü boyunca ona bağlı kaldı.)

***
Zekâdan zekâya şaşılacak tepki farkları vardır. Kimi kişiler son derece kımıltısız, yavaş ve durgundurlar. Çoğu zaman yüzleri dış âleme değil içe dönüktür. Onların parlak bir zekâ taşıdıkları uzun süre sonra belli olur. Kimi zeki kişilerse etkin, canlı, kımıltılı, cıvıl cıvıl akıp giden bir kişilik sergiler. Osman son derece zekiydi. Atılgandı. Sözcükleri, olayları yorumlayışı farklıydı. Kimsenin dikkat etmediği en uç noktaları aydınlatırdı. Sözü sohbeti çekiciydi. Onda zekâ ve espri iç içeydi. Birlikte olmadığımız zamanlarda ona özlem duyardık. Anadolu köylüsünün şimdiye değin gün ışığına çıkmamış, pek anlaşılmamış bir iç yüzü, bir insan yapısı, bir moralitesi vardır. Bilgisiz, görgüsüz sandığınız köylü, öyle bir yerde öyle bir espri patlatır ki şaşıp kalırsınız. Sonra köylü düşündüklerini gizlemeyi, sinsiliği pek bilmez. Osman’ın özünde de bir köylü damarı vardı. Sinsilikten, art niyetli davranışlardan hep nefret etmiştir. Hep dobra dobra konuşan kişilikte görünmüştür.

Osman Ortaçağ’da yaşasaydı kesinlikle bir şövalye olurdu. Elinde kılıcı, uğraşacağı haksızlıklar aramaya çıkardı. Çünkü haksızlığa dayancı yoktu. Kendisini ilgilendirsin ya da ilgilendirmesin hiçbir haksızlığa katlanamazdı. Bu yüzden zararlara uğradığı olurdu.

Bir pazar ya da Cumartesi günüydü. Osman’ın çok öfkeli bir yüzle döndüğünü gördük. Nedenini sorduğumuzda, “Sormayın,”dedi, “Atatürk Lisesinde başım belâya giriyordu."Hayretle yüzüne baktık; “Orada ne işin vardı?' dedik. “Hiç”, dedi, “Nihal Atsız’ın konuşacağını öğrendim. Bakalım, neler söyleyecek diye konferans salonuna girdim.” “Peki, neler söyledi?” “Neler söyleyecek?. ..Türk ordusuna övgüyle başladı, aklı sıra ona çağrı çıkarıyor, arkasına almak istiyordu. Ama sürekli Hasan Ali Yücel’e sövüyor, ‘Köy enstitülerinden on yedi bin komünist yetiştirdi’... Sonra da köy enstitülülere on yedi bin cahil diyordu. Yerimden ‘Marksizm bir felsefedir, cahiller, onu nasıl kavramış’ diye seslendim. Ayağa fırlıyordum ki yanımda oturan yaşlı bir bey eteğimden çekti, sus işareti yaptı. Emin Türk Eliçin’miş, o bey. Konuşma bitince arkasından koştum. İftiralarınızı kanıtlayacak belgeniz var mı? Kanıtlamadan konuşmak namussuzluktur der demez üstüme çullandı, bir sürü. Bizim Necmi yanımdaydı. ‘Sami Ağabey kurtar’ diye bağırıyordu. Milli Eğitim Bakanlığı görevlilerinden Sami Yavrucuk’un araya girmesiyle ayak altından kalkabildim. Biraz açılınca, döndüm. Siz Türk müsünüz? Bir kişinin üstüne toptan çullanmaz Türk, tek tek var mısınız diye bağırdım. Bu güruh düştü peşime. Ara sokaklardan zor kurtardım canımı. ”


Demokrat Parti iktidar olmuştu. Hocalarımızın üstünde siyasi baskılar olduğunu seziyorduk. Bir gün Bakanlıkta görevli sağcı bir öğretmen, Mehmet Akif konulu bir konferans verdi okulda. Hiç gereği yokken Akif’le Fikret arasında yaşanan kavgayı anlattı. Edebiyat Hocamız Mustafa Nihat Özön konferansa gelmemişti. Konuşmacının sözlerini işitmiş olmalı ki sınıfta ders sırasında Âkif-Fikret üzerine kısaca kendi kanılarını anlattı. Ders sona erip hoca gidince Osman, "Meydanı böyle adamlara bırakıyorsun, erkekçe kendin çıkıp anlatsana!” diye söylenmeye başladı. Hoca’nın sınıfta yalnız bize söylediği sözler nasıl olduysa konuşmacının da kulağına ulaşmış. Kendini savunan uzunca bir mektup yazmış konuşmacıya. Hoca pek telâşlandı. Birisi, Osman’ın çok iyi niyetlerle söylediği sözleri kendisine gammazlamış. Sınıfın en parlak zekâsı, bizlerden ancak bir yıl sonra diploma alabildi.

