DÜŞÜNCEYİ SEKTİRMEK DÜŞÜNÜŞ EKENEĞİ AÇMAK

DÜŞÜNCEYİ SEKTİRMEK DÜŞÜNÜŞ EKENEĞİ AÇMAK

         

 

DÜŞÜNCEYİ SEKTİRMEK, DÜŞÜNÜŞ EKENEĞİ AÇMAK


Deneme Türü Nereden Geliyor?

Deneme dendi mi Montaigne (1533- 1592) akla gelir. Denemenin babası Montaigne,  Avrupa’da, Ortaçağ’dan sonra hümanizmin etkisiyle ortaya çıkan, klasik kültüre dayanarak gelişen bilim, sanat akımı anlayışının savunucularından  ve Rönesans (XV, XVI.yy.) yazarlarındandır. Çağı; eski Latin, Yunan yazılı kaynaklarının incelenip irdelenmesiyle oluşturulan yeni anlayış ve kültürün,  toplumsal, düşünsel bir değişimler çağıdır. Siyasal erk (iktidar),Tanrı adına elinde bulunduran hükümdarların elinden  yeni bir toplumsal sınıfa, kentsoyluya (burjuvaziye) geçmiş: Siyasal erkin, ekonominin el değiştirmesine koşut olarak; dünyaya bakış, düşünüş, yönetsel düzen de değişmiştir. Bu değişim, Rönensans’ı hazırlamıştır. Rönesans’la başlayan keşiflerin, buluşların; iktidarın Tanrısaldan insansala aktarılışının, iktidarın soyluerkinden (aristokrasiden) yeni bir toplumsal sınıfa (kentsoyluya), anlayışa ve kültüre geçmesinin temelinde, yazılı kaynakların incelenmesi ve hümanizm yatar. Yazılı düşünüş, inceleyici, irdeleyici düşünüştür: Aydınlanma çağını (XVII ve XVIII .yy.) hazırlamış: Tanrı-dünya ve doğa ve insan kavramalarına yeni bir bireşim getirmiş; felsefede, yazında, sanatta ve siyasette değişimler yaratmış; aklı temel almış, akıl aracılığıyla  bilgilenip özgürleşmeye yol açmıştır.

Deneme türünün ortaya çıkışına neden olan bu değişim ve gelişimlerdir.

Montaigne Denemesi

Montaigne’in ilk denemeleri;  ihtiras, sadakatsizlik, acı, ölüm gibi  kişisel konu edinir. Dinselden, skolastikten sıyrılmış değildir, henüz. Sonraki demeleri de ‘ben’den (kişiselden) yola çıkar. “Eğer kendimizi bilmezsek, neyi bilebiliriz ki?” der. Doğrudur: Her yerde bir insan vardır, her insanda bir dünya vardır. Dünyada gelişim ve değişim adına ne ki varsa; insanın beyninden, elinden yeşermiştir.  Bir insanı anlatmak, bütün insanlığı anlatmaktır. İnsanın süregelen, süregiden hallerini anlatmaktır. Son demelerinde Montaigne bağnazlığa karşıdır, kuşkucu (şüpheci)dur. Montaigne, zihnin her şeyi kesin olarak bilemeyeceğini ileri sürer. Bilgiye, bilgeliğe giden yolun insandan olduğunu söyler ki:  Bilimsel düşünüş,  üretici yazın ve sanatın yaratıcılığını imler bu! Bugün ulaştığımız bütün bilimsel, sanatsal değerlerin yaratılmasındaki temel de budur. Hatta daha ilerisini arayışımızın da çıkış noktası. O nedenle, Montaigne, ‘denemenin babası’ tahtını koruyor.

Yazınsal Türler İçinde Deneme

Günümüzde, aşağı yukarı, bütün yazınsal türlerin, kesine yakın tanımı yapılmış olsa da şiir ve deneme tanımında kesin  bir uzlaşı  görünmüyor. Niçin?  Şiir; çalımlıdır; “Başlangıçta söz vardı.” diyorsunuz, “O benim!” diyerek öyle tafralı sallar ki bayrağını, görmeyin! “İnsanoğlunun ilk ezgi/koşuk dili benim!” sözü düşmez ağzından. Düzyazı türlerini, dölü sayar, analık taslar, biraz da haklı mı ne?  “Anayım!” derse de hiçbir erkekle halvet olmamış kız oğlan kız. Meryem’den önce Meryem; yalvaç anası, Tanrı eşi…O, ne fettan, ne kösnülü kızdır o! Bütün şairlerin ‘imkânsız sevgilisi’… Yüzyıllardır ardına düşmüş şairlerden hiçbiri, halvet olamamıştır bu haspayla. Ele avuca gelmez, tanıma sığmaz, kuralını kuramını kendisi koyan, yöntemini kendisince değiştiren… Tanımsızlığından, belli kurala, kurama çakılmamışlığından ötürü sürekli özgür kalan… Özgürlük susamışı insanoğlunu ardından koşturmasındandır albenisi, özgürlüğü. Kesin tanımı yapılsaydı özdeksele, düz anlatıya dönüşür, nitemini yitirirdi şiir.

Denememiz üzerine yazanların; (Suut Kemal Yetkin, Vedat Günyol, Orhan Burhan,  Melih Cevdet Anday,  Selahattin Hilav, Emin Özdemir,  Uğur Kökten,  Doğan Hızlan, Gürsel Aytaç, Atilla Özkırımlı, Murat Belge, Zeki Coşkun ) denemeyi tanımlarken ‘kesinlemeye gitmemek, kişisel görüş belirtir, konuşur ve söyleşir gibi  özgürce yazmak’ konusunda birleştikleri görülüyor:

Yazarının  ‘ben’ini odak almış, bir kişinin ağzından konuşuyormuş gibi görünse de, bir insanda bütün insanlığın saklı oluşundan ötürü, kendinizi kolay bulursunuz denemenin içinde.  Özel alanı yok sanırsınız, ama bütün alanlara giriş vizesi vardır elinde, peşin.  Özgür yapı, denemenin omurgasıdır, kurallarının ağını parçalar geçer; sizi de özgür kılar okuyup algıladıkça.  Genelgeçerlikte  görünmese de, dedikleriyle genelgeçer ekeneği açar.  Özel görüşü; sizden, sizler gibilerden kabul alarak genel görüşü  hazırlar. Öznel söyleşme yöntemiyle yaklaşır yanınıza, altan alta, sizi söylüyordur, iç söyleşmelere çeker sizi,  sizinle söyleşirken bütünle bağıntılanır.  Sav’a bağlanmıyormuş örtüsünün  altında saklıdır savı, özel etiketli. O ki sizde, sizin gibilerde kanı oluşturuyordur, onu savsız sayabilir miyiz? Kendi kendine içten söyleşir dense de; her söyleşide düşünce; düşüncede tartışı; tartışı ve düşüncelerin sonucunda doğacak düşünsel kavgalar oluşundan ötürü; aba altından kavgacıdır, tartışıcıdır. Denemede buyurganlık, elbette sırıtır, yakışmaz.  Ama  buyurganlık taslamayan tutumunun altında, düşüncelerinizi, görüşlerinizi -sizin, ayırdımına varamayacağınız ustalıkla- boyutlandırmak, sizi, okuma öncekinden daha üst kimliğe taşımak amacı yatar.

Deneme; yazarının kişisel/içsel ülkesinden insanlığın topografyasına yolculuk: İnsanın coğrafyasına yeni ülkeler katmak, düşünüşüne çevren (ufuk) açmak; yaşam penceresini kuşkunun, arayışın yeline sürekli açık tutmak.  Şiirin alt dokusunda gizlenen, romanın/öykünün koynundan, ara sıra, başını uzatan düşünce; denemede, boylu boyunca karşınızdadır. Öteki yazın türlerine göre daha ökecedir, bilecendir deneme. Feylesof özentisini örtüleyerek söyleşir.  Felsefe var’ın üstüne yeni/kurgusal gerçeklikler ekliyorsa; deneme de felsefe de  kuşkuyu açkı gibi kullanıyor; ikisi de var ötesini yoklayarak mevcuda açılım kazandırıyorsa; düşünceyi sektiren, yeni düşünüş ekeneği açan denemeyi; felsefenin kız kardeşinin  delişmen oğlu, felsefeyi denemenin dayısı sayabiliriz, pekâlâ. Deneme, dayısından esinlenir de, dayısının alanına girmekten sakınır, biraz. İnsan soran, sorgulayan, yerinden ilerisine koşan  varlık değil midir?  Deneme, insanlığın bütün hallerine çengel atıyorsa, nasıl uzak durabiliriz ondan?  Konusunun özgürlüğü; toplumsal, geleneksel, töresel ve siyasal kurallara sıkışmış insanı, neden özgürlük yaylalarına taşıyan kılavuz olmasın?

Yazın türlerinin kimi öğretir, kimi  bilgilendirir, kimileri de kendi içinde yaşatarak, sezdirmeden içinden değiştirir dönüştürür insanı. Denemeyi, bunlardan farklı kılan; belli alana zorunlu olmaması, bağlayıcı kuralları kırması, özgür yapısı, en önemlisi de; kuşkuyu, arayışı araç yaparak düşünce üreticiliğidir. Düşünceyi sektirerek bağlayıcı çizgileri aşıp düşünüş ekeneği açan denemenin, yazın türleri içinde, kendisine özgü, ayrıcalıklı bir yeri vardır.

Düşünce; bilimin, sanatın, insanlık değerlerini edinmiş olmanın; dahası uygarlığın olmazsa olmazı. Denemenin ise ağırlık noktası kuşku ve düşüncedir.  Fakat düşünce deyip ona sarılıp kalmak mı, denemede düşüncenin dozu biçimi nedir? Nereye kadar düşünce, nasıl düşünce?

Oluşturulmuş, edinilmiş düşünce; önceki sorgulamalarla aklın ulaştığı sonuçtur: Ta başına dönme sıkıntısından kurtarır insanı. Hazır çıkış noktası verir size. Önceden üretilmiş düşünceleri bilmek, hazır bir varsıllığı yakalamaktır. Edinilmiş düşünceler, ötesini, önceden deşelemiş soruların yanıtıdır. Hesabın toplam hanesine kaydedilmiştir. Ama “Yeni hesapları nasıl yapacaksınız?” sorusu çıkar karşınıza. İşte burada düşünce, düşünüş, var olan düşünceleri kullanmak üçlemine takılır kalırsınız. Üretken düşünüş dizgesi kuramamışsanız, çıkamazsınz bu cangıldan.

Düşünce ile  düşünüş bir midir, aynı mıdır?  Edinilmiş düşünceler, reçeteleşmiş düşünceler tek başına, önünüzü açmaya yeter mi, her zaman?  Düşünce, irdelenerek edinilmiş birikimlerin vargısıdır. Ona, saptanmışlığından ötürü durağanlık sinmiştir, gizliden. (Süregelen, genel kabul görmüş yargıların, çoğu zaman bizi bağıtladığını düşünür müsünüz bir?) Düşüncelerin dişi olduğunu, düşüncenin düşünceyi doğurduğunu bilmek gerek. Milyarları milyarlara katlayın tohum bekler dölyatağında. Aşılayacaksanız, dölleyeceksiniz.  Ama nasıl?  O düşünüş var ya kıvrak, devingen, sürekli vals yapan, işte onu düşünceyle başgöz edeceksiniz, sonra düşünceyi doğumevine sokacaksınız, bakın ne altın çocuklar doğacak; evirtimin kapısını, nasıl zorlayacak bu tatlı yaramazlar?

Denemeyi özgür yapısı, belli alansızlığı, dil altı tartışmacılığı, kural kırıcılığı bakımından şiirin teyzesinin, arayış macerasına adanmış oğlu; insanın hallerinden yola çıkışı bakımında da öykünün, aşkını arayan kız kardeşi;  Var’ı aşmaya çalışışı ve düşünüş üretişi bakımından da felsefenin sevgili yeğeni saymak, hiç de yakıştırma olmaz, gerçektir.  

Şiir ve denemeyi devingen kılan düşkur (ütopya) ve kuşkudur. Düşlemin, kuşkunun sınırı yoktur. O nedenle şiir ve denemede insanoğlunun özgürlüğe susamışlığını, ileriye özlemini bulursunuz. 

Deneme  Bize Niçin Geç Geldi?

Bir ulusun yaşama bakışı, yaşamı algılayışı, yazılı ve sözlü dil ürünlerine yansır. O ulusun, düşünüş dizgesini  dilsel ürünlerinden çıkarabilirsiniz. Yazılı dil, yazın dilidir. Yazın dili, bilimsel düşünüşe ön açar. Oradan bilimsel düşünüş katına çıkılır. Yazın diliyle ortak düşünüş yaratarak kültür birliğinde bütünleşir; uluslaşabilirsiniz. Uluslaşma, kültürleşme;  dilin ve düşünüş dizgesinin yazıya geçirilmesiyle koşuttur. Yazılı düşünüşe geçebilen toplumlar gelişebilmişler,  uygarlaşabilmişlerdir

732’de yazılı anıt (Orhun Anıtları) dikmişiz. Üzerinde soyut kavramları karşılayan sözcükler var. Soyutu söze yansıtmak, soyut düşünmeye başlamaktır, matematiksel düşünmenin yol ağzıdır. 732’de yazılı anıt dikilebilen bir dilin, çok öncesi olmak gerekir. “ Bazı yeni araştırmalara göre Köktürk abecesi, özgün bir abecedir ve yaratıcısı Türklerdir. Tarihiyse MÖ .V. yüzyıla uzanmaktadır. Nicolas Pepe’nin 1980 yılında açıkladığına göreyse, ‘Eski Türk yazısı diğer seslem (hece/harf) yazılarıyla aynı kökenli ve Sogud,  Arami yazılarından çok eski olmalıdır”. ( Nurettin Koç, Yeni Dilbilgisi, İstanbul 1990, s.26 ) Türk soyları, kabul ettikleri dinlerin etkisiyle, Latin kökenli Türk abecesinden önce,17 çeşit abece kullanmışlardır. Ne yazık ki Selçuklu, Osmanlı Arap, Fars etkisine açık kalmış, Arap abecesini kullanmıştır. Ne demektir bu? Anadolu’ya yazısız gelmişiz, anadilimiz devlet dili olarak kullanılmamış. Cumhuriyet’e, Türk abecesine kadar kendi dilinden, düşünüş dizgesinden eksiklidir İmparatorluğumuz: Devletimizin dili başka, halkın dili başka.

Yazılı dil, mantıksal dildir: Anlamsal, dizgesel, dilsel boşluk götürmez. Yazılı dille özlemlerinizi, duyumsamalarınızı vb. söyleyerek yazın’ınızı yaratırsınız, bilim diline ulaşabilir, uygarlaşabilirsiniz. Kendinize özgü yazılı dili yaratamamışsanız; kendinizi söylemesi gereken diliniz, düşünüşünüz ve yazınınız (edebiyatınız) topal kalır, başkasına öykünürsünüz, başkasından aktardığınız yazın türlerinde dönenip  durursunuz. (Osmanlı’daki yenileşme, çağdaşlaşma girişimlerinin başarısızlığının nedeni bu olsa gerek. ) Dilde, düşünce yenileşmede bu handikapı yaşamışız. Ta ki Cumhuriyete kadar.

Denemeye Geçiş Evrelerimiz

Çağının gerisinde kaldığını sezen İmparatorluk; yenileşmeye, kendisinden ilerideki toplumlardan teknik, yöntem, düşünüş aktarmaya girişmiş.  Bunlardan yazınsal çığır olarak ilki, Tanzimat’tır (1839-1896 ). Dilde, yazımda ufak ufak değişimlere çabalamış, Batıdan örneklenerek kimi yazın türlerini bize aktarmış. Ancak örneklenmeyi aşamamıştır. Kimi yazarlar, yazın tarihçileri, Tanzimat’taki kalem denemelerini, bizde denemeye geçişin kanat çırpışları saysa da, Tanzimat’ta deneme yoktur. Çünkü deneme, tam anlamıyla yazılı düşünüşün, kendisine, çağına, toplumuna ve dünyaya eleştirel bakışın, arayışın, yenilenişin manivelası olan kuşkucu düşünüşün yazınsal türüdür. Osmanlılıkla Batılılığı uzlaştırmaya çalışan Tanzimat’ta gerçek denemenin bulunmayışı çok doğaldır.

Servet-i Fünun (1896-1901), Edebiyat-ı Cedide (1896-1911)  Fecr-i Âti (1909-1912) akımları, değişim, yenileşme özlemlerini yazına dökmeye çalışıyordu. Fecri-Âti  “Sanat bireysel ve saygındır.” derken denemeye yönelen anlayışın ilk tohumunu atmış sayılabilir. Ama dil, düşün, felsefe, deneme ve yazın’ın açılım kazanmasıyla sosyal ve siyasal yapıyla bağıntılıdır. Adı geçen akımların yazarlarından kimilerinin deneme ürünleri verdiklerine bakarak, o dönemlerde, gerçek anlamda, denememizin varlığından söz etmek, pek tutarlı olmamak gerek. Çünkü, o dönemde denemenin ortamı yoktu.

Birinci Meşrutiyet (1876), kuruluşundan hemen sonra Abdülhamit tarafından kapatılmıştı. Padişahın burnu büyüktür, o, Yıldız Sarayında oturuyor diye  yazında  ‘burun, yıldız’ sözcüklerini kullanmak yasaktı. Gazete yazıları, önceden denetimden geçirilmek zorundaydı. Eşi görülmemiş sansür uygulanıyordu. Değil  gidişe ilişkin eleştiride bulunmak; bir tek sözcükten ötürü yazarlar sürgün ediliyor, zindanlara atılıyordu. Böyle bir ortamda deneme olabilir miydi?  İkinci Meşrutiyet ile (1908) Cenap Şahabettin,  Ahmet Rasim,  Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yahya Kemal Beyatlı,  Halide Edip Adıvar vb. yazarlarımızla denemeye yöneldiğimizi görüyoruz. Bunları denemenin öncüleri sayabiliriz.

Türkçe Denemenin Ana Toprağı

Türkçe deneme; Türk Devrim ve aydınlanmasıyla yeşermeye başlamış, yazınsal niteliğini kazanmıştır

Çünkü Türk Devrimi:    

* Öte dünya devletinden ( Tanrısal devletten) dünya devletine,
* Ümmet toplumundan yurttaşlık bilincine,
* Çağın bireyini yetiştirmeye,

Kültür çevremizi değiştirip; çağdaş kültürle ulusal kültürümüzü emiştirerek; ulusal, düşünsel kimliğimizi yüceltmeye,
* Eleştiriye kapalı topluma, eleştirel düşünüş kazandırmaya,

* İlkel tarımdan usa dayanan  (rasyonel) üretime geçmeye,
* Sanayi devrimini gerçekleştirerek, demokrasinin itici gücünü  yaratmaya,
* Ondan sonra oligarşik düzeni aşıp eksiksiz demokratik düzeni kurmaya yönelikti.

Bu isterler yasayla, özlemle yaşama indirilemezdi. O nedenle kılık kıyafetten, abeceden yazıya; Osmanlıca’dan Türkçe düşünüş ve yazışın ana kaynağı anadilini özleştirme ve arıtmaya; toplumsal düzene çağdaş bir biçim vermeye; Kurtuluş Savaşı felsefesinden gelen bağımsızlıkçı, özgürlükçü, laik, hukuka dayalı, sosyal adaletçi devleti kurmaya çalışıyordu. Dipten tepeye birbirini anlayan, birbiriyle elleşebilen, birbirine katlanabilen insanınız olmadan, yapamazdınız bunları. Her türlü siyasal-toplumsal düzen, kendisini kabullenen, özümseyen, kollanmasına korunmasına hazır  insanıyla vardır. Köylü toplumuyla çağdaş bir düzen kuramazdınız.  Kültür kirizmanızı yapacak, uluslaşacak, kültürleşecektiniz. Bunun, insanı olacaktı ki devlet yurttaşıyla; yurttaşı devletiyle barışık olsun, birbirini desteklesindi. Avrupa’nın –kültür birikimleri olan-  İtalya’sında, Almanya’sında  Faşizmin temelleri atılırken, faşizm uygulanırken; Türkiye  çağdaşlaşmak için, önce eğitim seferberliğine girişmişti.

Nasıl bir Eğitim?  Atatürk: “ Eğitim ve öğretimde uygulanacak yöntem; bilgiyi insan için  gereksiz bir süs, başkasına üstün gelme, dolayısıyla başkasını zorlama aracı ya da uygar bir zevkten çok, yaşamda başarılı olmayı sağlayan, geçerli uygulanabilir donanım ve güç durumuna getirmektir.” diyordu.  Ve ekliyordu: “Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür.”

Gece mektepleri (halk okulları) açıldı. Halka okuma yazma öğretiliyordu. Halkevleri kuruldu: Gazetesinden kitabına,  tiyatro temsillerine kadar birçok etkinlikle halk eğitilmeye çalışılıyordu. İllerde ‘Vilayet Matbaaları’ vardı. Halk, Cumhuriyetin atılımlarından, dünyadan haberli kılınmak isteniyordu. Tercüme Bürosu kuruldu. Doğudan Batı

dan kitaplar çevrildi. Dünya klasikleri Türkçe’ye çevrildi. Çağdaş  düşünceye ilişkin kitapları basan yayınevleri desteklendi. Köy Enstitüleri kuruldu.

Köy Enstitülerinde köylü çocukları:

Yarara dayalı iş içerisinde eğitiliyor,

* Okulun yönetimine katılarak yönetilme, yönetme deneyimi  kazanıyor,

* Yaşamını ulusal kültür değerleri üzerinden geliştiriyor,

* Dünya klasiklerini ve çağdaş yazını okuyor; dünyanın gidişinden haberli oluyor, bir yandan da kafasını besliyor, yüreğini inceltiyordu.

* Okulun her işini  öğrenciler kotarıyor, yaşamlarını çekip çevirmeyi öğreniyorlardı.

* Okulda, 15 günde bir yapılan eleştirel etkinliklerle sorma, sorgulama bilinci ediniyorlardı.

* Bu, çağdaş birey olmak demekti. Böyle bir eğitimden, elbette çağıncıl kişilik modeli çıkacaktı.,

Ayraç içinde belirtmek gerek: Köy Enstitülerinin eğitim dizgesi, bize özgü bir eğitim dizgesidir. Dünya kültürüne Türklerin katkısıdır. Yabancı ansiklopedileri açtığınızda; Türk Devriminden ve Atatürk’ten, Köy Enstitülerinden söz edildiğini, Nâzım’ın, Aziz Nesin’in adlarını görürsünüz. UNESCO; gelişememiş ülkelere, eğitimle kalkınma modeli olarak Köy Enstitülerini salık vermiştir.

1955’te, Türkiye’de okulsuz köy kalmayacaktı. Köy Enstitülerinden yetişenler; çeşitli savaşlarda şehit ya da gazi olmuş insanların köyüne Türk bayrağını götürdüler. Köylüye, yalnız abece öğretmeyeceklerdi: İş, üretim biçimi bakımından köylüye örneklik edeceklerdi. Köyün yaşam düzeni, üretim biçimi değişecekti. Üretim biçimiyle anlayışı da değişip gelişen halkın dili açılacak; malını satmak için yol, su elektrik isteyecek; köy kent arasındaki ayrımın kaldırılması için yönetimi zorlayacak; isterleriyle tepeyi zorlayan tabanın ve yönetimin, birbirini anlaması ve uzlaşmasıyla, demokratik düzenin kurulmasına ön açılacaktı.

Dünün kara kuru oğlanları, başı yazmalı kızları, sorgulayıcı tavırla işe başlayınca, duruk düzenin rahatı kaçtı. Önce arkasız köy çocuklarının üniversitesi Köy Enstitüleri kapatıldı. Giderek dünya klasiklerini yardımcı kitap olarak okuyan liselerden felsefe, mantık, toplumbilim derslerini kaldırdılar ya da körelttiler, çarpıttılar. 

Çağdaş, laik eğitim düzeni, niçin tersine çevrildi? Türk devrim ve aydınlanmasından niçin cayıldı? Bugünkü açmazımız nereden kaynaklanıyor? Sorularının yanıtını konumuz içinde aramak, konumuzun dışına taşmak olur, diyerek bu soruların yanıtını sosyokültürel araştırmacılara bırakalım da… Toplumsal kirizmasını yapmış, aydınlanması gerçekleşmiş, yetkinlikle işlenmiş dilin, özgür düşünüş ortamının yazın türü, deneme; böylesi bir geriye savruluşta, istenilen boyuta ulaşabilir miydi? Aydınlamadan cayılmasına karşın, yazınımız, denememiz; kendi üstümüzden ve dünyadan katkılanarak sürüp gidiyorsa, yazarlarımızı, düşünürlerimizi kutsamak; Kurtuluş Savaşı imecesinden gelen düşünüş dizgemize, yeniden sarılmak gerekir.

    

2006 Edebiyat Yıllığı

Etiketler:

Yorumlar (0 )