PATİKA DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR

PATİKA DERGİSİNDE YAYINLANAN YAZILAR

 
1-
 
 
GÖNÜL YORGUNLUĞU
 
 
13 Ağustos 2005'te 76'ya ayak bastım. 12 yaşında -içimde ve hep benimle birlikte- okumak için gurbete çıkan çocuğun heyecanı tükenmemiş: Ne yaşama sevincim azalmış ne isteklerim körelmiş ne de aşk yoksunuyum. Düşünüşüm devitken. Yüreğim sağlam, gümbür gümbür çalışıyor. Duygusallığımla değil, duyarlılığımla bakıyorum dünyaya, insana. Bilincimin terazisine vuruyorum olayları, olguları. Koşuşturup duruyorum; doğrunun, iyinin,güzel in ardından; elimle ayağımla, beynimle. Kalemimi, ulusal ve evrensel insanlık değerlerine, Türk Devrim ve Aydın- lanması'na adamışım. Çünkü beynimin ışıklanmasını ve insanlaşmamı, insanlık değerlerini, Türk Aydınlanması'na borçluyum. O borcu ödemekten başka derdim yok. Ulusuma, insanlığa borcumu ödeme sorumluluğuyla koşturup duruyorum.
 
Çalışmaktan sıkılmadım hiç. Kısıtlı da olsa, yaşamın tadı damağımdan eksilmedi. Doğduğum yerden, bugünkü yaşantıma bakınca özdeksel varsıllığımı azımsamıyorum. Özdeksel tutkum olmadı, insanlığın genel yörüngesi içinden bakıyorum kendime, başkalarından fazla pay aparmaya girmemişim. Neden ki? 16 yıl medrese öğrenimi görmüş babam 'inşallah' diyenlere: “Allah, sizin babanızin hizmetkârı mı? Siz yatacaksınız, o, verecek öyle mi?” derdi. Derviş tabiatlı, ama derviş değildi, çalışırdı, emeğinin getirisiyle mutlanırdı. Yaşamından yakındığını görmedim. Vericiydi, acımıklıydı, insana kıyamazdı. “İnsan şarap gibidir, vurulduğu küpün tadını taşır derler.” Babamın küpünden mayalanmışım, belli. Derviş değilim, (de rind meşrebim] gönül evime yaraşmayacakları dışlarım. İçinden sürdüğüm sosyal katmanın acısından kurtulmamaktan olsa gerek, olanımla yetinmeyi ilke edinmişim? Yakalayabildiğim güzelliklerle esenleniyorum. Gayrıyı sevdim. İnsana sevgim eksilmedi. Kinden, bencillikten uzak durmaya çalıştım. Dostluk çemberimin çapı kısa değil. Kendimce verimliyim, yararlıyım. Ne zihnim ne elim ayağım hızını kesmiş. Yorgun değilim. Gönül yorgunluğuna hak kazandığımı sanıyorum. Böylesi bir insan, neden gönül yorgunu olsun, niçin yaşamdan tat almasın? 'Gönül yorgunluğu' sözü, kendisiyle barışık olan, gayrıyla küsüşük olmayan bir adamın diline yakışır mı? Yoksa başarısızlık mıdır, 'gönül yorgunluğu' sözünü dilime ağdıran?  Çıkış çizgimden, ulaştığım noktaya varmak kolay değildi: Çok çaba, çok sabır ve direnç gerektiriyordu. Yaşamım zorlukların çetelesi, bir dram.. Ama yapıp ettiğim bana çok az geliyorsa da yaşam serüvenimin terazisine vurulursa hiç azımsanamaz.
 
Kişi olarak 'gönül yorgunu' değilim de, nereden düştü kalemimin ucuna, gönül yorgunluğu? Hem benim gönül yorgunluğumdan kime ne, kimi etkiler? Voltaire'in Candide'i (Saf Oğlan) miyim ben, kendimdeki yorgunluğu, genele mi yansıtıyorum? Yoksa, bireyi olmaktan onurlandığım ulusumdan yüreğime sızan bir acı mı, gönül yorgunluğu? Hani, sigara içmeyen adam, kahveden eve döndüğünde, eşi 'sigara içmişsin' der ya onun gibi, genele, topluma sinen, o yorgunluk mudur, beni rahatsız eden? Toplumcu eğilimde olduğum için mi gönül yorgunluğunun acısı batıyor içime?
 
Tütün tarlasında toprağa düştüğüm yerden günümüz ve  ulusal serüvenimize doğru göz atıyorum: 1699'dan bu yana Batı'dan geriye sürülmüşüz, Doğu'dan Anadolu'ya itelenmişiz. Afrika'ya     uzanan kanadımızdan kırılmışız. 'Kavmi neciptir' diye beslediklerimizin kızgın çöllerinde yanarak ateşte denenmişiz. Balkan Savaşları, bizi hırpa-layarak sarsarak ulusal bilince uyandırmış. Öldü ölecek derlerken Çanakkale'de üstümüze çullanan emperyalizmi yüz geri etmiş; tarihin bir cilvesi olarak, Cumhuriyet'in doğumuna ön zaman hazırlamışız. Sovyet İhtilali'ni, güney karnından güvene almışız. Birinci Dünya Savaşı'nda, bütün olanaksızlıklara karşın, dünyanın ilk bağımsızlık savaşını vermiş mazlum milletlere kurtuluş örneği yaratmışız. Osmanlı'dan kalan, ancak % 9'u kadar okur yazar köylü toplumundan, -ekinsel/ sosyal/ sanatsal ve bilinçsel tabanı hazırlanmamış olmasına karşın- çağdaş bir top- lum, laik, bilimi kılavuz edinmiş, sosyal adaletçi bir düzen kurmaya girişmişiz.
 
Yaratmak istediğimiz devletin, kurmak istediğimiz düzenin -ulaşmak isteyip de elinin varmadığı- ulaşmadığı köylü katında yaşadığım çocukluğumda; uluslaşma/ekinleşme sürecimizi tamamlayamadığımız yeniyetmelik günlerimde, niçin gönül yorgunluğu görmedim, o yoksul, yoksun halkta? Duvar diplerinde gazilerin anlattıkları Kurtuluş Savaşı öykülerini dinlerdik; barut yanığı, şehit türküleri söylerdik biz, o halkın çocukları.
 
O yokluk, yorgunluk, bitkinlik içinde, dünyanın ilk bağımsızlık savaşını veren Türkiye halkı; etnik, din, vb. değer- lerden çok, coğrafyamızın potasında pişmiş sosyokültürel bir alaşımdır. Bu karışım/uzlaşım, yaşam koşullarının zorlanmasıyla girişik bir yapıya dönüşmüştür (*). Yaşamın eytişimi (diyalektiği), onu ortak bir davranışa götürmüştür. Mustafa Kemal'in, işte bu yaşamsal kanatlarından yakalayarak ölüm kalım savaşına kattığı halk, kendisi olabileceğinin onurunu duyumsuyordu, umuyordu.
 
Koca imparatorluğun küllerinden ulusal bir devlet çıkarmaya, çağdaş düzen kurmaya çalışan Türkiye halkı, gerçekte yorgunluğunu atamamıştı, bitkinliğinden yekinememişti, yakılıp yıkılmış yurdunu bayındırlaştıramamıştı, sıfırlanmış maliyesinin açıklarını kapatamamıştı, dıştan kuşatılmıştı, içteki hayınlığın kökleri kazınamamıştı. Ama umudu vardı, önderine inanıyor, güveniyordu, kendi kaynaklarını işleyerek, köylü toplumu olmaktan kurtulacağı
ndan, dünyadaki saygın yerini alacağından kuşku duymuyordu. Geleceğinden umutluydu, güvenliydi. Gönül yorgunluğu denen toplumsal mikrop giremezdi, onun kanına.
 
O günlerden bugüne bakarsak: Bayındırlık, uygulayımbilim (teknik), yetişmiş insan, dil düşünüş, edebiyat ve sana tımızdaki kazanımlarımızla övünebiliriz. Coğrafi konumumuzun salt bir ülke değil: Balkanlardan Kafkas ötesine, Orta Doğu'ya, kocaman bir anakara (kıta) oluşundan ve tarihsel birikimlerimizden güvence duyar, kuşkuya düşme yebiliriz. Ancak değindiğimiz gelişmeler, salt dikeyine mi, yatayına mı, suyunun başı dışta mı bırakılmış? Ulusal bağımsızlığımız kağşatılıyor mu? Kendimize güvenmemiz gerekiyor, esenliğimiz başkasına odaklı mı? Coğrafyasal konumumuzun, tarihsel birikimlerimizin gereklerini yapabiliyor muyuz? Böylesi sorular, kaçımızın beynini tırmalıyor, yönetenlerimizin yüreğini yalazlıyor mu? Siyasal çevrensizliğe mi (ufuksuzluğa) düştük? Yaşam düzenimizi esenliğe alacak kurumlarımızın uyum/ eşgüdüm bağları mı koparılıyor? Kazanılmış değerlerimiz mi kemiriliyor?
 