***

1960 Devrimi’den sonra Cemal Gürsel, romantik bir düşünceyle, eski halkevlerinin yerine geçmek üzere Türk Kültür Derneği’ni kurdurmuştu. Onursal başkanlığını yaptığı Derneğin eylemsel başkanlığına eski halkevci Behçet Kemal Çağlar’ı getirmişti. Derneğin 1961 yılında Ankara’da yapılan ilk kurultayına ben Kırklareli, Osman Amasya temsilcisi olarak katılmıştık. Delegelerin çoğu öğretmendi. Şimdi hangi ilden geldiğini hatırlayamadığım bir öğretmen, sohbet ederken Kültür Derneğini kurduğu için sürüldüğünü, Konya’nın Tuz Gölü kıyısındaki bir köye atandığını anlatmıştı. Osman, Cemal Gürsel’in, Başbakan İnönü’nün, milli eğitim ve içişleri bakanlarının bulunduğu bir toplantıda söz aldı. Daha birkaç saat önce tanıdığı öğretmene reva görülen haksızlığı anlattı. O ilin valisiyle milli eğitim müdürünü yere batıran bir konuşma yaptı. Okulda da güzel konuşurdu ama o toplantıda Türkçe’yi çok başarılı kullanan bir hatip olduğunu ortaya koydu. Toplantıda bulunanlar hiç ses çıkarmadan uzun boylu genç adamı hem dinlediler hem de hayretle seyrettiler. Osman konuşma sırasında köy enstitülerinden de söz etmişti ki Behçet Kemal’in yüzü asıldı. Oysa Behçet Kemal, köy enstitülerinin kuruluş günü olan 17 Nisan’larda hep Hasanoğlan’a gelirdi. O sıralarda Ulus Gazetesinin akşam ilavesi olan Akşam Haberleri’nde baş yazılar yazıyordu. Köşesinde köy enstitüleri için güzel şeyler yazdığını anımsıyorum. Peki, neden o toplantıda, enstitü adının geçmesinden rahatsız olmuştu? (…….)

***

Osman’la arkadaşlığımızı perçinleyen bir uğraşımız vardı. İkimiz de şiir tutkunuyduk. Öğrenciliğinde pek az yayınladığını sanıyorum. Yalnız daha o zaman şiir dilinin ne demek olduğunu kavramış görünüyordu. Kendine özgü bir dil kurma özeni içindeydi.(………)


Osman ortaokullarda öğretmen ve yöneticiliğe başlar başlamaz kitap yayımlamaya başladı.Duruluk diye bir dergi çıkardı. Hem nerede? Tokat’ın bir köyden farksız Reşadiye ilçesinde. Küçük boy sevimli bir dergiydi. O sıralarda Rus hududunda yedek subay olarak sınır karakolu komutanıydım. O dağların arasında Duruluk geldi buldu beni. Sıkıntılı bir yaşamdı. Osman’ınDuruluk’u gelmeye başlayınca günlerim biraz renklendi. Hele bataryalı radyodan İstanbul’da edebiyat konuşmaları yapan Behçet Kemal’in sözleriyle sevindim. O konuşmasında Behçet Kemal,Bolulu’nun yayınladığı Duruluk’u tanıtıyordu. Derginin o sayısında yer alan Dağ şiirimi baştan sona okudu. Sınırın uç noktasından İstanbul’da duyulmak, uzun süredir ayrı olduğum arkadaşımla şiirin sesinde buluşmak, ne hoştu... Duruluk’tu bizi kavuşturan.

Reşadiye adlı kasabada bir yazın dergisinin yayımlanması hiç de küçümsenecek bir olay değildir. Aradan elli yıla yakın zaman geçti. Acaba Reşadiye’de şimdi kaç kişi yazın dergilerini izliyor? Orada görev yapan okumuş insanlardan kaç tanesi yazınla, kültürle, sanatla ilgileniyor? Öğrenmek isterdim.

***

Osman, itilse de kakılsa da meslek yaşamında arzuladığı aşamalara ulaşmayı başardı. Kişiliğine saygısızlık edenlere hiç ödün vermeden, eyvallah etmeden. Hep savaştı. Emekli olduğunda Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişiydi. Bu aşamaya yalnız kendi gücüyle gelmişti. Aslında Osmanyönetimde, politikada başa güreşmek için yaratılmış bir insandı. Bilgiliydi. Pırıltılı bir zekâsı vardı. Okuyan kişiydi, güzel konuşan bir hatipti. Ne var ki şövalyeler her zaman baş tacı edilmezler. Şövalyelerden kahramanlık beklenir ama korkulur da onlardan.
 

 

  

 

 

 

 

TÜRK ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI ANSİKLOPEDİSİ 2. CİLT

HASAN LATİF SARIYÜCE

NAR YAYINLARI 2012 

 

 

BOLULU, Osman:

Amasya-Taşova-Tekke köyünde tütün tarlasında doğdu (Ağustos 1929). Çiftçi bir ailenin dördüncü oğlu. Babası medrese çıkışlı İsmail Hoca, anası Hatice Hanım. Tekke Köyü İlk -okulu'nda (1942), Samsun Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü'nde (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü'nde (Edebiyat Bö lümü 1954), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü'nde (Kamu Yönetimi Uzmanlığı 1964) okudu. 

Bulunduğu görevler: Amasya-Taşova  Yerkozlu, Alpaslan, Uluköy ve Tokat-Turhal Atatürk İlkokullarmda; Konya-Doğanhisar, Tokat-Reşadiye, Amasya-Taşova, Amasya Kız Meslek, Suluova, Ankara-Elmadağ, Ankara-Gazi Çiftliği, İncesu, Kurtuluş Ortaokul ve Liselerinde öğretmenlik, yöneticilik; Millî Eğitim Bakanlığı merkez örgütünde bakanlık müfettişliği yaptı. Millî Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişliğinden emekli oldu. (1981] Düşüncelerinden ötürü soruşturma/ kovuşturmalar geçirdi, mesleğinden ayrı kaldı (üç yıl). Danıştay kararı ile mesleğine dönebildi. Çalıştığı yerlerde öğretmen derneklerinde görev aldı. Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonu (TÖMF) Yönetim Kurulu üyeliği, Türkiye Öğretmenler Sen -dikası (TÖS) kurucu üyeliği ve bölge temsilciliği, Türkiye Öğretmenler Kooperatifi   (TÖYKO) Başkanlığını (1967-70) yaptı. Türk Dil Kurumu 1962-83, Dil Derneği, Türk Sanat Kurumu, İnsan Hakları Derneği, Ankara Emekli Öğretmenler Derneği, Eğitimciler Derneği, Edebiyatçılar Derneği Genel Yönetim Kurulu üyeliklerinde bulundu ve Kültür Bakanlığı Dünya Klasikleri Yayın Danışma Kurulu üyeliği (1997-2001) yaptı. Halen Köy Enstitüleri ve Çağdaş Eğitim Vakfı kurucusu, Ankara Emekli Öğretmenler Derneği üyesidir. 

Tokat-Reşadiye'de öğretmenken Duruluk (1955-56; 11 sayı) dergisini yayınlamıştı.

Amasya’da İLKE (1961, 3 sayı) dergilerini çıkardı. Ankara'da ÖĞRETMEN DÜNYASI (1985), ABECE (1992-94) dergilerinin yazı işleri müdürlüğünü yaptı. 

Ödülleri: Nasır Dergisi (1956, birincilik), Çağ Dergisi (1974 Mansiyon) Vedat Güler (Ordu,1992, birincilik), Nabi Üçüncüoğlu (Trabzon-Kıyı Dergisi, 1992, birincilik), Petrol-İş (1992, mansiyon) şiir ödüllerini aldı. Kültür Bakanlığının Cumhuriyetin 75. Yılı nedeniyle açtığı eser yarışmasında deneme büyük ödülünü kazandı. Sözün Işığı adlı kitabıyla Dil Derneği Beşir Gögüş -Türkçe'nin eğitim ve öğretiminin geliştirilmesi- Ödülü'nü aldı.

(2005) Beş şiiri çevrildiği için Danimarka Yazarlar Birliğince Kopenhag'a çağrıldı.

(6-15 Ekim 1995). Adına düzenlen gecede çevrilen şiirlerinin Türkçe'sini okudu, Türk şiiri üzerine konuştu. Kopenhag'ın üç semtinde ve Arhüs kentinde davetlilerle söyleşti. Kitaplarını imzaladı. Danimar’kadaki Türk Derneklerinin çağrısı üzerine ikinci kez bu ülkeye gitti (24-30 Ekim 1997) Arhüs, Oense, Reingsted kentlerinde söyleşti, kitap imzaladı. 

Osman Bolulu dil üzerine yayınladığı denemeleriyle ilgi çekti. Kendine özgü bir deneme biçemi geliştirdi. Yayınlanmış deneme, ders ve kaynak kitaplarının dışında çocuk ve gençlere seslenen kitaplar da yayınladı.

Masal: Devlet Kuşu (1978),

Anı: İnsanlığın Solmaz Gülleri (2008),

İnceleme: Atatürk ve 10 Kasım

(1969), İlk Dersimiz Atatürk (1981, 1994)

 

 

SINAVA GEÇ KALAN ÖĞRENCİLER

 

Müdürü olduğum ortaokulda bitirme sınavı başlayacak. Sorular, yanıtlar, görevliler hazır. Saati gelmiş. Iki bakanlık müfettişi damlıyor içeriye:

- Sınav saati gelmedi mi?
- Geldi
- Soruları, yanıt anahtarını hazırladınız mı?
- Hazır..
- Oooh, çaylar, kahveler!.. Ne bekliyorsunuz öyleyse?
- Efendim, köylerden gelen öğrenciler den üçü yetişemedi de...
- Sınavın tarihini, saatini ilan etmediniz mi, öğrenciler bilmiyorlar mı?
- Bilirler, yoldadırlar. Onları aldırmak için cip gönderdim.
- Akrabanız mı o çocuklar, yoksa başka nedenler mi var?.. Kişilerin hatırı için sınav geciktirilemez, hemen başlayınız, yoksa işlem yaparız.
- Yapın, ama dinleyin lütfen.' Onlar, haziran döneminde okulu bitiremezlerse, bu yıl, yatılı meslek okullarına giremezler. 
- Vaktinde gelselerdi efendim!
- Onlar eşya değil, insan! Bir engel söz konusu olamaz mı?..
- Sizin bir ilişkiniz var galiba.
- Onlar da Türkiyeli, ben de Türkiyeliyim. Ben de köylü çocuğuyum; bilirim köy koşullarını, köylü alışkanlığını. Bu yılı yitirdiler mi, onları tarlaya sokarlarsa, bir daha çıkarmazlar... Bu kadar emek, boşa mı gitsin? O köy hayatı verdiklerimizi de, birkaç yılda sıfırlar: 

- Bilecenliğin gereği yok. Sınavı başlatınız hemen!..
- Hiç kimse sınavı başlatamaz, sorumluluğu bana. 

Öğretmenler huzursuz; müfettişler, müdür odasını bırakıp, yardımcının odasına geçiyor, soruları, yanıtları incelemeye başlıyorlar. O arada, telâş içinde, üç öğrenci geliyor, sınavı başlatıyoruz. Sınav salonunda, O üç öğrencinin çevresinden ayrılmıyorlar. 

-Sınav kâğıtlarının incelenmesinde bizimle birlikte bulunmanızı rica etsem, Müfettiş Beyler! Tarafsız davranıp davranmadığımıza bakar, bize yol gösterirsiniz... 

O üç çocuk haziranda, iyi dereceyle okulu bitirdi. İkisi öğretmen okuluna, ötekisi ziraat meslek lisesine girdi. Emekli olmuşlardır belki. Bana verilen “ihtar”, hangi arşivin tozlarına gömülmüştür? Arayan soran da olmaz. Çünkü 20 yıldır emekliyim. 

“Öğretmenliğin yarısı insaf, yarısı adalet; bütünü sevgi, işlevi yaratmak (çocuğu ikinci kez doğurmak) ; aldım, meslek yaşamımda.

 

(İnsanlığın Solmaz Gülleri)

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )