CELAL İLHAN

 

OMURGASI ÇELİK, SEKSENİNDE BİR AFACAN, OSMAN BOLULU


Köy Enstitülü öğretmen yazarların; enstitülerde yaşadıklarına, o çatı altında kişiliklerinin nasıl değiştiğine, geliştiğine ilişkin yayımlanan kitap sayısı gün gün artıyor. Böyle olmasını doğal karşılamak gerekir. Asırlardır susmuş, susturulmuş büyük insan topluluklarının önü açılınca; üretime, okumaya, yazmaya nasıl bir iştahla saldırdığının, durup dinlenmek bilmeden çağlayıp coştuğunun göstergesi bu. Enstitü çıkışlı öğretmenlerimizin; yaşları hayli ilerlemiş olmalarına karşın (seksenden yukarıdırlar) yazma heveslerinde en küçük bir gerileme, duraksamaya yer vermediklerini hayranlıkla izleyen ardıllarından sayıyorum kendimi. Onlarla ilgili, içimi burkan bir durumun olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Yaşamlarından iğneyle kuyu kazarcasına damıttıkları, derledikleri, yazıya döktükleri birikimlerini günışığına çıkaracak, okurla buluşturacak yayıncı bulmakta, kitaplarını bastırmakta zorlandıklarını kaygıyla izliyor, utanıyorum. Parayı bastırmadan yayımlanmayacağını bile bile yazmakta gösterdikleri kararlılıksa anlatılır gibi değil.

Günümüz eğitim kurumlarının, onların gördüğü eğitimin tam tersine; çağdaş, insanlığa hizmeti ibadet sayan yurttaşlar yetiştirmek yerine, “misyon” ve “vizyon” peşinde “Müslümanlar” yetiştirmeye yönelik kararlı tutumlarını izlemek zorunda bırakıyoruz onları.


Bu nedenle de çok acı çektiklerine yakından tanığım.
Onlardan birinden söz edeceğim. Şair, öykücü, denemeci yazar Osman Bolulu.

Onu yakından tanıyanların ortak değerlendirmesi, çağdaş Şövalye ya da Donkişot tanımlamasıdır.
Kılıcının, nişanlarının, madalyonlarının olmadığına bakmayın, o eksiklerin Osman Bolulu’nun şövalye kişiliğiyle bir ilgisi yoktur. Birkaç yüz yıl gecikmeyle gelmiştir dünyaya, nedenini bu gecikmede aramak gerekir. Bolulu; haksızlığa karşı savaşmak için dağları mekân tutmuş, serden geçti yerel kahramanlarımıza, Köroğlu ya da Dadaloğlu’na da benzetilebilir kuşkusuz. Savaş alanı olarak kentleri seçmiş olması, eğitimciliğinin, aydınlanmacılığının ağır basmasıdır belki de batılı kavga adamlarına benzetilmesinin nedeni.

Aslında ille de birilerine benzetmek gerekmez Bolulu’yu.
Son yayımladığı, “Köye Enstitülülerden Biri” adlı kitabı, onun kişiliğinin nereden kalkıp nerelere geldiğini; eğilip bükülmeden, hız kesmeden, duru su akışı gibi, görkemli ve gönendirici vurgularla ortaya koyuyor. Söz konusu kitabı boğazı düğümlenmeden, gözleri dolmadan okumanın çok güç olduğunu söylemeliyim. Belki de bu etkilenme, duygulanma durumunu, onu yakından tanıdığım, gerçek bir ağabey kardeş ilişkisi içinde olduğumla açıklamak gerekir.


Yedi sekiz yaşlarından beri aynı dik duruş, geri adım atmaktan, eğilmektense kırılmayı, yalnız kalmayı, horlanmayı seçen, sonucuna ııh demeden katlanan bir yapı.

Aşağı yukarı on yıl önce, Ankara Dostları öbeği toplantılarında tanıdım, Osman Bolulu’yu.
Dim dik bir ihtiyar. Görüntüsünü, duruşunu, davranışlarını bir süre inceledikten sonra gözlerimi kendime çevirdiğimi anımsıyorum. Nereden bakarsanız bakın, aramızda hatır sayılır yaş farkı var. Otururken bükülüyor, yamuluyorum ister istemez. O’nda öyle bir şey yok. Konuşması, ses tonu da öyle. Tok, kararlı, temiz ve renkli bir Türkçe ile konuşuyor. Kişiliğinizdeki benzerliklerin ayrımına varıyor, artan bir ilgi duyuyorsunuz. Fıkralarla “gül düşünlerle” süslüyor konuşmasını.


Bazen çocuklar gibi davrandığına da tanık oluyorsunuz. Ama bütün davranışları yakışıyor, eğreti durmuyor üstünde. Coşuyor, kızıyor, küsüyor birkaç hafta toplantılara katılmadığı oluyor. Sizin gibi biri o. Çocukluğunuz da benzeşiyor sanki.
Sevmenize engel bir durum görmüyor, bağlanıyorsunuz ona.
Sonra kitaplarıyla tanışıyorsunuz. Aynı duruş burada da sürüyor. İnançlı, renkli, akıcı, duru, alaysamalı ve sıcak.
Uzun yazmayı sevmeyen biri olarak, “Köy Enstitülülerden Biri” kitabından iki alıntıyla tamamlamak istiyorum Bolulu’yla ilgili değinimi.

“Kara Toprak’la Yeşil Yaprak.
1943’ün Nisan’ı. Dersliklerden birinin merdiven sahanlığında güneşleniyor birkaç çocuk. Eski tanıdıklar gibi kaynaşmış, söyleşiyorlar. Okula gönderilirken üstü başı donatılmış onların. Sırtı pek, ayağı sağlam. Ben köylü giyimimle gelmişim, pabuçlarım eski. Üstümde bir kara pelerin. Onu da bizim köylü Hüseyin ağabey vermiş, üşürsün diyerek.


Sırtımı duvara dayamış, ayaklarımı geriye çekmiş, suskunum. Söze karışmıyor, dinliyorum. Söyleşenlerden biri, söz başı: O yönlendiriyor konuşmayı. İyi beslendiği belli; buğday yüzlü, maviş gözlü bu oğlanın üstü başı da yeni. Hele mavi yeşil arası çeketi ona öyle bir hava veriyor ki kıskanacaksınız. Adımı soruyor. “Sen kendi adını söyle önce” diyorum. O bana, ben ona, ikimiz de karşıdakinin adını önce söylemesini istiyoruz. Uzadı.
Ona, “Senin adın Yeşil Yaprak olsun ulan” dedim. Bu ad ona pek yakışmış. Pısırık görünüşlü oğlan umulmadık söz etmiş. Gözleri, alkışlar gibi. Yeşil Yaprak altta kalacak birine benzemiyor.

“Sen de Kara Toprak’sın!” (Üstümde kara pelerin var ya.)

Yeşil Yaprak ve ötekileri beni yoklamaya çalışıyor, sanki sorguluyorlar. Dobra dobra konuşuyor, altta kalmamaya çalışıyorum. Çelmek isteyen birisini alaya alır sözler ettim. Bakışlar değişti: Pısırık görünüşlü bu çocuk boş değil.
Yeşil Yaprak sınıfımı sordu, söyledim. “Aynı sınıftayız ver elini arkadaş.” Tokalaştık. Köy Enstitüsünde kaynaştığım ilk çocuk, Şahin Koç. Köyümün dışından arkadaş, dost edinmenin yolu ‘Yeşil Yaprak’la açıldı.
Altmış üç yıl (1943-2006) birbirimize ‘Yeşil Yaprak, Kara Toprak’ diye seslendik.”

Bir de Köy Enstitülerinin kırılma noktasını vurgulayan anısı var Bolulu’nun.
İnönü hükümeti, ünlü Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i harcamış, yerine daha kötüsünü bulamadığı için olacak, R. Şemsettin Sirer’i atamış. Bakan Sirer, ayağının tozuyla Köy Enstitülerini dolaşıyor. Yeni dönemi anlatıyor idareci ve öğrencilere.
Gerisini Bolulu’dan dinleyelim.

“Bastonlu Bakan"*

Son sınıf öğrencisiydim, yardımcı iş kolum yapıcılıktı. Dinlenceye çıkacağım zaman, yarım kalan bir binanın tamamlanması için çalışıp çalışamayacağımızı sordu yönetim. Yüksünmeden razı olduk.
O binanın kaba sıvasını yapmakta olan öğrencilerden birisi de bendim.

Milli Eğitim Bakanı geldi dediler. R. Şemsettin Sirer’miş gelen. Ufarak boylu, kara giysili, kara melon şapkalı, badem bıyıklı, eli bastonlu bakanla arkasındakiler, çalıştığımız iskelenin altına geldiler. O badem bıyıklı adam, iskelenin altından yarım ağızla:

- Kolay gelsin, dedi. Öğrenciler bir ‘sağ ol’ çekti.
Sesimizin tonu gür çıkmamış, ona az gelmiş ki bastonunu bize doğrultarak:
- Sizi yakında amelelikten kurtaracağım dedi.
- Biz amele değiliz, öğretmen olmak üzereyiz, Önceki binaları ağabeylerimiz yaptı. Biz de bizden sonrakilere hazırlıyoruz bu binayı, dedim.
Bastonunu gökyüzünü deler gibi bana doğrulttu kara giysili adam.
- İblis, sen dersini almışsın, senin gibilerinin belini kıracağım, dedi. Gelenler hemen binanın köşesini döndüler.

Bana doğrultulan baston bir tür sopadır, korkutma aracıdır. Baston 18 yaşını süren öğrenciye mi Türk devrim ve aydınlanmasının ana ayaklarından Köy Enstitüsü eğitimiyle çağdaşlaşma girişimine mi doğrultulmuştur?”
Bakan ayrıldıktan sonra, enstitü müdürü Enver Kartekin, çiçeği burnunda öğretmen adayı 18’lik Bolulu’yu gözlerinden öperek kutlar cesaretinden dolayı.


Kitapta daha onlarca birbirinden güzel, anlamlı anı var. Okumak gerek.

 


*Köy Enstitülülerden Biri, Kanguru Yayınları 2011

https://www.insanokur.org/omurgasi-celik-sekseninde-bir-afacan-osman-bolulu-celal-ilhan/


 

Etiketler:

Yorumlar (0 )