Nereden çıktı, bu gönül yorgunluğu? Çalışma beden ve zihnin yorgunlaşmasından mı? İnsanımızın tinsel, bedensel etkinlikler açısında: verimlilik düzeyinin düşmesinden mi? Kendi öz değerlerine inanmamaktan mı? Güven vermeyen bir siyasanın yönetimine düşmekten mi? Toplumsal yaşamımıza değgin düzenlemelerin kamusalı ıskalamasından mı?
 
Güvenç, huzur, baysallık, rahat, dokunulmazlık, içi rahat etmek, sırtını yasal güvenceye dayamak, bel bağlamakla dolu güven kavramının içi mi boşaldı? İçimizi sevgi, düşünüşle dolduran gönül kalelerimiz mi yıkıldı? Umut kuşlarımızın kanatları mı yolundu? Bundan böyle, bir şeylerin doğru gideceğine inanmıyor muyuz? Halka bakarsanız, dünden az çalışmıyor ekmeğini taştan çıkarmak için. Türk aydınlanmasından gelen bilim adamları-
mıza, çeşitli konulardaki yeteneklerimize bakarsanız, önü açıldığında şimdi olduğundan daha çoğunu yapıp edeceğimiz kuşku götürmez. Öyleyse, geriye ne kaldı? Siyasal düzenleme ve siyasının halktan yalıtık olmasından mı? Üstüne üstlük, yüzünü uluslaşma, kültürleşme sürecimizden geriye çevirmesinden mi?
 
Değişim, dönüşüm gibi kavramların dış yüzüne  aldanıvermişiz. Bu kavramların uçları hem ileriye, hem geriye açıktır. Değişme'nin ters ucu uygulamaya konularak karşı devrim mi başlatılmış? Takiyyenin kara boyasıyla gözümüzün önü mü kapatılmış? Dönüşme derseniz, o ta ana kucağında başlayan dil sezgisiyle, adım atar beyninize, İlköğretimden başlayarak okuyageldiğiniz yazınsal ürünlerle, içinizden onanarak ileriye taşır sizi. Daha üst insanlaşmaya... İnakçı kitaplardan başkasına eli değmemiş, belletileni hafızlamayı sürdüregidenlerde,
doğrusuna dönüşüm olabilir mi? Siyasasını, çağdaşlaşmaya karşı kan davası üzerine kuranların belli bir yaştan sonra değişmesinin zor olduğunun, ayırdına varmamak aldanışında mıyız? Bu karşıt uçlardan, inadına karşı asılışların gergiliğindeki yaşam iplerimizin kopmasıyla, alttaki çukura düşme ürküsünde miyiz?
 
Dünkü, o köylü toplumu, neden o dönemde umutsuz değildi? Neye güveniyor, neye inaniyordu? Hangi ülküye bağlıydı? Dünyanın ilk bağımsızlık savaşı olan Kurtuluş Savaşı imecesinin üstüne biçimlenmeye çalışan Türkiye Cumhuriyetinin felsefesine mi umut bağlamıştı? O bağlanış, o güven mi kağşatılıyor?
 
Sevr'in ikinci oyununa (rövanşına) çağrılıyız. En az, elli yıldır içten / dıştan, Cumhuriyetli kazanımlarımız tüketiliyor. Kurtuluş imecesini yaratan halkın dokusunu bozmaya, birliktelik bağlarımızı koparmaya mı çalışılıyor? Bir ülkedeki ulusal yapıdaki doku erimesidir gönül yorgunluğu, zaman zaman, tek tek kişilerde görülebilir. Ama toplumsal yapıya bulaşırsa, toplum gönül yorgunluğuyla sayrılanırsa; bizi bir arada tutan ortak değerlerimizi koruyabilir miyiz? Birbirimize katlanabilir, hoşgörüyle bakabilir miyiz?
 
Gönül yorgunluğu denilen toplumsal sayrılığın, amansız mikrobu; halkın birliktelik bağlarını çözer, ortak değerlerini yer, bitirir. Toplumda birbirine güven azalır, umutsuzluk yürekleri karartır, kimse kimseye katlanamaz, ulusal bağlar çözülür: Karmaşayı, çözülmeyi getirir gönül yorgunluğu.
 
Ulusların dirimi gönül birliğindense, yıkımı gönül yorgunluğundandır.
 
 
 
 
 

(*) İnsan İnsana Eklene Eklene: Osman Bolulu. Güldikeni Y. Ank. 2001, s: 64  

 

Patika Dergisi,  Ekim-Kasım-Aralık 2006 - S:55
 
 
 
 
 
 
 
 
 
2-
 
 
DÖRT MEVSİM GÜL YAĞIYOR ÖMRÜME

Alışılmadık türden bir yazı bu: Üçünçü basısı yapılacak İNSANLIĞIN SOLMAZ GÜLLERİ adlı kitabı niçin yazdığımı, bu kitapla neye amaçlandığımı anlatacağım. Bu kitapla ilgilenen olmadı, hakkında hiç kimse bir şey yazmadı da kitabırnın tanıtısı bana düştü de ondan mı, bu yolu seçtim? Hayır! Kitap üstüne yirmi yazı çıktı. Mektup yazanlar oldu bana.

Yazma eyleminin, bir noktada bitmediğini ve yaşam içinde sürekli yenilenme, tamamlama beklediğini vurgulamak için; yazarın da kendisini denetleyerek yapıtını bütünleştirebileceğini imlemek için, alışılmadık bir yol seçtim. Yazarın, yapıtını tamamlamaktan duyduğu mutlululuğu dillendirmek istedim.

Hiçbir yazınsal düşünsel gereği ve geçerliği olmadan yazmış birisi değilim. Dediğim doğru mudur, değil midir, okur olarak, kararı siz vereceksiniz.

Yaşadıklarımı not etmemiş, anı defteri tutmamıştım. Yaşam, sonsuza değin olduğu gibi sürecek, ben de, hiç yorulmadan, delikanlı olarak, içinde akıp gideceğim sanıyormuşum. Gençlik,  dağdan aşağı akan deli/bulanık suya benziyor: Deli/dolaşık akışını sürdürürken çeperini yıktığı oluyor, önüne çıkanı, acımasızca söküp götürdüğü oluyor. Ne zaman ki o deli su, düze iniyor, hızı azalıyor, kıyısını söküp götüremez oluyor; delikanlılık aymaya başlıyor, gençliğin bir ikincisi olmadığını sezinliyorsunuz. Düze inmiş su gibi çevrenizi yıkmadan ve çevrenizdeki ovayı sulayarak, canlılara cansuyu olarak, yararlı akmaya başlıyorsunuz. Olgunlaşmanın, başlangıç noktası, burası olsa gerek: Sizden başka insanların bulunduğunu, toplum içindeki yerinizi seçiklemeye başlıyor; ediminizi tutumunuzu ayarlıyor, kendinize çeki düzen veriyorsunuz. İşte o ayış, delidolu gençlikten yaşlılığa yanlışlar götürmemeye uyarır ve yaşlılıkta, düzeltilmez hatalarınız için, ah vah etmekten kurtarır sizi. 

Dediklerimin bilincinde miydim? İnsanlık değerleri bakımından, tamı tamına, donanımlı mıydım? Pek çok eksiğimi onarmış, pek çok çapağırnı silmiş olmama karşın, seksene bir kala yaşımda bile “insan-ı kâmil' (tam anlamıyla olgun, yetkin insan) olduğumu söyleyemiyorum: İnsanlaşma bitmeyen bir süreç. İnsanlaşma sürecinin sancılı/sancısız seyriyle; eli boş, eli yarı dolu sonuçlanmasıyla aileniz, toplumsal çevreniz, içinde bulunduğunuz kültürel ortam; sizi biçimlendiren eğitim kurumları ve sizin kendinizi kurmadaki tutum ve ediminiz birbiriyle bağıntılıdır koşuttur. Buna bir de şansı eklemek gerekir sanırım.

Hele ki, kavgacı, kinci, kısmık, hırslı ve bencil bir ana babanın çocuğu olarak doğmamışım. Ailemden, çevremden örneksenmeler, algılanmalar; oluşum evresindeki kişiliğimin ön sayfalarına yazılırmış; edim tutum ve davranış- larımı biçimleyecekmiş. Kişiliğimin ilk ekeneğinin, ana toprağının ailem ve çevrem olduğunu kavrayınca; aileme sevgim pekişti, bilincim boyut kazandı. İnsana, topluma saygım saydamlaştı. Toplumcu damarımdaki kan oradan.

Kişiliğimin,düşünsel kimliğimin ilkelilik, kararlılık kazanmasında, dünya görüşümün yörüngesine oturmasında; beni yetiştiren eğitim kurumlarının, okuduğum kitapların, yaşamda acı/tatlı sınanmaların payı ve katkısı elbette  önem- lidir, büyüktür.

1936'da yedi yaşımdaydım, okula alınmadım. Öğretmen, “Gelecek yıla.” dedi. Üzüldüm.Babamın, eli kitaplıydı, onu hep okur görmüşümdür, eski yazılı olsa da raflarda dizili kitaplarına özlemle bakmışımdır. Babam gibi olamamak korkusu mu düşmüştü çocuk yüreğime? Hırçınlaşmış, minik başımla evin başına koca dert olmuştum. Tekne kazıntısını (evin son çocuğunu), babamın her şeye karşı durduğu için “muteriz", diye sevdiği; anamın, babamın adıdır diye şımarttığı beni, kırmak istememeliler ki: Bana bir taş tahta ile bir taş kalem alındı. Bir de alfabe. Evdekilerin yardımıyla, okula başlamadan önce, okuma yazmayı öğrendim.

Köyün üst başındaki Sıpa Çalı denen yerden kestiğim çam dallarını, akşamları ocağa atar, onların ışığında alfabeyi, bağıra bağıra okurdum, ondaki bizimkine benzemeyen resimler, beni  başka iklime sürüklerdi de... Neresiydi, özlemine düşmeme karşın, yerini çıkaramadığım o yer? Metinleriyle, resimleriyle baştan ezberlediğim alfabeden düşünü çıkarmadığım yöneliş nereyeydi, nereye koşuyordum? Sanırım, dünyadan  haberli olmaya, kendimi bulmaya koşuşun ilk adımı, o alfabedendir.

Okula başladığımda, elyazısı ile yazabiliyordum. Kendimi, alfabede kekeleyen çocuklardan üstün görüyordum. Öğretmenim beni el üstünde tutsun istiyordum. Hiç de öyle olmadı. Bilecen tavrımdan ötürü azarlanıyordum. Arkadaşlarımm üstünden eksik olmayan dayak, benim sırtıma da inecek korkusunu yaşardım. Evimde, anamın birkaç sıkıştırmasından başka, dayak diye bir şey yaşamamıştım. Öğretmenimde, öğreticilikten çok öcülük görüyordum. Arkadaşlarımın bileğini kerpetenle sıkıştıran öğretmenin hışmına uğramamaya çalışırdım. Birisinde ayıp bir iş yaptığı için bir çocuğu bodruma indirdi öğretmen. Sırayla herkesi çocuğun yüzüne tükürttü. Oyun arkadaşımdı o. Ona tükürmemek için okuldan kaçtım. Okulumuzla karakol aynı avlu içindeydi. Jandarmaların, adamları bağırta bağırta dövdüklerini duyardık. Sevemedim öğretmenimi, niçin jandarmalık ediyordu bize? Ertesi yılın, ikinci karne döneminde, kent okulundan naklen iki bacı geldi bizim sınıfa. Öğretmenimiz, sınıfın kapsını
üstümüze kilitliyor, o bacıların babasıyla oyuna, içkiye gidiyordu. İkinci karneleri aldık, o kızlarınki baştan aşağı pekiyi ile dolu.  Benimkinde 'orta'lar ağır basıyor. Akça pakça, güzel giysili bacıları kollarından tutup öğretmen odasına sürükledim. “Beni bunlarla sınava çek, onlardan az bilirsem, karnemin hepsi 'zayıf' olsun”, dedim. Öğretmenin sarı iskarpini hayalarıma inince, tespih böceği gibi iki büklüm oldum. Yün dokuma okul çantamı kapıp ağıla koştum. Çobanımız Bestim Dayıya:
- Artık koyunları ben güdeceğim, dedim.  
- Peki yeğenim, birkaç gün birlikte otlatırız koyunları, sana otlakları gösteririm, kaval çalmayı, sürüyü otlatacağın yerleri öğretirim, Karabaş da sana alışır, sonra ben ayrılırım, dedi Bestim Dayı. İlköğretimden yükseköğretime, kimi öğretmenlerim, topraktan ögrenmiş, Anadolu kültüründen beslenmiş Bestim Dayıyı aratır edim ve tutum- daydı. Yıllar sonra, anı yazılarımdan birinde, Bestim Dayıyı 'Benim Eğitmenlerimden Biri' olarak anlattım, Kıyı dergisinde yayımlandı.
 
Ev, duymuş okuldan kaçtığımı. Ağabeyim gelip aldı beni ağıldan. Evde ne sorgulandım ne azarlandım. Çocuk aklımla çobanlığa karar vermiştim. Okumayacaktım artık. 

Ertesi sabah, babam 'Çantanı al bakayım' dedi, elimden tuttu, okula götürüyor. Ayaklarım geri geri çekiyor, elimi babamın elinden çekemiyorum. Okulun bahçe kapısına gelince asılır gibi oldum. “Burada bekle” dedi, okula yürü- dü babam. Öğretmen hükümet adamı, “babamı da döverse...Okulun bahçe duvarına tırmandım, oradan da duvara bitişik çam ağacına. Öğretmen odası tabak gibi gözümün önünde. Gözetliyorum: Babam girince, öğretmen ayağa kalktı, eliyle oturacak yer gösteriyor. Oturmadı, bastonu havada, bir şeyler söylüyor babam, duyamı- 
yorum ki... Ögretmen, babamı dış kapıya kadar uğurladı. Babam yanıma geldi, bastonunu. okul kapısına doğrult- tu. "Haydi okuluna!” deyip yürüdü gitti.

Ağabeyim, ortaokula yazdırmak istiyordu. Babam “olmaz” dedi. Daha sonraları, babamın yoksul bir aile çocuğu olduğunu, on altı yıllık medrese öğrenciliğini, ne sıkıntılarla geçirdiğini öğrendim. Meğer babam, benim acılarımın, benim yazgımm ön sayfasıymış. Son sayfaya kara yazı düşmesini istemezmiş. Babamdan gizli askeri ortaokul smavına girdim, kazandım. «Bu çocuktan asker olmaz» diye karşı çıktı. Babamın sevgisinden kuşkum yoktu, ama niçin okumama engel çıkarıyordu, anlayamıyordum. 

Adı komünist mektebine çıkmış Köy Enstitüsüne başvuruma karşı çıkmadı. Enstitüden çağrılınca eşeğe bindirdi beni, Köy Enstitüsüne götürüyor. 80 kilometrelik yolun, bir gecesini ormanda geçirdik. Akşamüstü Enstitüye vara- bilirdik, nedense bir hana vardık. Geri mi döneceğiz kuşkusu içimi kemiriyor. Hasır peykelerde yatarken bitlen- mişiz. Hamama gittik, hep anam yıkardı beni, babam yıkadı, anamdan daha yıkarrnış babam. İlk kez gördüğüm hamamı sevdim. Bitli çamaşırlarımı bir torbaya doldurdu, yedeğini giydirdi. Eşeğimizle vardık Enstitüye. Medreseli İsmail Hoca, komünist mektebine kayıt ettirdi beni. Bu arada gurbet hayatı ve arkadaşlıkları konusunda öğütlerde bulundu. 

Köy Enstitüsü, umduğum okul değildi : Bir şantiyeye benziyordu. Bir yandan çalışacak okulun işlerini kotaracak- tınız, işten arka kalan zamanlarda kültür dersleri görecektiniz. Evimizin dördüncü oğluyurn ben. Ağır işlere koşul mamıştım. işe yatımlı değildim. Kaytardığım, kütüphaneye kaçtığım oluyordu. İş alanına giderken, kitabım koy- num daydı. Sürekli kütüphanede karşılaştığım, güzel bir bayan öğretmen ilgilenmedi, sıtmalı ve 1.4l boyunda kara kuru çocukla. Müdürün eşi Türkçe öğretmeni Sabahat hanımmış, o güzel bayan. Kentli, güzel bir ana bulmuştum. Kocaman, kara ciltli kitaplarda daha çok bilgi vardır diye, onları kucakladıkça beni uyarır, düzeyime uygunlarını verirdi bana. Doğru tırmanış yolunu, bana açan Sabahat öğretmendir. Babamı, kendimi, dünyayı algılayıp anlama atlasını önüme açmakta, Sabahat öğretmen kadar harıl okuduğumuz dünya klasiklerinin payı ve etkisi vardır..

Köy Enstitüsü sekizinci sınıfta (ortaokul üç), makale türünde, 'dünyanın en büyük adamını anlatınız.' diye bir kompozisyon ödevi verilmişti. Kimin anlatılması istendiğini biliyordum, ama ben kırık not alma pahasına babamı anlatmıştım. Kompozisyonumu, anlatım bakımından yeterli bulan Sabahat Kartekin öğretmenim, niçin istenilen kişiyi değil de babamı seçtiğimi sordu. Özel görüşmemizde, babamın öteki okullar yerine Enstitüye getirişini daha başka nedenlerini açıklayınca kucakladı öptü beni, kompozisyon notumu, 'pekiyi`ye dönüştürdü.

