KİRLİ (2) TEMMUZ (1993 )'UN ÖNÜ VE SONU

KİRLİ (2) TEMMUZ (1993 )'UN ÖNÜ VE SONU

 

 

KİRLİ (2) TEMMUZ (1993)'UN ÖNÜ VE SONU

 

Günümüzden Birkaç Kesit:

•"Pir Sultan Abdal Derneği'nin SİVAS KATLİAMI'nı kınamak amacıyla çıkardığı derginin yazarları 5 yıl hapis ve 15 milyar lira para cezasına çarptırıldı." (Hürriyet GazEtesi, 24 Haziran 1994)

•2 Temmuz 1993'te Sivas'ta Pir Sultan Abdal Şenliğine katılan sanatçılardan 35'i Madımak Otelinde yakılarak öldürülmüştü. Bu olayla ilgili dava, basına kapalı ve davacı avukatlarınca protesto edilmiş olarak Ankara DGM’de sürüyor. Medya, otelin yakılışı sırasında elinde benzin bidonuyla görülen sanığın serbest bırakıldığını gösterdi, yazdı. Sanıklardan henüz cezalandırılmış kimse yok.

•Bir dernekte öğretmenlerimizin 4 saatlik konuşmasını izledim: Konuları Eğitim-İş, Eğit-Sen idi- Karşı tarafı nasıl ezdiklerini, ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. İlkel adamın, avını yakaladığı ya da hasmını öldürdüğü zamanki coşkusu içindeydiler.

•Televizyonlarda, gazetelerde, kurban, derilerinin dinci kesimlerce nasıl toplandığı, bunların nereye gittiği; Bosna- Hersek'e yardım için toplanan paraların nasıl iç edildiği; adil düzencilerin, daha önceki vaadlerinin aksine eylemleri, bunların belediyelerinin antilaik, çağdışı uygulamaları yazılıp duruyor. Fakat bu konuda doğru dürüst bir inceleme-araştırma yapılıp kitap biçiminde yurttaşa sunulmuş değil. Antilaik yükselişten rahatsız olan siyasal kuruluşlar bile, sahte dincilerin içyüzünü sergileyecek malzemeyi, derleyip toparlayıp kullanma, kamuyu aydınlatma, doğruya yönlendirme görevini koşulmuş değil. Suya tirit toplantılar, günlük imza kampanyaları... O kadar...

•Antilaiklerin zorlamasıyla laiklik, Süleyman Demirel’in güvencesine (!) bırakıldı.

Tarih Parsellenmişti

Tarihlerimiz vardı: 19 Mayıs, 23 Nisan, 29 Ekim vb... He pimiz gönenmiyormuşuz bu günlerle; içten içe başka sayılar sayıklayanlar uç verdi, demokrasi oyunlarına soyunduğumuz günlerden beri: 26 Ağustos 1071 (1922 değil.) 29 Mayıs 1453’leri çıkardık/tarihin sandığından. Onur günlerimiz, gönenç kaynaklarımız, ikiye ayrılıyordu ortasından. Tek bayrak, tek ulusun simgesi değil miydi? Ayrı nirengilerden ayrı yollara koşuluyorduk.

"Tarihten önce vardık, tarihten sonra varız." derdik. Tarihin önünde arkasında vardık da içiyle ilgili değildik galiba Tarihleri, sadece rakam olarak algılamaya mı düşkünüz ne? 12 Mart, 12 Eylül... Bunların üstüne tüy diken 2 Temmuz bir son mu?... Öncesi yok muydu? 31 Mart'ı (13 Nisan 1909), 11 Şubat 1925’i (Şeyh Sait İsyanı), 23 Aralık 1930'u (Memendeki Derviş Mehmet kışkırtması) tarihin masasına yatırıp incelemiş, irdelemiş miydi TC devleti, Türk aydını? Aklı ve bilimi devreye sokmadığımız için, belleğimiz, salt kişisel anılarımızla doluydu. Perşembenin gelişi, çarşambadan belli olur deyiminden bile habersizdi, bizim çağcıl kafalarımız.

Mezarcılığın Dipsuyu Nereden Geliyordu?

TBMM, 3 Mart 1924'te üç yasayla çağcıllık yönünde önemli bir adım atmıştı: 1. Öğretim Birliği yasasıyla eğitimin yönetim ve denetimi Milli Eğitim Bakanlığına veriliyordu; medreseli anlayış devreden çıkarılacak, pozitif bilim devreye sokulacak! tek tip, bilimi kılavuz alan yurttaş yetiştirilecekti. 2. Şeriye Vekaleti kaldırılmıştı: Âyet, hadis, içmaî ümmet esaslarına dayalı şeriat dışlanacaktı. 3. Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak din devletin gözetimi ve denetimi altına alınacaktı. 4. Halifelik kaldırıldı, Osmanlı Hanedanı yurt dışına gönderildi: İnsanımıza sultanların kulu değil, yurttaş olacaktı. Fakat başkanlık kürsüsünün üstünde "Hakimiyet milletindir." yazısını asan TBMM, aynı gün büyük bir yanlışlığın temelini atıyordu: Diyanet İşleri Başkanlığının kurulmasına karar vermişti. Din, devletin gözetim ve denetim altında olursa, çağdaş uygulamanın daha kolay gerçekleşeceği umuluyordu. Türkiye'de başka din ve mezhep yokmuş gibi, salt Sünnilik adına yapılandırılan Diyanet İşleri Başkanlığının, giderek devlet içinde devlet olacağı, kendisini kuran Cumhuriyetin temellerini sarsacağı sezilememişti, o zaman. (Diyanet işlerinin resmi bütçesine bakınız, özel gelirlerini tahmine çalışınız: Kaç bakanlığın bütçesi kadar? Bilimsel çalışmalara ayırdığımız paranın kaç katı? Hele bir, bu kadronun içindekilerinin eylem ve tutumlarını, gözden geçiriniz, ne göreceksiniz?...)

70 yıl sonra bir üç Mart daha yaşadık: Antilaik yükselişin ayak seslerini duyan Dernekler, laiklik üzerine toplantılar düzenliyordu. Başbakanımız, laiklik görüntüsüne bürünmesine karşın, bu toplantıları değil; 70 yıl sonra kuruluş gününü kutlamayı akıl eden (!) Diyanet İşleri Başkanlığının toplantısını yeğliyordu. Orada başörtüsüyle fatiha okudu. İslâ"Daha güçlü Türkiye için iki unsur (öğe) gerekli. Bunlardan biri millî birlik ve bütünlük, İkincisi ise bu coğrafyada İslami kimliğin muhafazası." dedi. Görüyorsunuz, İaiklik ve bilim söylemde yok. Diyanet İşleri Başkanı ise "Dini yok sayarak yeryüzü cenneti vaaddeden ideolojilerin insanlığa mutluluk getirmediğine hep birlikte şahit (tanık) olduk." fetvasında bulunuyordu.

Bir tek Mezarcıyla uğraşanlara sormak gerekirdi: 1940'lara kadar köy okullarından din derslerini kaldıramayan (CHP); ( 1946'dan Sonra iktidarın elden gideceğini görünce din sömürücüleriyle yarışa çıkıp imam hatip liselerini, İlahiyat Fakültesini açan (CHP); ilkin din dersini okullara sokan (CHP); köy enstitülerini gözden çıkaran (CHP); Türkçe ezanı Arapçaya dönüştüren (DP); TBMM'de milletvekillerine "Beyler, siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz." diyen (Adnan Menderes); Ömrü boyunca komünizmin fobisinden kurtulamayan, her kışı komünizm kuşkusuyla yaşayan ve yemini aramak için havada  uçan kuşu bile komünistlikle suçlamanın mimarı olan (Celal, Bayar); her konuşmasına ihlas* ile yola çıktık’la başlayan ve "Bana sağcılar suç işliyor dedirtemezsiniz." sözü dillere destan olan (Süleyman Demirel); "Tespih çekenle silah çeken bir olur mu? Türkiye'yi komünizmden imam hatipliler kurtaracak" tutkusuyla Cumhurbaşkanlığı koltuğunu işgal eden (Cevdet Sunay); "Allah’ın ipine sarılın." sözünü ağzından düşürmeyen (Turgut Özal); bütün okullara zorunlu din dersini koyduran (Kenan Evren); her konuşmasına ez'an, bayrak, kur'an ile başlayan (Tansu Çiller) kimdi? Bunlara. tahammül eden, onları alkışlayan hangi toplumdu?.. Ya bilimin sessiz kalışı?.. Ya aydınların dilsizliği, belkemiğini kullanmayışı?..

Yazarçizer, gazeteci, aydın olarak dönüp vicdanlarımıza soralım: Bunlara karşı ne yaptık? İçimizden kimileri bunların dümen suyuna düştü, bunları yedekledi, çarpık düzeni değiştirmeye çalışan, bilimi önder sayan insanlara örülen tuzakları bozmak için hangi çabayı gösterdik, hangi bedeli ödedik?...

Dünya Çalkalandı

Mevcut İdeolojiler, onların yorum ve uygulamaları, insanlığı mutlu etmeye yetmiyordu. Dünya bütünüyle sarsıntıdaydı. Bu sarsıntının şiddeti, ülkelerin ekonomik, teknik ve sosyokültürel düzeyine göre duyumsanıyordu. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğindeki değişim, dünyayı, bir umut rüzgârına kaptırdı. Sosyalist İdeolojinin sadece çarpık bir uygulamasının tökezlediği unutuldu. O ideolojinin zorlamasıyla birçok sosyal hakların kazanılmış olduğu gözardı edildi. Tek başına kalan kapitalizmin sırtlan dişlerinin daha neleri öğüteceği, hiç düşünülmedi. Liberalizm çadırının, uyduruk oksijen çadırı olacağı, hiç mi hiç akla getirilmedi. Hele ülkemizde uyduruk liboşlar, vizyon sahibi sayıldı/ulusal bağımsızlığımızın önderinden öne çıkarıldı. Kurtuluş Savaşımız bile küçümsenir oldu. Türkiye'yi çağdaş yöne itmedeki emekler, neredeyse, kökü inkâr sayıldı. Dünya bir yanılgıdaydı, bizse şaşkınlıkta. Bizdeki liboşlar göbek havasına durmuşlardı. "Üç buçuk Yunan'ı denize dökmek kahramanlık mıdır?" sorusunu sordu, eski ünlü sosyalistlerimiz.

Nelere Takılıp Kalmıştık?

Türkiye geri kalmış bir ülke midir, geri bıraktırılmış bir ülke midir? Kurtuluş Savaşı bir burjuva devrimi midir? Mustafa Kemal bir diktatör müdür? Türkiye bir küçük Amerika olabilir mi? Düzen, dinle mi değiştirilir, eğitimle mi? Gelişme, evrimle mi olsun, devrimle mi? Düşünceleri, sindire sindire mi aşılayalım, silahla mı? Osmanlı düzenini yıkmakla kökümüzden mi koptuk? İkinci Cumhuriyet mi kuralım? Ülkedeki çarpık yönetimi, asker mi düzeltir, sivil mi? benzeri soruların ardında az yıllar yitirmedik, az emek harcamadık. Yurtsever gençlerimizi dağlarda öldürdük, hapislerde çürüttük. Ama aynı coğrafyada bir arada beraber yaşamaya mahkûm olduğumuzu unuttuk. Hoşgörüyü hiç tanımadık. Demokrasi ve özgürlüğü, sadece kendi görüşlerimiz için özledik.

Sosyal görüşlerimizi, başka ülkelerdeki uygulamaya ayarlamıştık. Sosyal demokratlarımız, Batı'yı örnek tutmuştu; onların ilke ve kavramlarıma bağlamıştı. Batı'da değişmeler olunca, elinde reçetesi kalmadı, toplumun isterlerine yanıt bulamaz duruma düştü, şaşkınlaştı; birbirini yiyerek büyüme, toparlanma çabasına girişti: Bölündükçe bölündü, küçüldükçe küçüldü. Sosyalistlerimiz, çakıldığı yerden çıkamıyordu. Sağ kesim, dinsel sömürüden, komünizm düşmanlığından beslenmişti. Komünizm gitti. Daha gözaçığı çıkıp dinsel, pazarı parselleyince gericiliğin ilk tohumlarını atanlar, bağırmaya başladı. Refah'ı tehlike odağı olarak gösteriyordu. Oyulmuş tabanının acısıdır onun feryadı, yeni bir dünya görüşü değil. Uyanma hiç değil...  

İşportacı aklıyla gününü kurtarmaya çalışan siyasal kuruluşlar; kendisini yenileme, değiştirme, toplumun isterlerini araştırıp ona göre uyarlanma, çağın gerçeklerini ve gereklerini yakalama havasından çok uzakta. Eski türkülerle toplumun gönlünü hoş edeceğini sanıyor. Sıkışan, bunalan halk, yöneticilerinin kendisinden geride kaldığını seziyor. Fakat şimdiye kadar aydınlanmasına ve politik eylemde yer almasına ket vurulduğu için nereye, hangi dala tutunacağını bilemiyor. Değişim adı altındaki yalancı umut dallarına sarılmak zorunda bırakılmış. Birtakım aydınımızın demokratik anlayışı da bir arabesk: dış görüntülere, yığınsal isteklere; bilimi, çağcıllığı, laikliği dışlayan salt sokak isterlerine dayanan bir tutumun gerçek demokrasi olacağını savunuyor. Dünya tarihini, şimdiye; kadarki sosyal oluşumlarını; Türkiye’nin konumunu, geçirdiği: tarihsel evreler ile sosyo-kültürel durumunu doğru algıla-; yamamış kafaların adı, demokrata çıkmış. Truva atının içinden ne çıkacağını, hiç hesaba almıyorlar.

Edebiyatımız, sanatımız, düşüncemiz; belki bir yönüyle; dünyayla başat. Ama ülkesinin gerçeklerini, ön planda tuttuğu söylenemez, öyle. Kendini bulmadan dünyayla eklemleneceğim sanıyor. Ve bu dünyanın nasıl dünya olduğunu da irdelemiş; değil. Bu ortamda yetişen aydınımsılarımız, kendi tarihinin: sosyo-kültürel, ekonomik olaylarını, bilimin terazisinde tartmış, ülkesinin gerçeklerine vurmuş değil. Aslında halkın acısını bizzat yaşamadan halk türküsü söylemenin romantikliğini, hâlâ sürdürüyor.

Antilaik Yükseliş Sürüyor

Sıkışmışlık, çözümsüzlük ortamında antilaik yükselişini meyvelerini toplayanlar, ne yaptı şimdiye değin? İçeriği, yöntemi ne olursa olsun, kendi inancı doğrultusunda sürekli çalıştı. Yılgınlık göstermedik Kendince çözüm yollan önerdi. Sözde de olsa, yabancıya yamanmayı dışladı. Kendimiz olacağımız sanısını yarattı. Disiplinli bir örgüt oluşturdu. Elindeki seçmenlerin üstünde oynamak, onu bölmek yerine, sürekli yeni seçmen yarattı. Her fırsatta devletin içinde mevziler elde edip amacına göre kullandı. İç ve dış kaynaklardan (Yolu bilmen ya da bilinmeyen) parasal destek sağladı. Seçmen gibi giyindi, seçmen gibi kuşandı, (görünüşte de olsa) seçmen gibi yaşadı. Seçmenin diliyle konuştu. Onun evinin ocağının başına gitti. Kendi yolunda olanları kolladı korudu. Düşkün bırakmadı.

Her bakımdan bugünün koşullarından daha kötü olan bir ortamda dünyanın ilk kurtuluş savaşım vermiş, köhne bir imparatorluktan çağdaşlığa yönelmiş, bağımsız bir devlet kurmaya omuz vermiş halkı suçlayamazsınız: Adamın köydeki yapısını bozmuşsunuz, ona hizmet götürmemişsiniz, çağdaş bilimin ışığını oraya uzatamamışsınız. Ona, kentin kıyısında, hizmet satarak yaşamını zor sürdürebilme yolundan başkasını tıkamışsınız. Çarpık kentleşmenin kıyısına, bir yama olarak bırakmışsınız onu. İki arada bir derede kalmış: Ne köydeki adamdır, ne de kentlidir. Başkalarının kuyruğuna takılarak yaşayacaktır: Hele de umar kapısı gibi görünen bu kaba kuyruk, onun inanç ve alışkanlıklarına ters düşmüyorsa... Kim olduğunun ne yapacağının bilincinden yıldızlar kadar uzaktır. Kentinizde kupon basını egemen, kentiniz lotarya kültürüne tutulmuş. Kentinizin insanı, kendisi olmayı çoktan unutmuş, blucin dünyasının arkasına yamanmış, Başkentiniz yok, başköyünüz var. Vurgun, soygun, rüşvet, nüfuz ticareti, seks; kentlerinizin köşedönme aracı olmuş. Yurttaşın bundan pay alacak gücü yok. Açmaz sokaklarda, üçüncü sınıf aracılık yapabilir ancak. Ne devlette, ne aydın kesiminde güveneceği kimse kalmamış. İnanacağı, kabul edebileceği seçenekleri koymamışsınız önüne. Ya da bunların sunuluşunda tökezlemişsiniz. 1960'tan sonra başlayan köktenci çözüm önerilerinin sahipleri, dünyadaki son çalkantıları görünce paniğe kapılıyor, birileri çıkıyor; yurttaşın, yüzyıllardır iliğine sinmiş inançları üstüne köktenci çözüm önerileri sunuyor.

Kirli Temmuzlar Yinelenebilir mi?

Hangi sona gelmiş olursa olsun, Anadolu'da 600 yıllık devlet birikimi bulunan; ilk Kurtuluş Savaşını vermiş olan; Mustafa Kemal gibi bir önder, Nazım gibi büyük bir ozan yetiştiren; köy enstitüleri uygulamasını hayata geçiren; coğrafyasında yüzyıllardır çeşitli kökenden insanlarla bir arada yaşamayı sürdürmüş bir ülkenin, Suudî zihniyetinin etkisine girmesi, İran'dan karşı devrim ithal etmesi, utanılacak bir şeydir. Bu ayıbın acısını; siyasilerimizle, yöneticilerimizle, bilim adamlarımızla, sanatçılarımızla iliklerimizde duymadıkça, işimiz kolay olmasa gerek.

Müslüman ülkeler içinde, tek laik ülke Türkiye'dir. Türkiye'deki müslümanlığın yapısı, öteki ülkelerden çok farklıdır;

Çünkü tek mezhep egemen değildir, çeşitli dinsel ve etnik gruplar vardır. Laiklik, Türkiye'nin tarihsel, sosyo-kültüre; yapışının dayattığı gerçekçi, yaşamsal bir zorunluluktur. Türkiye laiklik içinde bilimi kılavuz aldığından beri çağda! devlet, millet olma yolunda önemli aşamalardan geçmiştir, çağdaşlığın, gereklerinden bazılarını yaşamına uygulamıştır. Bu gerçeği, kullanamamak, yeni 2 Temmuzlara yol vermektir.

Antilaik akım; eski kökten kaynaklanıyor, çağdışı. Reddi, itici güç seçmiş. Vurucu, militanlığı kullanıyor. Makyevelist, her türlü araçtan yararlanıyor. İç ve dış kaynaklardan finans sağlamak, ediminde yol alışını kolaylaştırıyor. Öte yandan demokratik görünmek için de her türlü manevrayı yapabiliyor. Onun militanlığına takılmak, bizi vuruşmaya, bölünmeye götürür, başka odakları devreye sokar; demokratik nikabına (örtüsüne) inanmaksa saflıktır, teslim olmaktır, çağın dışına düşeriz, o zaman.

Antilaiklikle doğrudan savaş görüntüsü vermeden onun kirli yüzünü aydınlatmak, içinde bulunduğu sahtekârlıkları belgelendirerek halkı aydınlatmak, çağcıl kafaların görevi olmalıdır: Elde o kadar çok belge, bilgi, olgu var ki, bunu kullanamamak hımbıllık olur. Ancak ortak noktalarda buluşup anlaşma çizgisi üstünde ve bütünü kavrayarak yürütülmeli bu savaşım. Mutlaka sağlıklı örgütlere dayanmalıdır. Tepkisel çıkışlar, imza kampanyaları, günlük toplantılar, 2 Temmuzların karanlığını dağıtmaya yetmez.

 


* İHLAS:

1.(Tanrıya karşı) temiz, doğru sevgi

2.(Tanrıya yönelik) gönülden gelen dostluk, bağlılık

3.Kur’an’ın 112. Suresi

4.Müşteriyi aldatma, iflas.

 

Damar, Temmuz 1994

Etiketler:

Yorumlar (0 )