YAZARLIK BİLİNÇ VE SORUMLULUK GEREKTİRİR

YAZARLIK BİLİNÇ VE SORUMLULUK GEREKTİRİR

      

 

YAZARLIK BİLİNÇ VE SORUMLULUK GEREKTİRİR


Yazma eylemini; insanı uyarmak, sarsmak; insana yeni duruş  kazandırmak; düşünüş ekenekleri, yeni çevren açmak; dili ve düşünceyi yazınsalın tezgâhında ince ince dokumak; insanı daha da insanlaştırmak işçiliği, özeni sayan yazarların -yerli, yabancı-  göçeninden de yaşananından da yararlandım, katkılandım.  İnsanlığın duyarlı yüreği, sorgulayan usu (aklı), irdeleyen mantığı,  insana yönelen kötülüğe karşı ayaklanan duyarlığı, insanın acısını/sevincini söyleyen ağzı; yazarlar, düşünürler, sanatçılardır. İnsanlık değerleri olarak, neler varsa elimizde, onların üretimidir, bize bağışıdır.

Yazarlar arasına sığınmış kimileri;  dağda çobanın ırlaması gibi, özel türküsünü çığırıyor, başkalarını yansılıyor, birinin izleğinden koşturmayı yol almak sanıyor, şuradan buradan  apardığı bilgi kırıntılarını aktarmakla  yetiniyor. Çala kalem,  aklına eseni, özel duygulanımlarını yazanlara sataşmayı gerektiriyor bu konu. Önce kendisini, sonra nerede, hangi koşul ve konumda olduğunu keşfedememişlere açık o kadar dergi, gazete var ki,  oralarda, döktürüp duruyorlar. Ola ki, boşa çırpınışlarının ayrımına varırlar da;  bireysel, ulusal ve evrensel bilince ulaşabilir, uyanır, kendilerini onarırlar; yazarlığın bilinç, sorumluluk gerektirdiğini kavrarlar diyelim. Hani, belki de ilk kanat çırpışlarındadırlar.

Burnum o kadar uzun değil. Başkasına yön verecek, öneride bulunacak yetenek ve yetiklikte görmüyorum kendimi. Yıllardır bir özenci titizliğiyle kendimi arıyorum ben. Kaç kez yazdım: Ben yazarlık, şairlik, dilcilik, denemecilik  savında değilim. Yazın içinde insanlaşmaya; ham geldiğim dünyadan, geldiğim gibi göçmemeye;  hazır bulduuğum insanlık değerlerinin kalıtyedisi (mirasyedisi) olmamaya; var olan değerlerini korumaya, becerebilirsem katkılamaya çabalıyorum.

“Her yazar, kendisini yazar: Dünyaya, insana, olgulara, kendi evreninden bakar; dıştan algıladıklarını, beyninin tezgâhında dokuyup üstüne kendi damgasını vurduktan sonra, sanatsal ürün olanak sunar yazın alanına. Bir yazarın düşüncesi, duyarlıkları, yaşama bakışı ve yazış biçemi, özyaşamının derinliklerinden alır özsuyunu. Buradan bakınca yazara; derinde yatan kişilik oluşumunun etmenleriyle, yazarın ürünlerinin bağdaştığını görürsünüz.Yazarın, o dipteki duyarlığının, edim ve tutumunun ipuçları ürünlerindedir.(*)”  Her yazar, kendisini yazarken, gerçekte kendi ekin ( kültür) ikliminin türküsünü söyler. Toprağının, insanının acısıyla kıvranır, sevinciyle kanatlanır. Öyleyse yaşamımızdan, ülkemizin özgül koşul ve konumundan yola çıkacaktım ki: Ulusum; benim gibi bireylerinin çaba ve üretileriyle insanlık ailesinin  saygın öğelerinden biri olabilsin, dünya karşısında ezik düşmeyelim, insanlık  imecesinde, değerli bir yerimiz olsun. Eşitliğin ortak paydasında buluşalım bütün dünyayla.

Başkalarının işine karışmak,haddime düşmemiştir anıştırması yaptım ya, iyisi mi, kendimi söylemekle yetineyim:  Bir tütün tarlasında doğmuşum, bir toprak dam bile nasip olmamış, yalınayak öküz güttüğüm tarlalarda sol ayağımın başparmağındaki yaraya kurt düşmüş, sonraları,  bunu anlattım diye tutuklanmışım. Üç liralık vergiyi ödeyemediğimiz için, ala tosunumuzu, vergiciler götürdüğü zaman başında saatlerce ağladığım tepe kıraçlığını koruyor. Köyüme vardığımda yaştaşlarımın göçtüğünü ya  da iki büklüm  olduklarını görüyor; “ Onların payını mı çaldım?” düşüncesiyle yüreğim eziliyor. Öğretmenlik yaptığım yerlere uğrarım, ara sıra; bırakın oldukları gibi kalmayı, daha da çoraklaşmış, insan dokusu bozulmuş; güven yitmiş, umutlar solmuş.Halk bitkin, yorgun, yoksul.

Yazmaya, 1950’den önce başlamıştım,  63’ten sonra araya, 30 yıllık bir savsaklama girdi.

Neden? Yerli, yabancı kaynaklardan beslenip bizdeki ve dünyadaki sosyal, siyasal olayları inceleyip algılanmaya başladıkça Kurtuluş Savaşı  ulusal imecesini, Mustafa Kemal Atatürk’le girdiğimiz uluslaşma, ekinleşme sürecini, doğrusuyla, gerçeğiyle yerli yerine oturtabiliyor, dünyaya ve kendimize, nesnel bakabiliyordum.Çağdaşlaşma sürecimizin önü kesildikçe, darbeler yaşandıkça, sosyal adaletçi devlet yapımız, kıyın kıyın budanıyor;  eğitimimizin yüzü, bu dünyadan öte dünyaya çevriliyordu.  Kurtuluş Savaşından sonra umutlanan halk unutulmuş, uluslaşma, ekinleşme sürecinden cayılmış, boş inanç bilime yeğleniyordu. Siyasaya anamal egemendi, yalan talan, vurgun soygun gittikçe alan kazanıyor, etkisini yoğunlaştırıyordu. Kendimi,  sosyal çalkantıların içinde buldum. Öğrencilerim öldürülüyor, arkadaşlarım hapsediliyor, her kıpırdanışımda işsiz aşız bırakılıyordum. Başkaldırı, eylem, acı, sürgün, işten atılma ile geçen otuz yıllık çalkantı dönemi, sanırım beni daha da pişirdi. Bilincimi pekiştirdi, neye zorunlu olduğumu öğretti.

Yeniden yazıya dönebilmek için iki yıl uğraştım. Neyi, nasıl, kimi, niçin yazacaktım? Kendimizi söyleyecektim de, bir de başka dünya vardı. Onun, bizi Kurtuluş Savaşı felsefesinden geriye sürükleyip Lozan öncesine taşıma oyunları sürüyordu. Aymaz siyasa egemendi ülkemize, sözde Atatürk’ün yolunda olanlar da, Mustafa Kemal Atatürk düşünüş dizgesini kavramış değillerdi. Dünyanın ilk bağımsızlık savaşıyla mazlum milletlere örnek ve umut kapısı olmuş Cumhuriyetli kazanımlarımızın kökü kazınıyordu. Köyünde ilkokul açılabildiği için Köy Enstitüsüne girme, daha sonra yüksek öğrenim yapma olanağını bulmuş Osman Bolulu’nun tek başına kurtuluşu yeter miydi?  Çektirilen acılardan ders(!) alarak, yağmacı düzenin uslu yurttaşı mı olmalıydım? Dedelerim Karadağ savaşların katılmış, Babam Balkan’da yaralanmış, iki amcam Kurtuluş Savaşında şehit olmuş. Köyüm, 1228’de Anadolu’ya yerleşmiş Türkmen oymağından. Böyle bir geleneğin, ekinin çocuğu olarak, onlara borcum yok muydu? Gerçi Köy Enstitüsünde geçirdiğim beş yılın sabahlarında  bir bardak çayımsı  sıcak suyla sekiz zeytinden yukarıya çıkmadı sabah kahvaltılarımız. Ekmek bulamayıp patates, bulgur pilavıyla doyunduğumuz günler oldu. Eğitim ülkü eri olarak çalıştığım yıllarda az acı çekmemiştim. ‘Yeter artık!” diyebilir miydim? Ulusal bilincimin gereğine mi koşulacaktım? Sanıyorum bu bilincin tohumları, ben- o zamanlar- dillendiremesem de kökenimde vardı, öğrenim sürecimizde, bizlere verilmeye çalışılmıştı. Zorlukların çetelesi olan yaşamım, o bilinci tam gerçeğiyle kişiliğimde somutlaştırdı; edim, tutum olarak ilkeleştirdi. Ulusal sorumluluk, namus borcu oldu, severek kabullenilmiş zorunluluğa dönüştü. ‘Sorumluluk duyuyorum, öyle varım’ diyordum. Teslim olursam yiterdim. Ancak sabır ve dirençle ayakta kalabilirdim. Acılarımı, acılarımızı söylemezsem hem kendime hem kaynağıma hayınlık etmiş olurdum.  Böylesi, kaynağına borçlu kalmaktı, ayıptı.  Böyle ayıbın acısını çekmektense, insanca acılarının onurunu yeğledim.

Ulusalıma bağlı kalacaktım elbet. Ama  yeryüzü, tek ulusun değildir. Dünyadaki hiçbir birikim, bilim, uygarlık tek bir ulusun yaratımı değil. İnsanlığın ortak emeği, birikimi. Geleneği, geçmişteki uygulamaları, tarihsel serüveni insanlık değerleri bakımından sicilinde insanlık suçu ,en az olan topraklardan birisidir Türkiye coğrafyası,  en eski uygarlıkların yeşerdiği bölge. Halkı da coğrafyasının ve yaşamın zorlamasıyla, taşıdığı ekinle üstüne geldiği ekini emiştirmiş insanlık alaşımı. O halktan sürmüş, süzülmüş bir aydın olarak evrensel dokunmuş yerli işi olmak yakışırdı bana.

Yukarıda söyledim ya, her yazar gibi kendimi (bizi) yazmayı yeğledim.  Kendimi söylersem, ulusumu söyleyebilirdim: dünyanın her yerinde – kirli politikacıların dışında-  bütün insanlar, aşağı yukarı, birbirini andırır.Buradaki ben’i söylemek yüzünü görmediğiniz öteki ben’leri söylemektir.  Ayrı coğrafyalardaki ben’lerin, uzak ben’leri söylemesi, insanlığı birbirine yaklaştırır, bütünleştirir. İnsanlığın acıları sevinçleri ortaktır. Aldanmayın, bilimin verilerini aparıp, bilimin dölü uygulayımbilimin ( teknolojinin) gücüyle insanlığı tek renkli, tek muhtarlı köye dönüştürme baskılarına, insanlığa, para imparatorluğunun köleliğini barış, uyum diye yutturmaya çalışmalarına. Barış; eşitler arasında olur; uyum;  bir yanı ağır basmayan karşılıklı kabulün dengesinden doğar. Bütün dünyadaki gerçek yazar, düşünür, sanatçı, insanlığı, kendi renklerini yitirmeden, kendilerine özgü kokusunu uçurmadan, insanlık orkestrasının esenliğine çağırıyordur. Dünyanın bugün yaşadığı trajedi, yazarların, düşünürlerin, sanatçıların kurmaya çabaladığı o güzelim yapıyı yıkıp onun  yerine çıkar kulelerini kurmak

Ayağı yerli gözü evrensel dil, düşünüş işçiliği; bilinç ve sorumluluk gerektirir yazarlık.

 

Ardıçkuşu 99.s. Haziran 2007
Akköy Dergisi - Söke

(*) Ahmet Miskioğlu Kitabı: Osman Bolulu, Kum Y.

Etiketler:

Yorumlar (0 )