Babamın fotoğrafı çalışma masama oturduğumda alnacımdadır. İsmail Hoca ile yaşadığımı duyumsarım. Babam ölmedi ki bende yaşıyor. Benim için dünyanın en büyük adamı babamdır. Yazarken kalemim yanlışa yönelirse, babam üzülecek, bilgisayarımın yukarısından, bana azarlı bir bakış yöneltecek diye düşünürüm. Anamla sevdim kadınları, anam gözlü bir kıza âşık oldum; 56 yıldır onunla mutluyum. Anam kadar sevdim, saydım babamı, Sabahat Kartekin öğretmenimi. Küçük bir yanlışın, çocukları yanlışa yönelteceğini, onların hayatını kaydıracağını, bu konuda özenli olmam gerektiğini, bana öğreten onlardır. Öğrencilerime muamelede aksaklıklarım olmuştur. Öğrencilerim beni sevdilerse, o sevgi; yerleri ışıklı olası Hatice anamın, İsmail Hocanın, Sabahat Kartekin  öğret- menirnin yüreğime ektiği tohumdan yeşermiştir. Anamın babamın, öğretmenlerimin, insanlaşmamda büyük payı vardır da... Asıl pay, beni tütün tarlasından alıp öğretmen/eğitmen yapan Cumhuriyet eğitiminindir..Bu konuda, yoksul halkın vergileriyle, içinden geçtiğim okullara katkısı da hiç unutulmamalıdır.

Halktanım, kendimi kurtarıp, öteki halk çocuklarını unutabilir miydim? Beni adam eden Cumhuriyetin sürüp gidebilmesi için, Cumhuriyet insanı yetiştirmekle görevli ve buna zorunlu değil miydim? Kendimi Cumhuriyete ve halkımıza borçlu saydım. O borcun birazını olsun, ödemek için çırpındım/ çırpınıyorum. Cumhuriyete halka borçlu kalmak ayıp olurdu, yakışmazdı bana. Ulusların, en değerli, en güvenli varlığı yetişmiş insanlarıdır. Cumhuriyet eğitimiyle yetişmişlerden birisi olan, çağdaş insan yetiştirmeye otuz yıl hizmet etmiş ve elli yıldır, bu konuda yazmış (Bundan ötürü birkaç kez görevinden uzaklaştırıp işsiz aşsız bırakılan) bir Cumhuriyet öğretrneni; kendi hesabını vermeli, içinden geçtiği dönemi, eğitim yönünden sorgulamalı, tersine savruluşlar karşısında, karınca kararınca, önerilerde bulunmalıydı. Yaşadıklarını anlatmalıydı. Yaşadığım/yaşadığımız dönemin eğitimine değgin anılarımı kitaplaştırmayı düşündüm. Adı geçen kitabım salt anı kitabı, geleceğin öğretmenine, yanlışı, doğrusuyla, öğretmenlik yol yöntemi sunma kitabı değildir. Osman Bolulu öğretmenin hesap verme kitabıdır : Eğitim öğretim dizgemizin olumlu-olumsuz yanlarını işlerken, eleştiride bulunur, görüş belirtir, öneriler sunar okura. İlk bakışta salt eğitime ilişkinmiş gibi görünen anlatı, alttan alta toplumsal yapımıza göndermeler yaptığı ve eğitim öğretime bakışırnızı, enine boyuna irdelediği için, yalnızca öğretmenin, velinin ilgi alanını aşar: Ülkemizin, sağlam, iyi yetişmiş insan kaynağıyla bütün engelleri aşacağına inanan herkese uzanır ilkesi.

Anı defteri tutmadığımı söylemiştim. Yazılarımı, yaşadığım ve yaşadığımız olgulara yasladığımı söylemiştim. Olgulardan kopmamak, gerçeği dillendirmek için; tek kaynağım belleğimdi. Belleğimde kalan resim karelerini, karşılaştırmalı yöntemle, günümüzden geriye sararak öğretmenliğirne ilişkin anılarımı İnsanlığın Solmaz Gülleri adıyla kitaplaştırdım. 1.basıda (Yargıcı Matbaası, Ank. 2000) belleğimden yazıya dökülmüş 29 anı vardı. O, bin kitap, nerelere ulaştı, bilmem. Öğrencilerim aramaya başladı, unuttuklarımı anımsattılar. 2.basısında (Kültür Bakanlığı, Ank. 2002] anı sayısı 49'a çıktı. Kültür Bakanlığının bastırdığı 5.000 kitap, iki yılda tükendi.

Tekışık Eğitim Araştırma Vakfı, 'Eğitime Gönül Verenlerden Anılar' adıyla hazırlamak  istediği kitaba alınacak yazılara örnek olarak kitabm içinden 'Sorumluluk Bana Ait' adlı parçayı Çağdaş Eğitim dergisinde yayımlamak için izin istedi. Ömrünü eğitime adamış ve bu konuda pek çok hizmet yapmış Hüseyin Hüsnü Tekişık'ın ve Vakfınm ilgisi, kitabı yeniden yayımlayacak yer aramaya koştu beni.

Ben yayıncı arayışındayken öğrencilerimin arayışı da sürüyordu. Onların anımsamaları ile konu sayısı 70'i aştı. 'İnsan öğretmen olarak doğmaz, öğretmenliği özümseyen insan öğretmen olarak ölür” diyen Osman Bolulu, sonradan anılarını gönderen öğrencilerini dışta bırakmazdı. 3. basıyı hazırlamakla zorunluyum. Yayımcı bulunmaz ise emekli aylığımdan keserek yayımlacağım İNSANLIĞIN SOLMAZ GÜLLERİNİ.

Kitap sayısını çoğaltmak hevesi, ün kazanma tutkusu değil, beni bu zorunluluğa iteleyen; laik eğitim, tersine çevrilmiş, halk çocuklarının eğitimle insanlaşma yolu kesik. Tütün tarlasında toprağa düşmüş, laik, çağdaş eğitimle insanlaşmış, şiir, deneme ve dil dallarında ödüller almış yazar konumuna çıkmış, devletin ve yoksul halkın parasıyla okumuş Osman Bolulu'nun, Türkiye Cumhuriyetine ve halka borcunun, birazını olsun, ödeme çabasıdır.

Elbette ki günümüzdeki eğitim dizgesine dokundurma, eğitimcilere, öğretmen yetiştiren kurumlara, ana babalara öneri sunma umusudur.

Benim ömrüme, dört mevsim yağan güller, niçin halkımın üstüne yağmasın! Neden, dede
öğretmenden genç meslektaşlarına sunulan bir deste gül olmasın!

Genç meslektaşlarımın, eksiklerimi tamamlayarak daha yetkin yapıtlar üreteceklerine inan-
la, onlara sevgilerimi sunarım.
 
 
 

PATİKA DERGİSİNDE YAYINLANAN DİĞER YAZILAR
 

3- HARİTASIZ YÜZLER
Bu yazı, Patika dergisinin 46. sayısında (Ağustos-Eylül-Ekim 2004) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde ve yine sitede yer alan Dil Düşünüş Eğitimi Kitabı'nda yer almaktadır.

4-- TANIMAK
Bu yazı, Patika dergisinin 47. sayısında (Kasım-Aralık 2004) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde ve yine sitede yer alan Dil Düşünüş Eğitimi Kitabı'nda yer almaktadır.
 
5- AZİZ NESİN'İ ANLAYABİLDİK Mİ?
Bu yazı, Patika dergisinin 52. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2006) yayınlanmış olup,  'Halka Rağmen Halkçı Aziz Nesin' adlı bir başka yazı da sitenin Denemeler  bölümünde yer almaktadır.

6- HER YAZAR KENDİSİNİN HEM BABASI HEM OĞLUDUR
Bu yazı, Patika dergisinin 57. sayısında (Nisan-Mayıs-Haziran 2007) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde yer almaktadır.

7- YAZARLIK BİLİNÇ VE SORUMLULUK GEREKTİRİR
Bu yazı, Patika dergisinin 58. sayısında (Temmuz-Ağustos-Eylül 2007) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde ve yine sitede yer alan Dil Düşünüş Eğitimi Kitabı'nda yer almaktadır

8- EDEBİYAT KİTAPLARININ ERDEMİ
Bu yazı, Patika dergisinin 59. sayısında (Ekim-Kasım-Aralık 2007) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde ve yine sitede yer alan Dil Düşünüş Eğitimi Kitabı'nda yer almaktadır.

9- IŞIK
Bu yazı, Patika dergisinin 60. sayısında (Ocak-Şubat-Mart 2008) yayınlanmış olup, sitenin Denemeler bölümünde ve yine sitede yer alan Dil Düşünüş Eğitimi Kitabı'nda yer almaktadır.

10- KAPIŞMA DEĞİL, TARTIŞMA
 
Bu yazı, Patika dergisinin 67. sayısında (Ekim-Kasım-Aralık 2009) yayınlanmıştır.
 


 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )