GÖRKEMİN GÖLGESİNE SIĞINMAK

GÖRKEMİN GÖLGESİNE SIĞINMAK

 


GÖRKEMİN GÖLGESİNE SIĞINMAK

Dilimizde kullanım sıklığı azalan sözcüklerden ‘debdebe, haşmet, ihtişam, şaşaa, tantana’nın çağrıştırdığı ‘parıltı’dan sıyrılamamış mıyız ne? Bunların yerini dolduran -Türkçe- Görkem’in; göz alıcılığına, gösterişliliğine de mi bulaştırmışız parıltı tutkunluğunu?

Yüzeysel rahatımıza düşkün, kolaya yatkınız ki, ne nedir, araştırmadan, incelemeden; önümüze sürülen görkemliye, kolayına teslim oluyor, gölgesine sığınıyoruz, hemen.

Gösterişli ve göz alıcının, albenisine kapılır, hayran oluruz görkemliye. Hayranlık, yarattığı aşırı istek ve tutkuya bağıntılılığıyla; başka duygu ve değerlerimizi emer mi diye düşünmeden, önümüze sürüleni hemen kabul ediveriyoruz.

Düşünme için; duyum ve izlenim, tasarıdan ayrı olarak aklın bağımsız eylemi denir ya; doğadan gelişimizden olsa gerek; benim düşünüş dizgemin içinde doğasal gözlem ve izlenimler de vardır: Meyve bahçemizde yaşlıca ağaçların dallarında ökseler görürdüm. Yapraklar sararıp döküldüğü halde ökseler yeşilliğini yitirmez, kışın soğuğuna  direnirdi. O asalak, gücünü nereden alıyor diye düşünürdüm. Ökseye tutulmuş ağacın tezden kuruduğunu görünce, öksenin, ağacın kanını emdiğini anladım.

Kimi kavramlar; öteki kavramların üstüne binerek gösterişliliklerinin, çekiciliklerinin kanını, canını  onlardan mı emiyorlar ne?  Düşünürken, yazarken aklımı kurcalar bu! Marazlı mı düşünüyorum, başka bir düşünüş yolu mu açıyorum, onu bilemem.

İğne ucu kadar değer yaratanı ululamama karşın, görkemliden çekinirim: Gölgesinin karanlığında yitecekmişim gibi. Dikkatimi uyanık tutmaya, görkemliye eleştirel bakmaya çalışırım. Bu konudaki korkularım, adları yaldızlanmışları, şöyle bir salladığımda, çıkardıkları boşluk seslerinden gelmiş olmalı.

Kolaycılığın, rahata yatkınlığın kuşatmalarını yarıp daha üstün değerlere nasıl ulaşılabilir, gözümüzü kamaştıran görkemliyi nasıl aşabiliriz, hiçbir görkeme tutsak kalmamak için ne yapmalı sorularının çengeli, beynimi tırmalar durur.

Görkemlinin karşısında apışıp kalışımızın, onun gölgesine sığınışımızın, teslimiyetin yanılgısı nereden geliyor? O görkemli kimin elinde ise, kimin patentini taşıyorsa, onunla bütünleştiriyoruz görkemliyi. Görkemlinin patentini alanı, tartışılmaz egemen sayıyor, buyruğuna girmekten  sakınmıyoruz. Doğru mu dersiniz? Babasının malı mı, o görkemli, patentini tekeline almışın?

Düşünce; dünyanın her yerine ve zamanına saliseden daha hızlı ulaşır, onu kimse engelleyemez, tekeline alamaz. Düşünüşlerle yaratılan uygarlık değerlerinin, bilimin, bilimin yaşama indirilmişi uygulayımbilimin, birilerinin elinde ağırlık kazanmasına, görkemine aldanmamalıyız. Uygarlık da bilim de bütün insanlığın ortak birikimindendir, bütün insanlığın emeği/payı vardır, o kazanımlarda.

İnsanlık değerlerinin, bilimin, uygulayımbilimin; tarihsel çarpıtmalarla, kurnazlıkla  birilerinin egemenliğine yığışmış görünmesine aldanmak, insanoğlunun, ortak emeğini görmezden gelmektir. İnsanoğlunun, bu yolda çektiği acıları unutmaktır. Nereden sağdılar, o değerlerin, yaratıların yapılanmasında kullandıkları gücü, özdeksel kaynakları?  Dünyayı güdümüne alma çılgınlığına kapılanlar, insanlığın birikimlerini ellerine  geçirmişler, ondan aldıkları güçle, bütün dünyayı dövüyor, insanlığın bir kesimini, sultalarına boyun eğdiriyorlar. Buna aldanmak, saflığı aşar. Daha kestirmesi, insanlığın birikim, kazanım  ve  deneyimlerinin  inkarına götürür bizi.

Dediğimi somutlamak gerekirse, egemenliklerine aldıkları, elekrometal araçlar, derim. Dijital araçların görkemini, onu tekelinde tutanın görkemi mi sayalım? Yoksa insanoğlunun doğanın kuşatmalarını aşa aşa, tarihin  karanlığını yara yara yarattığı değerlerin, deneyimlerin, birikimlerin –bugün için- son aşaması mı sayalım? Aralarındaki farkı göremezsek, insanlığın, birilerinin çıkarına sürü, iş kulu, sömürü kaynağı yapılmasına yol vermiş oluruz. İnsanlığın, bir görkemin gölgesine sığınıp kalışı, insanlığın yarattığı ortak değerlerinin yaşam cümbüşünden sapması, kendisinin sonu olmaz mı? İnsanlık, evrensel bir ortaklıktır. Dünya kimsenin iyeliğinde değildir. Dünya varlıklarının tapusu, geçmişi, bugünü ve geleceğiyle bütün insanlığın üzerine kesilmiştir.

Şu anda, dijital araçlardan bilgisayarın başında yalnızım, yadırgar bakışlarınızı görür gibiyim: Elektrometalin rehavetine teslim olmadığım için: “Şu çağını kavrayamamış dinozora bakın!” dediğinizi duyuyorum. Ben de size diyorum ki: “ Kolaylık sağlayan o araçların yaratılmasında, insanlığın ortak emeğini unutmayınız. Salt güncelini değil, insanlığın gelmiş geçmiş ve gelecek bütününü de düşününüz lütfen. İşte, o bilinçle, olanı biteni usumuzun terazisine vurarak bakalım; olgulara, araçlara ve dünyada nelerin olup bittiğine, kimin neyi, niçin yaptığına, insanlığı nereye sürüklemek istediğine.”

Sayısal iletişim araçlarına düşman mıyım? Yok canım sende!  Önce karalamasını yapıp,  kalemle düzeltip daktilo ederek yazmaktan kurtuldum. Düşünüş akışım bozulmadan, suyun akışı gibi rahat yazıyorum, sözümün  bağlantıları kopmuyor, düşünüşüm kekelemiyor. Yazma kekemeliği  yaşamıyorum. Ama… Ama’sı şu; daktilo takırtısından kurtuldum diye, kolaylığına aldanıp, sayısal (dokunmatik) iletişim araçlarının mekanik takırtılarına teslim mi olacağım? İnsanoğlunun, yarattıklarına teslimiyeti, kendisini nesneleştirmesi değil mi? Yakışır mı insana?

“Eee, öyleyse?..” diyorsunuz şimdi de. Onu da duyar gibiyim de…  Görüyorum ki, sayısal araçların egemenleri dünyayı ve evrensel insanlık değerlerini paramparça ediyor, tarihi saptırıyor. Çıkışılmaz bir vahşetin pençesine düşmüş insanlık. İnsanlık birikimlerinin dölü elektrometal  araçlar, onu yaratan insanın yıkımına mı kullanılmalıydı? Mekanik araçların görkemine yatıp kalacak mıydık, insanca tepkilerimiz olmamalı mıydı?  Bu kuşatma karşısında insanca bir kalkışmaya geçmeyecek miydik? Bir güce teslim olacak idiysek, tarihin dibinden bugüne, niçin o kadar emek vermiş, niçin dayanılması zor acıları çekmişti insanlık? Bunları unutursam insan sayılmayacağımı düşünüyor, insanlık tarihine bakacak yüzüm olmayacağını görüyor, utanmalı kalıyorum, kaskatı…

Nereden çıkardın bu kuruntuyu demeyin. Sayısalın/mekaniğin gölgesine sığınıp kalırsak; özdeksele takılacağımızdan, düşlerimizin kuruyacağından, edebiyatın da sanatın da bundan eksi katkılar alacağından korkuyorum. Elektometal araçları, önceki kazanımlarımızın üstüne açmış bir kolaylık çiçeği sayıyorsak ve öyle algılayıp, insanlık yararına kullanabileceksek, onun görkemine sığınıp kalmayacaksak, ne diyebilirim size? Gelin öyleyse el ele, omuz omuza, daha da insanlaşmaya doğru!..Hiçbir görkeme teslim olmamak; insanlığın kendi yolunu ışıklı tutma özeni/titizliği değil de nedir?...

Küçük bir ek mi desem, itiraf mı desem:

Kırk yıl daktilo kullandıktan sonra bilgisayara geçtim. Memnunum. Ama bilgisayara ‘Nermi’ dedirtemedim. Onunla kavgalıyım: “Sen, ancak  kurgulandığın kadarını yazarsın. Çünkü düşünüş dizgen yok. İnsan Kasparov, seni satrançta yendi. Benim bilgisayar cahilliğimle alay edemezsin. Ben seni yaratan, kurgulayan insan soyundanım.” diyorum.

"Bir asalaktan yola çıkıp, neler söyledin, ne yargılar çıkardın?” derseniz, size darılmam. Otsu bir nesneden kurtulacak kadar aklım, gücüm yok mu ? Asalağı yenemeyen toplum, asalaklara yenilsin mi, derim ben de..

Mekanik araçlar, insanoğlunu ağır işlerden kurtardı, güzelliklere olanak yarattı.  Ama, bu arada, mekanik kafalar, dünyaya, salt özdekselinden bakarak, iç güzelliklerimizi kurutacak mı diye korkuyorum da, ondan uzun ettim sözü. Benimkisi, edebiyatsız, sanatsız, düşsüz insan, susuz ağaç gibi kurur ürküsü!

 

Çağdaş Türk Dili 204.s. Şubat 2005

Ağın

(*) Ökse: Elma, armut, erik, kiraz gibi ağaçların dalları üzerinde yaşayan, üzüme benzer yemiş veren asalak.

 Ökse’nin başka anlamları da var. Bitkibilimdeki adı ökseotu’dur. Biz kan emen, sömürgen, engel çıkaran olay ve durumlar için de - aktarmalı- olarak kullanırdık ökse sözcüğünü

Etiketler:

Yorumlar (0 )