KÖY ENSTİTÜLÜLERDEN BİRİ

KÖY ENSTİTÜLÜLERDEN BİRİ

 


 

 

          Osman Bolulu

Amasya-Taşova-Akınoğlu (1929). Anası Hatice Hanım, babası İsmail Hoca. Öğrenimi: Akınoğlu İlkokulu (1942), Samsun-Lâdik Akpınar Köy Enstitüsü (1947), Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümü (1954), Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü (1964). İlk ve orta dereceli okullarda öğret-menlik, yöneticilik yaptı. Milli Eğitim Ba-kanlığı Müşavir Müfettişliğinden emekli oldu (1981). Öğ-retmen ve müfettiş iken, düşüncelerinden ötürü alındığı gö-revine yargı kararıyla döndü. Şiir kitapları: Dalların Ucun-daki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (1992-94, 2009), (Uzun Koşu (1994), Güle Yolculuk (1994).
Deneme kitapları: Antilaikliğin Önlenmeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum [1995), Korkacaksınız Kitapsız-lardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998- 2001), Haritasız Yüzler (2007). Öykü: Yağmur Sonrası (1998, 2001). 
Anı:
İnsanlığın Solmaz Gülleri (2000,2002), Bir Gülün Ay-dınlığında (2011), Köy Enstitülülerden Biri (2011). Biyog-rafi: Ahmet Miskioğlu Kitabı (2004-2009). Dil: Sözün Işığı (2004) Ödül: Şiir, deneme, dil ödülleri aldı. O. Bolulu özel sayıları: 1. Damar Dergisi, s.132. 2004. 2. (Kanada-Montreal Bizim Anadolu Gazetesi, 2004. 3. Ardıçkuşu Der-gisi, s. 62, 2004. 4. Aykırısanat. Dergisi, s. 69. 2004. O.
Bolulu denemesi üstüne kitap: Dilden Düşünüşe UZUN KOŞU. Tansu Bele, [Kum Y. 2004).

 
 
 
Köy Enstitülülerden Biri
Osman Bolulu
 
Kanguru Yayınları
Basım: Ekim 2012
 

 

 
 
 
Osman Bolulu
 
 
KÖY ENSTİTÜLÜLERDEN BİRİ
 
 
 
 
 
 
 
İÇİNDEKİLER
Niçin Böyle bir Kitap?
Öğrenimli Olmak Tutkumdu
Oğlunu Köy Enstitüsüne Götüren Medreseli
Dört Dörtlük Köy Enstitülü müydüm?
Kara Torak Yeşil Yaprak
Kaytarıcı
Okuldan Kaçtım
1943 Depremi
Müdürümüz Değişmiş
Dönüşüm Noktası
Zorluk Öğretiyor
Ambara Kabak Gelmiş
Ya Hamamın Pencereleri?
Bir Olay Beni Yüreklendiriyor
Sabahat Kartekin
Balıkhane-Deniz
Piyer Lermit
Hükümetin İtleri
Erzurum Pulur Köy Entitüsü
Düello
Cisim
Canlı Cenaze
Kitap Kurdu
Cisim’in Ban Yazdırdığı Öykü
Dünyanın En Büyük Adamı
Zamansız İzin
Tadı Damağımdan Silinmeyen Elma
Babam Ölmedi Benim
Feylesof mu, 2.500 mü?
İblis
 
 
 
 
 
 
 
Enver Kartekin
Öğrenci Yönetime Ortak
Son Yıl, Zor Yıl
Gazi’de Rahat mıydım?
Aramızda Bir Şövalye
Köy Enstitülü Öğretmen Osman Bolulu
Köy Okuluna Bakanlık Müfettişi
Kaymakam Beyin Yuları
Kasvet-Engiz
Tahta-Takdirname
Komünizm Kore Dağlarından mı Gelecek?
Beni Köy Enstitülüğe Kayıt eden Makal
İrfan Ordusunun Renkli Bir Kişisi
Yine Makal’dan
Açıklar Livası
Ya Öğretmenliğin Denilirse?...
Birkaç Alıntı
Öğretmenlerimiz (şiir)
İmece
 
 
 
 

1

Okumak Tutkumdu
 
Cumhuriyetin 6. yılında, Türk abecesine,Türk boğazına doğuşum büyük bir şans!
Üç ağabeyim, ilkokul çıkışlı. Okullu olmak
için yanar tutuşurdum. Yedinci yaşımda, küçük
diye okula almadılar beni. Hırçınlaştım.
Susturamayacaklarını anlayınca; taş tahta ve
taş kalemi ile bir de alfabe aldılar bana. Bir
ay içinde okumayı söktüm. Köyün başındaki
ormandan çam dallarını ocağa atar, ışığında
bağıra bağıra alfabeyi okurdum. Ev halkı beni
azarlamaz, kalkıp başka odaya çekilirlerdi.
Alfabedeki çocukların giyimi, evleri, bizimkine
benzemiyordu. Karşı dağların ardında
olmalıydı onların yeri. Güneş de akşamları o
yana kaçıyor, yıldızlar, o yana kayıyordu. Yıldız
kayınca birisinin öldüğü söylenirdi. İnanmıyordum.
Üç yanı dağlarla çevrili kıstaktan,
ışıklı yere göçen insanlardı o kayan yıldızlar.
Benim dünyam, bir kıstağın çanağından
ileri fırlamış, tepenin üstüne konuşlanmış,
sonra da kendi üstüne kapanmış köydü. Askerlik
yapanlar, okumaya gidenler, oraları
anlatırken, ağızlarından bal damlardı. Kent
okullarına gidenlerin giyim kuşamı, yürüyüş
ve halleri alfabedekileri andırıyordu. Ben de
gitmek, oralarda okumak istiyordum.
İlkokulu bitirdim
Büyük ağabeyim beni Amasya Ortaokuluna
yazdırmak istiyor. Babam karşı çıkıyor:
Geçimini, harçlığını sağlamadan olmaz. Benim
çektiğim yoksul öğrenciliği oğluma çektirmem,
diyordu. Babamdan gizli, ağabeyimin yardımı
ile askeri ortaokul sınavına girdim, kazandım.
Bu kez de babam: “Bu adamdan asker olmaz”
dedi.
Ne yapıyor babam?
Bana tek fiske vurmamış, beni hiç azarlamamış,
imam durduğu köylere bile yanında
götüren babam ne yapıyor?
Sevmiyor desem, olmaz. Eve geldiğinde kucağına
atlardım. Ceviz, şeker vb. şeyler vardır
avcunda. “Aç da al!” derdi. Çelik gibi parmaklarını
açamaz, ısırmak isterdim. “İşte, bu olmaz,
kendi gücünle alacaksın” derdi. Zorlanırdım.
Kanıra kanıra ben mi çözerdim avcunu, o mu
parmaklarını gevşetirdi, sonunda avcundan
aldığımı yerken aferinle saçlarımı hapazlardı.
Babamın beni çok sevdiğini biliyorum ama
içimde bir burukluk. (Babamı yıllar sonra anlayacakmışım.)
Köy hayatına yatkın değilim
İkinci Dünya Savaşı dünyayı kasıp kavuruyor.
Türkiye, daha Birinci Dünya Savaşı’nın
yaralarını saramamış. Savaş, bize sıçrayacak
korkusunu yaşıyor Türkiye. Askerliğini yapan
ağabeyim, terhis vakti geldiği halde terhis
edilmemiş. Büyük ağabeyim, ihtiyat askerliğine
çağrımış. Babam yaşlı. Evin işleri, 12 yaşımda
bana kalmış. Nasıl edeceğim? Tarlada,
bağ bahçede çalışanlara su, azık götürmekten,
kuzu, öküz gütmekten başka iş yapmamıştım
ki…
İş başa düştü
Evin, iş becerecek erkeğiyim sözümona.
Bahar ağzı. Yakacak gerek. Öküzleri kağnıya
koşup ormana vardım. Buzlanmış kar kalkmamış
daha. Çorapsız pabuçlarıma kar doluyor,
üşüyor, ayağımın sızısına dayanamıyorum.
İlkokuldaki sevgilimin armağanı acemice
işlenmiş mendili kesip çorap yerine ayaklarıma
sardım. Kar ayağıma doluyor.
Ormanın karsız bölümündeki endirek
ağaçları (Akdeniz ağacı) var. Gevrektir. Baltayı
vurdun mu hemen kesilir. Ateşi boldur, ama
kor düşürmez ocağa. Odunu kağnıya yükledim.
Köyün yakınına indik. Köylü, o ağaç için:
“Endirek odunu, yiğit odunu” diyerek alaya
alır insanı.
Öküzleri, çayıra saldım. Akşamın kararmasını
bekliyorum. ’yiğit odunu’ eylediğimi kimse
görmeyecek. Karanlıkta evin önündeyim. Şerife
Ablam yardıma geliyor. Yiğit odunu’mu görmesin.
- Abla sana zahmet olmasın. Ben taşırım
içeriye. Çok acıktım. Bana bir çorba pişiriver.
O arada odunu içeri taşıdım.
Çocuk aklı: Çorbayı içer içmez, yorganı
çektim başıma. Sanki sonra ablam odunları
görmeyecek(!).
Tarla sürülecek. Öküzlerden biri yana çekiyor.
Zorladım mı yere yatıyor. Modulluyorum,
kalkmıyor. Kulağını ısırdım. Suratımı boynuzladı.
Yiğitliğe gölge düşürmeyeceğim: Düşüp
yaralanmışım(!)
İbrahim ağabeyim, askerden yazdı: Adamölenin
kısıkta, tarif ettiği yerde tahta yapılacak
bir tomruk varmış. Başı, ip takmak için
kertilmiş. Onu alıp köye getirmeliymişim.
Denilen yere vardım. Tomruğu boyunduruğa
bağladım. Yoldayız. O yana çeken, beni
boynuzlayan öküz, zelveyi kırdı. Yeniden zelve
yaptım. Yine kırdı. Başa çıkamadım onunla.
Bıktım.
Eskiden beri öfkeliyim ona zaten. Bizim
ormanda ‘adamölenindere’ diye bir yer vardır.
Oraya kimse giremez, kurt, ayı vb.vardır diye.
O huylu öküzü, oraya sürdüm. Şundan kurtulalım.
Boyunduruk omzumda, tek öküz önümde,
yorgun bitkin köye dönüyoruz. Köyün başındaki
Ali Efendioğlunun çayıra geldik ki huysuz,
bizden önce inmiş, otluyor. Kalsın orda,
onu kurt yesin! Akşam yem zamanı, ahır kapısını
burunlayarak açtı huysuz öküz.
Alfabemde beni imrendiren yerlere özlemim
koyulaştı.
 
 

2

 

Oğlunu Köy Enstitüsüne Götüren

Medreseli
 
 
Akpınar Köy Enstitüsüne kabul edilmişim.
Çağrılıyorum. Bıraksalar, razıyım yalnız gitmeye.
Bilmediğim yolu nasıl çıkaracaksam...
Bbabm beni karakaçana (eşeğe) bindirdi
babam, üçümüz koyulduk yola. Gidiyoruz, gidiyoruz,
arkama bakıyor, geçtiğimiz yerleri görüyorum.
Eşek, ne ağır adımlı binitmiş. Yaya
gitseydik düşüncesi geçiyor içimden. Sanki
ben eşekten daha hızlı yürüyecekmişim, yükü
taşıyabilecekmişim gibi. Hani tezden okula
kavuşmak istiyorum ya, onun ivecenliği.
Geceyi, Destek Boğazındaki ormanda geçirdik,
yaktığımız ateşin başında. Çakal sesleri,
karakaçanı huylandırıyor, kaçabilir diye
yarı uyur yarı uyanığız. Sabah, ormanın düzü
bitmiş, yokuşu başlamış. Dinlene tırmana aştık,
Destek Boğazını.
Gün devrilmiş, akşam güneşinin gümüşlediği
Lâdik gölü önümüzde yatıyor, kıpırtısız.
Çevresindeki sazlar, hafif hafif cilveleniyor; yeniyetmeliğe
giren kız gibi. Benim gözüm, gölün
bitiminden sonra gelen tepenin böğründeki
beyaz badanalı binalarda. Akpınar Köy Enstitüsü
orası olmalı. Okula ulaşıversek.
Boğazı aşan sırttan aşağı devrilince, gölün
kıyısındaki ova,öyle tepeden göründüğü kadar
yakın değil, uzun. Yolla öpüşen göl, güzel de,
onda değil gözüm, benim güzelim ileride. Biraz
hızlansak. Akşam inerken giriyoruz Lâdik’e.
Akşam kapanmaz ya okul, gitsek ya! Babam,
memur kısmının sıkışık saatte iş yapmayacağını
mı düşünüyordu, oğluyla bir geceyi daha
birlikte geçirmek mi isterdi?…
- Kalalım, diyor.
Bir hanın hasır peykelerinde sabahladık.
İyice bitlenmişiz. Sabah, hamama götürdü
babam beni. İlk kez hamam görüyorum. Hep
anam keselerdi beni köyümüzün yunağında.
Babam bu işi, ondan iyi beceriyor. Utandım,
hoşlandım. Yedek çamaşırımı giydirdi. Öğleye
doğru götürdü Enstitüye.
Yolda, her zaman yolun kıyısından yürümemi
söylüyordu: Makineler (motorlu araçlar)
olurmuş, sakınmalıymışım. Arkadaşlarım
olacağını, onlarla iyi geçinmemi, herkesin ayrı
bir huyu husu olacağını, onlarla bir elma bölüşürsem
büyük yanını arkadaşıma vermemi;
büyük parçayı kendisine ayıranla arkadaşlıktan
sakınmamı öğütlüyordu. Bir de gözünüze
bakmadan konuşanın yalancı olacağını.
(Babamın ne demek istediğini, yıllar sonra
anlayacak; ‘İç Kimlik’ adıyla bir deneme yazacakmışım.)
 
 

3

 

Dört Dörtlük Bir Köy

Köy Enstitülü müyüm?
 
Babam ortaokula gönderilmeme razı olsaydı,
Alfabemde gördüğüm insanlara benzeyecek,
kentli olacaktım. Askeri ortaokula girseydim,
resmi giyimim olacaktı, sonunda komutan
olacaktım. Belki de yurdu düşmandan
temizleyen bir kahraman.
Köylü giyimimle vardığım Köy Enstitüsü,
hemen elbise vermedi. Köy giyimi ile dolaşmaktan
sıkılıyorum. Ama herkesin dili, tavrı
bana yadırgı değil. Karşılaşır karşılaşmaz,
tanıştırılma beklemeden birbiriyle kaynaşan
köylü sıcaklığını yaşıyorum da… İşte ‘da’ yı
aşabilir miyim?
Burası inşaat alanına, çiftliğe benziyor.
Samsun- Lâdik Akpınar Köy Enstitüsünün
kurulacağı bozkıra 1939 yılında ilk kazmayı
vuran ağabeylerimiz üçüncü sınıftaydı. Okula
kayıt olduğumda İki üç bina vardı. Tarım
alanı, işlenişe hazır değildi. Çevre düzenlemesi
yapılamamıştı. İçme, yıkanma suyu bağlanmamıştı.
Ekim, dikim yapılacak, ürün yetiştirilip
derilecek tarla, bahçe işlenmemişti;
marangozluk, demircilik, yapıcılık işliklerini
işletecek; içme, yıkanma suyunu bağlayacak;
sağım, koşum hayvanlarını besleyecek, süthaneye
bakacak öğrenciydi. Köy Enstitüsünü
kuracak; yiyeceğini, içeceğini üretecek öğrenciydi:
Kendi göbeğini kesecek adam olmak savaşıydı,
kısacası.
Ben bu isterlere yeterli miydim?
Köylü çocuğu musun, sendelemeden yürümeye
başlar başlamaz, işe koşarlar seni.
Köy çocuğu olarak; tarlaya azık, su götürmek,
üzüm bağı beklemek, kuzu gütmekten öte bir
işe koşulmamıştım ki ben. Üstelik ilkokulu bitirdiğimde
1.41 olan boyum,1.50’lere varmamıştı.
Sol kulağımda akıntı vardı, sıtma tutuyordu.
Evin şımartılmış, yalnızca işin kulpuna
eli değmiş çocuğu, böyle yapım /kuruluş savaşına
yeter miydi?
Hani bir kazanın için yemeklik şeyleri koyup,
suyunu, tuzunu katıp altına ateşini yakmakla
kıvamında bir aşa sahip olursunuz,
onun gibi, Enstitü potasında piştiğimi söylemek
zor benim için.
Zor ama insanlaşmaya ayarlı savaşımın
içinde, giderek Köy Enstitülü olabilecektim.
Bitirmeye yakın sıralarda, Köy Enstitülerine
saldırıların baskınlaştığı dönemlerde Köy
Enstitülülük bilincini kazanacaktım. Bundan
önceki atak ve çıkışlarım, ailemden getirdiklerimden,
Köy Enstitüsü havasından esinlenmekten
olsa gerek.
Köy Enstitüsüne kabul ediliş sevincimin
üstüne ağan pusu silebilicek miyim?
 
 

4

Kara Toprak’la Yeşil Yaprak
 
1943’ün Nisanı. Dersliklerden birinin merdiven
sahanlığında güneşleniyor, birkaç çocuk.
Eski tanıdık gibi kaynaşmış, söyleşiyorlar.
Okula gönderilirken üstü başı donatılmış
onların. Sırtı pek, ayağı sağlam. Ben köylü
giyimimle gelmişim, pabuçlarım eski. Üstümde
bir kara pelerin. Onu da bizim köylü Hüseyin
ağabey vermiş: Üşürsün diyerek. Belki
de yanına vardığımda, kendisi utanmasın diye
vermiştir..
Sırtımı duvara dayamış, ayaklarımı geriye
çekmiş, suskunum. Söze karışmıyor, dinliyorum.
Söyleşenlerden biri, söz başı: O yönlendiriyor
konuşmayı. İyi beslendiği belli, buğday
yüzlü, maviş gözlü bu oğlanın, üstü başı da
yeni. Hele mavi yeşil arası ceketi, ona öyle bir
hava veriyor ki, kıskanacaksınız. Adımı soruyor.
“Sen, kendi adını söyle önce.” diyorum. O
bana, ben ona, ikimiz de karşıdakinin adını
önce söylemesini istiyoruz. Uzadı. Ona: “Senin
adın Yeşil Yaprak ulan!” dedim. Bu ad ona pek
yakışmış. Pısırık görünüşlü oğlan, umulmadık
söz etmiş. Gözleri, alkışlar gibi. Yeşil Yaprak,
altta kalacak birine benzemiyor:
-Sen de Kara Topraksın! ( üstümde kara
pelerin var ya.)
Yeşil Yaprak ve ötekileri, beni yoklamaya
çalışıyor, sanki sorguluyorlar. Dobra dob15
ra konuşuyor, altta kalmamaya çalışıyorum.
Çelmek isteyen birisini alaya alır sözler ettim.
Bakışlar değişti: Pısırık görünüşlü bu çocuk
boş değil.
Yeşil Yaprak sınıfımı sordu, söyledim. “Aynı
sınıftayız. Ver elini arkadaş.” Tokalaştık. Köy
Enstitüsünde kaynaştığım ilk çocuk, Şahin
Koç. Köyümün dışından arkadaş, dost edinmenin
yolu ‘Yeşil Yaprak’la açıldı.
Altmış üç yıl (1943-2006),(*)birbirimize,
Yeşil Yaprak, Kara Toprak’ diye seslendik Şahin
Koç ile. Doğadan gelmiş, iki köylü çocuğu;
doğanın içinde, sınana sınana oluşmuş güzelim
Türkçemizle, ne güzel yakıştırma yapmıştık.
Ömür boyu Yeşil Yaprak, Kara toprak diye
seslendik, birbirimize.
(*) Köy Enstitüsünü bitirdiğimiz yıl (1947) Yüksek
Köy Enstitüsü kapatılmıştı. Bizlere yalnızca
Gazi Eğitim Enstitüsünün resim, müzik, beden
eğitimi bölümleri açıktı.Yeşil Yaprak güzel resimler
yapardı. Enstitünün resim iştayında yeteneğini
geliştirmişti.Yüksek öğrenim yapabilecekti. GEE’
ye başvurdu. Olumlu ya da olumsuz bir yanıt gelmedi.
Sonraki sayfalarda ‘FEYLESOF MU, 2.500
Mü? Başlığı altında anlatacağım kişinin sicilini
öğrenmiştim, Bakanlık müfettişliğimde.
Yıllar sonra sınıf arkadaşım Şekip Candemir.
Hüseyin Gürbüz Şahin Koç, bana o kişiyi ziyaret
edelim, dediler.‘ Siz, gidin’ dedim onlara katılmadım.
Niçin? Şahin Koç’a çağrı gelmiş fakat eğitim
başı feylesof, saklamış. Çünkü içimizde ön alanları
16
sevmez, bizlerin adam olacağımıza inanmazdı.
O kişiyi, Şahin’e yaptığı kötülüğü Türk Dili
Dergisi (100,s.2.004) indeki ‘Eyvah, Bana Kin mi
Bulaştı?” adlı yazımda anlattım.Yeşil Yaprak bu
yazıyı okuyunca anladı, niçin o ziyarete katılmadığımı.
2006 ‘da uçmaya vardı Yeşil Yaprak.
Sonbahar 1943, Osman Bolulu (ceketsiz olanı) Vahit Pehlivantürk
(ceketlisi)Akpınar Köy Ehsitüsü lahana tarlasında.
 
 

5

Kaytarıcı
 
Kuruluş tamamlanmazsa, ekim dikim yapılmazsa,
nerde yatıp kalkacağız, ders göreceğiz,
ne yiyip içeceğiz? Kültür dersleri sonradan
tamamlanabilir.
İşe öncelik vermek gerek.
Sabah kahvaltısından sonra kazma kürek,
bel omzumuzda Akpınar’ın başına vardığımızda
yoklama yapılıyor: Kim var, kim yok? Sonra
su içme molası, sonra da tarım alanında
çalışma başlıyor. Tarımbaşı Süleyman Bey,
herkese bir andal gösteriyor. Kimin, ne oranda
çalıştığını ölçecek. Ben, bel denilen aracı
biliyorum, ama kullanmamışım. Beli derine
daldıramıyor, toprağı ancak yüzünden tırmalıyorum.
İçimizde, bacağında asker pantolonu olduğu
için ‘Asker Ağa’ dediğimiz- sakal tıraşı yapan-
bir Vezirköprülü’ var:
- Lan ben de yarım tayın yiyom, sen de,
diyor, Süleyman Bey’in duyacağı sesle. Azarlanıyorum.
Dinlenme aralarında, andalı bitirmek
için zorlasam da beceremiyorum, sonraki
dinlenme aralarında, Akpınar’ın ayağı çayın
sazlığında ağlıyor, yüzümü yıkayıp işe dönüyorum.
Olmuyor, olmuyor. Aşağılanmak zoruma
gidiyor. (İlkokulda küçük sınıfların başına
gönderilen; yaşıtları arasında oyun kurucusu;
18
sivri davranışları, akıllık diye alkışlanan benim
için dayanılması zor bir ağırlık bu!)
Bir yol bulmalıyım.
İş bitiminde de, Akpınar’ın başında, bir
yoklama daha yapıldıktan sonra serbest bırakılıyoruz.
Akpınar’ın yanında adam boyunu
aşar, gür bir çalılık var. İlk yoklama yapıldıktan
sonra, elimde araçla çalılığın içinde, hazırladığım
yere saklanıyor, koynumdan çıkardığım
kitabı okuyarak vakti dolduruyor, iş dönüşü
yoklamasında ortaya çıkıyorum.
Kaytarmalar sıkıntı verici. Dışarıda dolaşsam,
göze batarım. Kimi zaman kitaplığa gidiyor.
Son yoklamaya dönüyorum.
Kitaplığa ilk gittiğimde, kocaman, ciltli bir
kitaba sarıldım. Büyük ya, içinde büyük şeyler
vardır sanıyorum. Kitap, Bayrak Kanunu
imiş. Sıktı. Ansiklopedileri karıştırmaya başladım.
Öğretmen beni izlermiş. “Sana uygun
olanları şunlar” dedi. O tür kitaplar bölümünü
gösterdi. “İstersen, al götür, bitirince getirirsin”
diye ekledi. (Bana uygun kitap bulma
sıkıntısından kurtuldum. Oooh!)
Çalılığın içi, benim okuma salonum oldu.
Köyde Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin, Battal
Gazi vb. ağabeyimin okuduğu Gong Vurdu’yu
okumuştum. Okumak sardı beni. Okuma tiryakisi
olmuşum nerdeyse.
Süleyman Bey kaytardığımı anlar. Asker
Ağa gammazlık eder. Utancım daha büyür.
Kovalar bile. Köye dönsem mi?
19
 
 

6

Okuldan kaçtım
 
Köyde yün yataklarda yatardım. Burada ot
yatakların kılçıkları gövdemi dalıyor. Enstitü,
bizi ot yataktan kurtaracak. Bize hazırlanacak
yatakların pamuğunu atan teyzenin yanına
kaçıyorum. Ortalık toz duman, olsun! Teyze,
ufarak maviş gözlü, günebakan çiçeği bir kadın.
Anama benziyor. Ana özlemimi bastırmak
için, saatlerce toza dumana katlanıyorum.
Anama, köyüme özlemim, baskınlaştı.
Bana yalan dolan öğretilmemiş. Ömrümde
bir kez yediğim dayak, anam beni yalan söyledi
sandığı için. Gerçeği öğrenince, gözleri yaşlı,
yavrum beni bağışla diye nasıl kucaklamıştı.
Bağrının derinliğine sokacak da, yeniden
doğuracaktı sanki. (Şimdi gözümde tütüyor
anam.)
Eziklik, utançlı olmak, en ağır yüktü benim
için. Dayanamayacağım. Bir sabah, kimse
uyanmadan yataktan fırladım, düştüm yola;
köyüme, anama döneceğim. Gün batımına yakın
Lâdik ovası bitmiş, Destek Boğazına ağacak
sırtta karakolun önündeki kilometre taşına
oturdum. Bir daha göremeyeceğim Akpınar
Köy Enstitüsünün akça binaları akşam güneşiyle
yaldızlanmış. Her ne denli alışamadımsa
da, içimde ayrılışın üzüntüsü depreşiyor.
Okuyup adam olma düşleri göremeyeceğim
artık. Yalınayak öküz güttüğüm tarlalarda di20
ken, tezek ayağımı kanatacak yine. İçim alıp
veriyor, sıla özlemi gölgeleniyor.
Ayırdında olmadan kendimi sorguya almışım.
Üstünde saatlerce oturduğum kilometre
taşından ötesi, Destek Boğazı denilen vadiye
iniyor. Akdağ’ın bizim köyden görünen yüzüne.
Benim özlediğim dünya, kaçtığım kuzey
yüzünde.
Akpınar Köy Enstitüsü, özlediğim dünyanın
kapısını açabilir miydi, onu bilemezdim.
Ama arkada bıraktığım yer, bana zor gelse de,
düşlerime çiçek açtırabilirdi. Köye gidince,
evden kimse beni azarlamaz. Ama elâlem ne
der? Dayımın karısı, anama:
-O, deli oğlan okumaz, demiş.
Anamı küçük mü düşüreceğim onun karşısında?
Geri döneceğim. Düştüm yola; gecenin bir
yarısı, aç acına, ot döşeğime kıvrılıp, asker
battaniyesini çektim üstüme.
21
 
 

7

1943 Depremi
 
1939 depreminde evimiz yıkılmış toprak
altında kalmıştım. Depremin acısını tatmıştım.
Gece yarısı dünya sallanmaya başladı.
Ranzanın üst katından atladım. Dışarı fırladım.
Baktım ki bizim sınıf, halay çeker gibi,
ellerimiz birbirimizin omzunda halka olmuş
sallanıyoruz.
Sabah öğrendik:
Okulun reviri yıkılmış, iki arkadaşımız ölmüş.
Herkes tedirgin. İdareden: “Köyünüze
gidin, çağrılınca gelirsiniz” dediler. Ne ile nasıl
gideceğim? Param yok. Az buçuk paramızı
Lâdik bedestenindeki manifaturacıya bırakır,
çarşıya inince harçlık alırdık. Lâdik’e varıp
manifaturacıdan paramı alıp köyüme gideceğim.
Burkulmuş ayakla yürümekte zorlanıyorum.
Zar zor Lâdik’e vardım ki: Bedesten yerle
bir. Adamın evi yıkılmış, kendisi ölmüş.
Tokat çevresinin öğrencileri, çoktan yola
dökülmüş, gidiyor. O kafilnenn arkasına takıldım..
Tanıdık arkadaşlar, gittikçe seyreliyor,
yetişemiyorum.Yağmur da yağıyor. Tek
başıma kaldım. Yol kıyısında ağlıyorum. Eğersiz
atına binmiş birisi, insaf etti, beni arkasına
aldı. Sallandıkça ayağım sızlıyor. Lâdik ile
Erbaa bölgesini ayıran tepenin üstündeki karakola
varınca “Yeğen, benim köyüm şurası”
dedi.
22
Kilometre taşının üstüne bekliyorum.
Kamyonlar geçiyor. Erbaa batmış diye herkes
memleketine koşuyor. Kimsenin bana bakacak
hali yok. Yükünün üstü insan dolu bir
arabada, bizim köylü Yusuf Efendiyi gördüm.
Bağırıyorum. Beni de aldılar yükün üstüne.
Kurtuldum sanmıştım. Mercimek köyünün
karşısında, Yusuf Efendi:
-Benim yükümü burada çözmezler,ancak
Erbaa’da, dedi. Mercimek köyünün karşısında
şosede, gözü yaşlı bekliyorum.
Mercimekli bir amca, beni eşeğine bindirdi.
Mercimekli Nimet Efendinin odasına götürdü:
“Bu çocuk, Tekkeli İsmail Hoca’nın oğlu. Size
teslim.” Sınıf arkadaşım Nadir Tural, Nimet
Efendinin oğlu. Babası, babamı tanıyor. Yedirdiler
içirdiler. Ayağımın sızısını durdurmak
için ellerinden geleni yaptılar. Üç gün yattım
orada. Köye haber salmışlar. Eşek sırtında
köye götürüldüm.
Enstitüden çağırdıklarında ‘gitme’ deseler,
belki köyde kalırdım. Babam: ‘Başladığını bitireceksin
oğlum’, dedi.
Köy Enstitüleri imecelidir.
Köy Enstitüsüne döndüğümde gördüm:
Birkaç Enstitüden çalışma ekipleri gelmiş.
Bize baraka yatakhaneler yapmışlar. Yıkık bıraktığımız
yerler onarılmış.Başka Enstitüden
gelenler oyunlarımıza oyun; türkülerimize türkü
eklemiş, bizim oyunlarımızı, türkülerimizi,
kendilerinkine katmışlar. Değişik bölgelerin
23
çocukları kaynaşmış: Herkes, kırk yıllık kardeş,
dost! İnsanlık şöleni!
İyi ki dönmüşüm. Benim babam, her şeyin
doğrusunu bilir canım! Enstitüye ısınıyorum
demek yetmez. Ama seviyorum Enstitüyü.
1944 İlkbaharı. Taşovalı öğrncilerden beş kisi. Ayaktakiler
soldan sağa.Mehmet Temiz, Selahattin Gümüş, Vahit Pehyivantürk.
Baş başa olanlardan soldaki Osman Bolulu, sağdaki
Sami Pelitli.
24
 
 

8

Müdürümüz Değişmiş
 
Müdürümüz Nurettin Biriz ayrılmış. Yeni
müdürümüz Enver Kartekin. Önceki müdürümüzü
ancak bayrak törenlerinde görebilirdik.
Bu müdür öğrencilerin içinde, yanında. Güler
yüzlü, babacan.
Yönetici kadrosu yenilenmiş. Yeni öğretmenler
atanmış. Yüksek Köy Enstitütüler staja
geliyor. Mesleğe başlayışın heyecanını bizimle
yaşıyorlar. Ağabey öğretmenler bunlar. Yalnız
çalışma zamanı değil, her zaman bizimleler.
Gece gündüz söyleşiyorlar bizimle. Onlardan
katkılanıyor, algılanıyor, onlar gibi olmaya özeniyoruz.
Yeni müdürümüz ve yeni bir kadro ile bir
canlılık kazanmış Enstitü. Yıkımın kara dumanı
üstümüzden kalkmış.
Öğrenci örgütü kuruldu. Öğretmen/öğrenci
okulun yönetimine ortak olacak, birlikte iş kotaracak.
Herkes yaptığından, yapmadığımdan
sorumlu olacak; soracak sorgulanacak, hesabını
verecek.
Cumartesi akşamı bütün okul toplanıyor;
köylerden getirdiğimiz türküleri söylüyoruz.
Oyunları oynuyoruz. Küçük temsiller. Fıkra
anlatma, kültürel bir kaynaşma içindeyiz.
Sonraki cumartesinde, Enstitünün 15 günlük
işleri tartışılıyor, eleştiriliyor. Soruyor, sorgulanıyoruz.
Kendimizi onarmaktan öte Enstitünün
işleyişini sağaltıyoruz.
25

 

9

Dönüşüm Noktası
 
Dağların doruğunda, suyun akacağı yönü
belirleyen bir çizgi vardır: Su taksim hattı.
Yaşamımızda da ona benzer dönüm noktaları
vardır. Kötü geçtiği halde, sonradan iyi ki
olmuş diyeceğiniz olaylar vardır. Size, ibrenizi
nereye doğrultacağınızı gösterir.
Bir kış günü. Enstitünün kamyonu, çıkış
kapısında. Lâdik’e gitmek üzere bekliyor. Gelen
atlıyor, kamyonun karoserine. Herkes gibi,
niçin ben de binmeyeyim? Sonuncu kişi olarak
atladım kamyona.
İlçeye girerken kamyon durdu. Sürücünün
yanındaki öğretmen, arkaya dolandı. Karoserden
indirdiğini: “Niçin bindin, yasak olduğunu
bilmiyor musun?” diye azarlıyor, üstüne bir
tokat. En sona kaldım. İn diyor, inmiyorum.
Evimde dayak yememişim.
- Okulda binmeyin deseydiniz, binmezdim.
Beni dövmeyin. Yasaksa disiplin kuruluna verin.
Çelimsiz, bir bücürün sözlerine öfkelenmiş
olacak ki hızla atladı karosere, tokatlayacak.
Korku yürekliliğiyle iki koluna birden asıldım.
Havada sallanıyorum. Sırtımı karosere vuracak.
Tekmelerimi, nasıl salladım, bilmiyorum.
İki bacağının orta yerine rastlamış. Büküldü.
O fırsatta, yandaki tarlaya atladım. Bir karış
su. O giremez, cilalı iskarpinleriyle. Yarı beli26
me değin çamur içinde döndüm Enstitüye.
O akşamki, eleştirel toplantıya, o öğretmeni
kollayarak girdim. Herkes istediği gibi konuşuyor,
azarlanmıyor. Alkışlanan bile var.
Babasının muterizi (karşı gelen, itiraz eden,
itirazcı ) ben; acımı, içime gömemeyeceğim,
sürekli kanayacak. Söz istedim. Olayı anlatırken:
- Öğretmen denen adam, öğrencisini tavşan
gibi avlar mı, deyiverdim. Bunun üzerine
öğretmen:
-Müdür Bey, bu çocuk bana adam diyor,
sövgüde bulunuyor, deyince, nerden geldiyse
dilime :
- Adam değilse, sözümü geri aldım. Salonda
bir kahkaha tufanı, alkışlar…
Bu olaydan ötürü ceza almadığım gibi, ertesi
gün, herkes beni gösteriyor, ‘İşte bu çocuktu’
diyor, sevgiyle. Ağabeyler başımı okşuyor,
‘delikanlı sende iş var’ diyerek övgülü sözler
ediyorlardı. Öğretmenlerim, tatlı bakıyorlardı.
Yüreklendim. Toplantılarda konuşmaya, duvar
gazetelerinde yazmaya başladım. Oradan
dergilere. Sağ olsun, o öğretmenimdir, bana
yazın yolunu açan, beni yazmaya yönelten. O
olayın acısını yüreğimden sildim. Umulmadık
yerden açan çiçek saydım, o olayı.
(Acılardan ders alınıyor. O öğretmen gibi
olmayacaktım. Sağsa ömrü uzun, göçtüyse
yeri ışıklı olsun öğretmenimin.)
27
 
 

10

Zorluk Öğretiyor
 
Trenin resmini görmüşüm. Tren yolculuğu
yapanlar, treni anlatırken trenin düdüğünü
taklit ederlerdi. Bildiğim taşıt sesi; kağnı gıcırtısı,
at arabası takırtısı. Birbirine bağlanmış
ev gibi odaları (vagonları) varmış. Görmek, öğrenmek
istiyorum: Bir mahalleyi taşır gibi, insan
taşıyan aracı.
Samsun yolundan kamyon sırtında Enstitüye
gitmek, sıkıcı, korkutucuydu. Trenle gideceğim
diye tutturuyorum. Evden:
-
Trene binmek için Amasya’ya gideceksin
önce. Köyle Amasya arasını yürümeyi gözün
kesiyor mu?
Tahta bavulumu sırtta taşıyacak bir düzenek
yaptı ağabeyim. Bavul sırtımda ulaştım istasyona.
Biletimi aldım. Trenin gelmesine epey
zaman var. Bir çocuk ayva satıyor. Ayvanın tanesi
5 kuruş. Cebimde bütün para, beş liram
var. Bozuk para yok. 5 kuruşa bir ayva aldım.
Satıcı, kardeşini para bozdurmaya gönderdi.
Tren geldi, bekliyor. Birazdan kalkacak. Para
bozduracak, büfenin önünde bekliyor. Kalkış
için ilk düdük çaldı. Çocukların ikisi de gülüyor.
Hadi, trenle Toptepe istasyonuna vardım.
Orayla Enstitüsü arasındaki 16 kilometrelik
yol için param yok. Ne yapacağım?
Ben tarlada doğmuş, ilk kez derede yıkanmışım.
Doğal tepkem hızlıdır: Kayıp düşecek28
ken, havaya sıçrar, iki ayağımı açarak yere
basarım. Yere kapaklanmam. Bana saldıran
olduğunda da karşılığını vermeye alışkınım.
Üçüncü düdük çalar çalmaz, çocuğun elindeki
ayva sepetini kapıp trene atladım. Ayva
para değil ki. Trende satıcılar var. Ben de ayva
satsam. Vagon arası sahanlıktan vagona girdim.
Cılız sesle:
-Ayva, ayva, beş kuruş!
Bayan kalabalığı içinden bir hanımefendi
çağırdı. Boz elbiseme baktı, dipten tepeye.
- Öğrenci misin çocuğum, nereye gidiyorsun?
- Lâdik Akpınar Köy Enstitüsüne.
10 tane ayva aldı, yüz kuruş verdi. Elli kuruşu
geri uzattım.
-Ucuza satıyorsun. 10 kuruş de, sesini de
yükselt. İnsanların gözüne bak. Önlerinde biraz
bekle yavrum!
Toptepe İstasyonu’nda paramı saydım. On
lira. Enstitünün önünden geçecek kamyona
elli kuruş ayırdım.
29
 
 

11

Ambara Kabak Gelmiş
 
M. Bey, sanırım ilkokul öğretmeniydi.
Okulun erzak ambarına bakmakla görevliydi.
Birinci sınıfta Türkçe dersimize gelirdi. Ama
zaman zaman, bize işlenecek okuma parçasını
söyler:
- Ambara kabak gelmiş, der giderdi. Ambara
sık sık kabak mı gelirdi, yoksa M. Beyin
ağzı mı alışmıştı o söze? Türkçe dersi ve M.
Beyle ‘Ambara kabak gelmiş’ sözcesiyle özdeşti,
bizim ağzımızda. Verilen parçayı okumasak
da gürültü yapmaz. Tıs çıkaramazdık.
Dediği dedikti. Çok şey bildiğini davudî sesiyle
vurgulamaya çalışırdı. Ona karşı söz etmeyecek,
kuzu gibi dinleyeceksiniz.
Birinde, karatahtaya ‘kalp’, ‘kalb’ yazdı.
Birinin ‘yürek’ ötekinin ‘geçersiz’ olduğunu
açıklamaya çalışıyordu.
- Öğretmenim, birine ‘yürek’, ötekisine ’geçersiz’
desek yanlış yazamayız, dedim, babamdan
öğrendiğimi satmaya yeltenmiştim.
- Yürek hayvanlarda bulunur, sus lan
dana, dedi, ses çıkaramadım.
Ambara kabak gelmediği bir derste: Hani
şu “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde”
diye bir manzume var ya, işte o işleniyor.
Bir A. var, sınıfın ön sırasında, her dersin
çekip çevireni.
- Parçayı okur musun A… kızım?
30
- Ne anlatılıyor, açıklar mısın A.?
- Karatahtaya söylediklerimi yazar mısın
A.?
Elde bir A. Biz yokuz. A. için kullanılan
saygılı dil, bize gelince; ‘lan, çök yerine çürük
herif’e dönüşüyor. Kimimize bir iki kırık
dökük tümce kurma sırası ya gelir ya gelmez.
Hele ben, lütfen sınıfın gerisine iliştirilmişim.
O A. ki, sınıfı dolduran kocaman ceviz ağacı.
İzin verilirse, bir iki cılız ot yeşerebilir gölgesinde.
A. da A dır. Dudu dilli, yapısı gelişkin.
O haspadır, işte o manzumeyi açıklayan.
- Aferin, diyor M. Bey, bundan daha güzeli
olamazdı, benim daha fazlasını anlatmama
gerek kalmadı.
Pergelli adımlarla dönüyor sırasına kraliçemiz.
- Örnek alın örnek!… Köyden çarığınızla
poturunuzla toplamışlar sizi buraya, sizi nasıl
adam edeceğim, bilmem ki….
-Öğretmenim, bir de ben açıklayayım mı?
-Daha nesini açıklayacaksın be!…
M. Bey, yüce dağdır. O dağın başı, hep dumanlıdır,
fırtınası serttir. Bağışlamasız dikliği,
sizi ürkütür; korku salmıştır iliklerinize, çekingensiniz.
M. Beyin yüzü çıngılı, dudakları
kısık, gözleri fırtına öncesinde, bana bakıyor
süngülü. Adımlarının sesi kulak duvarlarınızı
zorlayarak, tok tok ve hızlı hızlı dönüyor sınıfı,
birkaç kez.
- Gel ulan, tahtaya!…
Soruyor söylüyorum, tuzaklı soruyor ya31
nıtlıyorum. Saygısız bir dille aşağılanmaya isyanın
tınısı var sesimde. On altı yıl medrese
eğitimi görmüş babamın, vaaz havasını kuşanmışım
ama dayak korkusu var, isyanımı
seslendiremiyorum.
- Sen kimden ezberledin bunları? Başka
bir okul kaçkını mısın? İkinci kez mi okuyorsun
bu sınıfta?
-Hayır!…
Bu ‘hayır’da bin orduluk başkaldırı kabarmış.
gözlerimden öfke taşıyor. M.Bey sezmez
mi?
-Çök yerine, diyerek bana yöneliyor. Çizmesi,
popoma erişmeden sıvışıyorum arka sıraya.
Derdim olmuştur M. Bey; o, kocaman, dövüşken
bir horoz; ben, kanadı kırık, pinini yitirmiş
bir civcivim. Gagası üstümdedir.
Bir cumartesi, bayrak töreni yapılacak.
Hafta içi yorgun düşmüş öğrenciler, kafesinin
kapısı aralanmış kuşlar gibi, kendi yönüne
kanat vuruyor. Tören alanına yönelişin hızı
kesik
Nöbetçi öğretmen. Bey, işi düzenli olsun,
işi tez bitsin istiyor. Ağabeylerden birine, benim
bulunduğun öğrenci öbeğini göstererek:
- Mithat, şunları bayrak törenine sürsene
diyor.
Demir kazık oluyorum, ayaklarım yerden
sökülmüyor. Ah bir M. Bey iriliğinde ve gücünde
olsaydım…Bir sıkımlık canı olan sıtmalı
çocuksun. Öfke bombasına dönüşmüşsün de,
32
bombanın pimini çekemiyorsun; M. Bey gibi
manda gücünde olamamak eksikliği, oyuyor
içimi. Öbektekiler gitmiş, ben kalmışım
-Yürü ulan!!
- …………..
- İt herif, yürüsene! Duymuyor musun!…
- Hocam, ben götürürüm, diyor, iri kıyımlıkta
M. Beyden aşağı o olmayan Mithat ağabey.
Herkes, yerini almış. Tören başlamıyor. M.
Bey, müdürünün yanında. Müzik öğretmeni,
müdürün gözüne bakıyor, ‘başla’ buyruğu
için, yok! Yıllar sürüyor, bu saniyeler. Beni
çağırıyorlar. Diziden sökülüp müdürün önüne
varıyorum; hem dağılacak hem kurgusundan
çözülüp birinin suratını biçecek zemberek
gibi.
- Müdür Bey, bu herif İstiklâl Marşı’na gelmemek
için direniyor, Türk değil galiba. Derste
de böyle bu!
Müdürün gözleri bir çift süngü, arık gövdemi
deldi delecek. Susuyorum. Ne yapacaksın,
ne edeceksin? Bakabildiğin gözlerde, hırsa
benzer bir şeyler yalazlanıyor. Müdürün
yanında çok rahat dikelen bayanın gözlerine
ağmamış hırs dalgası; merak ve üzüntü karışımı,
bana yönelmiş gözleri. Ana bakışının
belli belirsiz pırıltıları, vurup sönüyor onda. O
bakış, isyanımın kapılarını kırıyor:
- Öğretmenim, bu toprağın çocuğuyum.
Babam Balkan’da yaralanmış, iki amcam Kurtuluş
Savaşında şehit düşmüş. Ağabeylerim
33
asker şimdi, yurdu bekliyor. Ulusal Marş’a
çağrılmadan gelirim ben. Bu öğretmen, Mithat
Ağabeye:
- Şunları bayrak merasimine sür’ dedi. Sığırlar
sürülür, insanlar yürür, diyorum.
Müdürün dudakları kıpırdayacak gibi oluyor,
söz çıkmıyor ağzından. İki kaşı, birbirine
yaklaşıyor, alın çatı kabarıklaşıyor. Kararsızlık
yeli vuruyor gözlerine. İşte o an, elâ gözlerinde,
dünyanın bütün balları gömeçlenmiş o bayan,
elini uzatıp, yavaşça çekiyor beni yanına.
Eli, saçlarımı okşayarak omzuma inen çiçek
demeti. M. Beyin gözlerine ‘kılıbık müdür’ yazılacakken,
siliniyor hemen. Ana sıcaklığının
içinden süzülen bakışıyla, beni yüreklendiren
bayanın yüzündeki anlatım, yetiyor müdüre.
- M. Bey, geç yerine!
Müzik öğretmenine de:
- Siz de başlayın Hocanım, buyruğunu veriyor.
O güzel/ana öğretmenin yanında katılıyorum
marşa, boyum uzayarak, marşın lezzetiyle
avurdumu şişirerek. Kurtuluşu gerçekleştirenlerin
tınısı var sanki sesimde.
O güzel bayan müdürün eşi, Türkçe öğretmeni
Sabahat Hanımmış
Gözlerim onun çobanıdır artık, uzaktan
güder oluyorum kurtarıcımı.
M. Bey, nasıl ve zaman ayrıldı, anımsamıyorum
34
 
 

12

Ya Hamamın Pencereleri?
 
Köy Enstitüleri, Köy Enstitüsü eğitim dizgesine
yatkın öğretmen isterdi. Yüksek öğrenimlilerini
yeğlerdi. Ancak yükseköğrenimlisini
bulmak, o denli kolay değildi o dönemde.
Öğretmen açığını, başarısı yerinde görülmüş
ilkokul öğretmenleriyle kapatırdı. Bunlardan
pek çoğu halk içinden geldiği ve Köy Enstitüsü
öğrencisiyle aynı sosyal katmandan olduğu
için, KE eğitim dizgesine uyarlanabilmiş ve öğrencilerce
sevilmişlerdir.
Kart horoz gibi beni gagalayan M. Beyin
ayrılışından doğan sevincim uzun sürmeyecekmiş.
Ağzı bozuk biri
Adı Tevfik Fikret’i andırdığı için şairlik taslayan
yeni Türkçe öğretmenimiz, uyağı, ölçüyü
zor tutturan şiirleriyle başlıyor derse. Bir
şiirde geçen ‘pencere’ sözcüğüne ilişkin yorum
yapacak :
-Zaten bütün pencereler toprağa bakılmak
için yapılmıştır.
- Ya hamamın pencereleri öğretmenim?
- Kim lan, o b.k yiyen?
Tınmadım. Arkadaşlar, benden yana bakmış
olacak ki tepeme dikildi:
- Niçin cevap vermiyorsun lan b.k yiyen.
- O dediğinizden değilim. Ya adımı ya nu35
maramı söyleseydiniz, cevaplardım.
- Gel bakalım tahtaya!
O kürsüde, ben kazık gibi dikiliyorum. Sınıfın
gözleri, geceleyin üstünüze tutulmuş binlerce
ışıldak. Bekle bekle sıkıldım. Geçip oturdum
yerime . Bütün dersler için kullandığım
biricik defterime, bir şeyler çiziktiriyorum.
- Kim otur dedi sana lan b.k yiyen?
- Bana ya numaramla ya adımla seslenmeniz
gerektiğini söylemiştim.
- Ne yazıyorsun orda 403?
- Mektup yazıyorum.
- Kime?
- İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı
Tonguç’a.
- Sanki senin mektubunu okuyacak da?
- Okur okur, dayımdır.
- Affettim evladım, affettim!
Ders bitince okul müdürü Enver Kartekin’e
gittim. Olayı anlattım. ‘Böyle bir öğretmen
bana kırık not verirse,’dedim, ‘başka öğretmenler
beni sınava çeksin.’
Müdürün yanında oturan Sabahat Öğretmenin
gözleri parladı.
-Enver, hatırladın mı, dedi, ‘sığır sürülür,
insan yürür’ diyen çocuk bu.
Müdür de sevgiyle baktı bana. Sabahat
Öğretmen:
-Sen, dedi, köylü giyiminle kitaplığa girip
kocaman kitaplara sarılmıştın.
- Evet, öğretmenim.
- Enver, bu çocuğu benim sınıfa alıp, ki36
taplıkta görevlendirsek mi?
Sabahat Kartekin öğretmenin sınıfına alındım.
Ağzı bozuk o öğretmeni bir daha görmedim.
Akpınar Köy Enstitüsü öğrencileri resimde derinde kıra çıkmış.
37

 

13

Bir Olay Beni Yüreklendiriyor
 
Akpınar Köy Enstitüsünde (1944) sınıf arkadaşım
H., daha çatısı örtülmemiş –bizim
kurmakta olduğumuz- binanın üstüne çıkmış,
çatı kalasına bağladığı urganı boğazına
takmaya çalışıyordu. Canına kıyacak korkusuyla
bütün sınıf aşağıdan bağrışıyordu. Yanına
tırmandım. “Derdin nedir senin?” diye sordum.
“Müdür, benim anama avradıma sövdü”
dedi. “ Olmaz H., bizim müdür öyle bir densizlik
yapmaz, ne olduğunu, sözcüğü sözcüğüne
bana desene bir.” Meğer müdür Hasan’a: “Teessüf
ederim” demiş. Ben Enstitüye gelmeden
önce roman okumuşum ve bir medreselinin
oğluyum: Teessüf etmenin Arapça olduğunu,
yazıklanma, eseflenme, üzüldüm anlamını
içerdiğini söyledim de çatından indik birlikte.
Olay, okulda yayıldı. Ağabeyler soruyor,
nasıl ikna ettin? Anlatıyorum. Öğretmenler:
O sözün anlamını nerden öğrendin? Babamdan.
Bir intiharı önlemiş olmak, kalabalığın
içinde bir noktacık olan çocuğu öne çıkardı.
Yüreklendim.
Yazıp kimseye göstermediğim, acemi şiirlerimi,
toplantılarda bağıra bağıra okuyor, alkışlanıyorum.
Başka sınıfların duvar gazetelerine
yazı veriyorum, kabul ediliyor. Ünlendim.
Gerekmedikçe konuşmadığım kızlardan, bana
38
hoş bakanlar var.
Yeniyetmelik damarlarım kabarmaya başladığı
çağ. O, şiirleri okurken, hoşlandığım
kızdadır gözüm. Sanki kız anlamıştır. Ama kızerkek
arkadaşlığı girişiminde bulanamadım.
Akpınar Köy Enstitüsü öğrencileri arılıcık dersinde.
39

 

14

Sabahat Kartekin
 
Sabahat Öğretmen İstanbul kızı. Kraliçeye
benziyor ama tafrasız. Bacağında pantolon,
ayağında çizme. Ruju, boyası eksik değil. Hoş
kokusu asılıp kalır geçtiği yerlerde dakikalarca.
Akpınar Köy Enstitüsü 1.110 metre yükseltide,
yayla. Yayla kırının üstünde kıpır kıpır
sevecenlik bohçası; aç aç kokla; aç aç renklerinin
bahçesinde esinlen. Yayla bozkırına
tümden çiçek açtırıyor sanki.
Yeni çıkmış kitaplar, dergiler koltuğundadır.
Dünyadan haberli olduğu, her şeye, herkese
sevgiyle bakışı, gözlerinde yalazlanıyor.
O giyim, o kuşamda kadınlardan beklenenin
dışında, kendine özgü bir havası var: Bulunduğu
yerle barışık. İstanbul’dan yaylaya düşmüşlerin
küçümserliği yok yüzünde. Herkesin
anası. Sevgilisi.
Sabahat Öğretmenin sınıfındayım artık.
Ders dışı zamanlarda kitaplıktayım. Kaytarıcılıktan
kurtulmuşum. Eziklik yaşamıyorum.
Hangi kitapları, hangi sırayla okumalıyım,
yol gösteriyor. Sökemediğim, anlayamadığım
yerler olursa, yüksünmeden açıklıyor. Neden,
nasıl algılandığımı sınava çeker gibi değil; söyleşir
gibi yokluyor. Doğru algılamışsam, başımı
okşuyor. Dünya klasiklerini okuyorum.
Yeni dergileri veriyor, günün yazınından ha40
haberleniyorum. Abartma olmasın, o dönemin
çok okuyan öğrencilerinden birisisiyim. Orhan
Veli’nin ilk kitabını bana armağan etti. Saklıyorum.
Yanında getirdiği çörek börek vb. yiyecekleri
çayla birlikte yiyoruz. Evine yemeğe götürdüğü
oluyor. Anası beni ‘torunum’ diye seviyor.
Her şeyi, köylü anamdan başka, her şeyi
tanıyabildiğim kadınlardan bir başka öğretmenim.-
Ben pek ayırdında değilim de- bir
yerlerimi çökertiyor, ufalıyor. Kırıp döktüğü
benden, birleştirip, yeni bir yapı kurabilecek
mi?
Kenti, kentliyi tanımamışım daha. Köyden
çıkıp kırın yüzünde bir eğitim köyü diyebileceğimiz
Enstitüye gelmişim. Bucak merkezi köyümüzde,
tek partili düzenin, dayağıyla ünlü
karakol komutanı; atını övmeyenleri kamçılayan
bucak müdürü denen, iki kentli kırmasından,
ne tanımışsam ne bilmişsem kentli için,
o kadarı var bende. Bütün kentliler, bunlar gibiyse,
neyine özeneceksin, neyini beğeneceksin?
Boğalı yaylasında koyun güt de, yüzleri
senden ırak, kendileri cehenneme direk olsun.
Sabahat Öğretmen, kentli imgemi yıktı ilkin.
Sevilecek insan ülkemi genişletti: Hem kendi
davranışıyla hem salık verdiği kitaplarla.
Kin’in ağır yükünden kurtuluyormuşum
Sabahat Öğretmen, Prosper Merime’nin Colomba
(Kolomba) adlı kitabını okuyup sınıfta
41
eleştirme görevini verdi bana.
O kitaptaki olay, kan davası ve haydutlukla
anılan Sicilya’da geçer. Öykünün kahramanı
kız kardeş Della Rabia ile ağabey Mösyö
Orso Anton. Anton, Fransız harp okulunu bitirmiş,
kılıç kuşanmış, Sicilya’ya gelmiştir. Kız
kardeş, güç kuşanmış, sırtını devlete dayamış
ağabeyin öç almasını beklemektedir. Ağabeyi
kışkırtmak için çabalar durur. Ağabeyde
tık yoktur. Kan davasını yürütmeyen ağabey,
Della Rabia gözünde yitmiştir. Sicilya erkeği
değildir. Okumuş, kılıç kuşanmış olsun, adam
değildir ona göre.
Sınıfta kitabı tanıtır, eleştirirken; geçmişte,
aralarında kan akmış olmaktan ya da başka
bir nedenden kökleşmiş bir düşmanlık bulunan
iki ailenin, birbirini; öldürmeyi sürdürmesinin
ilkelliğini anlatmış. Feodal yapıda süren
kan davasını tuz buz etmiştim.
Doğrusu, böyle bir yorum yaparken, kendimi
arıttığımın ayırdında değildim. Sabahat
Öğretmen neden bu denli övdü? Niçin ikinci
saatte de kan davası ve kin gütme üzerinde
durdu? Niçin, bu konuda bizleri konuşturdu?
Meğerse benim içime, söz etmediğim yerime
inmiş öğretmenim: Altıncı yaşımı sürerken
ikinci ağabeyim vurulmuştu. Abdullah Ağabeyim
küçüklüğünde üçü dişi, biri erkek dört
kuzu aldırtmış kendisine. Onlardan üremiş
koyun sürümüzü güderdi.
Anam koyun sağmaya giderken arkasına
takılırdım. Beni gören ağabeyim koşar, ku42
caklar, beni havaya atar, düşecekten tutardı.
Havaya atınca kuşlanır, bir mavi gökyüzünü,
bir ağabeyimin mavi gözlerini görürdüm.
Deniz dedikleri engin su da böyle olmalıydı.
Mavi, yeşil, gökyüzü, orman, koyunlar, köpeğimiz
Karabaş, belleğime ilk kaydedilmiş ilk
güzelliklerdir. Ağabeyimin ölümü, o güzelliklerin
yıkımı, çocukluğumun koyu ve yapışkan
sis altında kalmasıdır. Öç almaya yöneltemiştir
beni.
Tezden büyümeyi, bileğimin tabanca tutmasını
ne çok isterdim. Yaşım elvermiyor. Bu
deli oğlan bir şey yapar diye evin denetimindeyim.
Köy Enstitüsünde dünya klasikleriyle
tanışmışım. Ama içimden o tortu silinmemiş.
Ağabeyimin vurulduğu yerden kağnıyla
getirilişi, o kağnıyı karşılalayışım, belleğime
çakılıp kalmıştır. Sabahatin Ali’nin ‘Kağnı’ öyküsünü,
kaç kez ağlayarak okumuşumdur.
Gençliğimde sarhoş oldum mu, kimsenin görmeyeceği
bir yere çekilir ağlardım. Kitaplardan
insanlık dersi alırken; “Ben kitap iğdişi mi oldum?”
diye düşündüğüm olmuştur.
Sabahat öğretmen, beni kinden arıtmış
olsa da, o acı, içimde kıpırdar. O Acının tortusunun
depreşimini yaşadığım olur, olur da…
Kin’in çok ağır yük olduğunu; insanın yüreğini
ve dünyasını karartacağını Colomba’dan
anlamaya başlamış olmalıyım.
Kır gezintisi, kır okumaları
Sabahat Öğretmen doğayı severdi. Bense
43
tarlada doğmuşum. İlk dünyam doğa. Doğa
tutkunuydum. Elimizde birer kitap, kıra çıkar,
ağaç gölgesinde okurduk. O, öğrencilik, gençlik
yıllarını anlatırdı. Bana da çocukluğumu,
köyümü, anlattırırdı. İki arkadaş, ana oğul
gibiydik. Serdiği gocuğunun üstüne sırt sırta
oturur, kitap okurduk. Orman eteğindeki tarlada
doğmuş ben, doğduğum yeri yaşamanın
üstüne, okuma zevkini yaşardım doya doya.
Sınırımı aşmak istemezdim de...
Öğretmenimin bize bağışladığı özgürlüğü,
hiç kimsede görmedim dersem, yalan değil.
Avuç içine sığacak bir kitapçık verilmişti
bize. Onda iyi insana ilişkin ‘özgeci’ kavramı
vardı: Kişisel yarar gözetmeksizin başkasına
yararlı olmaya çalışacaksınız.
Sabahat Öğretmenden yüz bulmuşum ya,
bana değmiş, değmemiş olsun, her şey üzerine
konuşuyorum: Ben arkadaşlarımdan
yaşça küçük ve zayıf olduğum için, şeytan aldatmıyordu
daha. Düşü azan arkadaşlarımız,
okulun hamamı yasak olduğu için soğukta
Akpınar’da yıkanır, hastalanırdı. Başkasına
acıma enayiliği (Ben, ona ‘en iyilik’ diyorum.),
çocukluğumdan beri vardır bende.
Hâlâ da sökülmüş değil. Sabahat Öğretmene:
- Senin müdür kocan gâvur mu, niçin hamamı
yasakladı, dedim.
- Yıkanmasınlar.
- Siz, o işten sonra yıkanmıyor musunuz?
44
-Yıkanmıyoruz, ne olacak?
Öğretmenimiz ve müdürümüz, bizim geleneksel
isteklerimizi kargışlamadı. Düşü
azan arkadaşlarımız için geceleri hamam açıldı.
Oruç tutanlar için de sahur yemeği verildi.
Bizi kendileri biçimlendirmiyor, alıştığımız
değer ve inanları, aldığımız eğitimle kendimizi
onarmamız bekleniyordu.
Ben âşık olsam, size âşık olurum
Kız, erkek ilişkimiz, kardeşlik sınırıını aşmazdı.
Yukarı sınıflarda, sınırı aşmadan, kızerkek
arkadaşlığını sürdüren ağabeylerimiz,
ablalarımız vardı. Onlar, okulu bitirince aynı
yerlere atandılar, evlendiler.
Benim kız kardeşim yoktu. Kitap, kızlardan
önceydi. Kızlarla, gerekirse konuşurdum.
Sınıfta suskun, bir şeyle meşgul, otururdum:
Sabahat öğretmen:
-Ne düşünüp duruyorsun, âşık mısın yoksa?
-Ben âşık olsam, size âşık olurum.
- Neden?
-Çünkü güzel gözleriniz eşek sıpasının gözlerine
benziyor.
Yüzü pembeleşti. Gülümseyerek dışarıya
baktı, bir süre. Arkadaşların ayıpsar bakışı!
Ben başımı öne eğmişim. Bir şey olmamış gibi
sürdü ders. O hafta öğretmenime görünmemeye
çalıştım. Ertesi hafta derse başlarken:
- Çocuklar, eşek sıpasının gözlerine baktım:
Hülyalı, feylesof gözüne benziyor. Bizim
45
bu deli oğlan gözlemci. yazar olabilir.
Ana sevgisiyle beni zordan kurtaran öğretmenime
karşı ayıp oldu. Sere serpe konuştuğum
arkadaş, ana dost gibi davranan öğretmenimi
yitirme korkusunu yaşıyorum.
- Bak, sana yeni bir kitap getirdim. Haydi,
kırlarda okumaya çıkalım mı?
‘Evet’im sözle değil, başımı öne eğerek.
Beni paylar mı ? İçim alıp veriyor. En iyisi, ben
anlatayım önce:
- Öğretmenim, köyde halk masalları okudum.
Sonra Doğu masalları. Okuduğum klasiklerde
de imreneceğim aşklar var. Özellikle
masallardaki kadınların gözleri, bir anda, insanı
derinlere çekiyor, tutkulandırıyor. Kitaplarda
da öyle. Aşk, sanki bakışlardan yeşeriyor.
Zamanı geldiğinde, gözünün ışığı, bana
parlamış bir kız görürsem ona âşık olabilirim
ancak. Gözlerinizin çok güzel olduğunu söylemek
istemiştim. Beni bağışlayın. Ağız, yüz
dolusu güldü. Gözleri sevgiyle parıltılı. Kucakladı.
Alnımdan öptü. “Okuduklarından algılandığın
anlaşıyor.” dedi.
Unutamadığım bir güzelliği daha
Bana ‘it herif diyen Bay Ambara Kabak
Gelmiş’e, köylü kiniyle tepkiliydim. Sınıfın duvar
gazetesinde, ‘Öküz M.’ diye bir öyküm vardı.
Gammazlamışlar. Müdürümüz çağırdı:
- Özgürlüğünüz var da başkalarına hakaret
hakkınız yok.
- Efendim, bizim köyde zalim bir bucak
46
müdürü vardı. Onu anlatmak istemiştim.
Müdürün ‘yutmam’ diyen gözü, ‘şımartıyorsun’
dercesine Sabahat Öğretmene kaydı.
Sabahat Öğretmen:
- Bırak Enver, yaza yaza öğrenecekler. Bir
daha yapmaz.
Sabahat Öğretmen ölmedi, bendedir
Demokrasiye geçilecek, çok partili düzen
gelecek deniyordu. Sevindik. Ama özgürlükler
için esmedi rüzgâr. Geçmişin tortularından
pay alarak iktidar olma yoluna girmişti siyasa.
Aksaklı düzen değişecek, özgürlüklere açılacağız
derken, az çok var olanlar da parçalanıyor,
tersine bir yel esiyordu, karayel. İlkin aydın
çevreleri vurdu. Sabahat öğretmenler savruldu
gitti.
Öksüzdük sanki. Eskisi gibi sürdüremeyecektik,
edimimizi, tutumuzu. Yeni denilen
hırçın fırtınada boğulmamak için, beynimizin
kıvrımlarında saklıyorduk, o güzel öğretmenlerimizi,
erimli kitaplardan devşirdiğimiz mayayı.
Sabahat öğretmenler gitti mi? Onların
okuttuğu kitaplardan bize sinen koku ve düşünüşler
uçtu mu? Hayır! Bizimle dolaştılar
yurdu, köşe bucak. Bizden öğrencilerimize
ağdı.
İnsanı katıksız sevdikse; doğayı ana kaynak
saydıksa; yurdun acılarıyla kökenimizin
bilincinde saydamlaştıysak; bugün öç alma
değil, yanlışa düşen herkese acıyorsak; yüre47
ğimiz, güzelliklere yayla adayıysa, yüreğimize
kini konuk etmiyorsak; çiçek saksılarımızın
dibinde biten ısırganları bile yolamıyorsak;
dallarımız evrensele dönükse Sabahat öğretmelerin
elleriyle örülmüştür bizim insanlık
dünyamız.
Öğrenim yıllarında iyi bir öğretmenin öğrencisi
olmak, doğumdan büyük şanstır. Hayatım
ne denli çalkantılı ve zorsa olsa da, kendimi
şansız saymadım.
1946 Akpınar Köy Enstitüsü 4/Asınıfı öğrencileri.
48
 
 

15

Balıkhane – Deniz
 
Samsun’dan Çarşamba ovasına açılan ilk
düzlükte, Papazköy’ün sarp arazisinin denize
değdiği yerde, birkaç harman büyüklüğünde
bir ovacık vardı. Akpınar Köy Enstitüsünün
Balıkhanesi oraya kurulmuştu. Yenecek balık
sağlanacak, Orta Anadolu bozkırından gelen
öğrenciler de deniz ve kent görecekti.
Genelde Balıkhaneye becerikli, gözü açık
öğrenciler gönderilirdi. Sait Bey’in başkanlığında,
Balıkhane’ye gönderilecek ekibin içinde ben
de vardım. Sait Bey:
-Sen kitaplığa bakacaksın, dedi. (Sanırım
Sabahat Öğretmenin tembihiyledir.) Kayıkla
balık avlamaya çıkmadım hiç. Okurdum. İsteyen
olursa kitap verirdim. Kitabımın zamanında
ve sağlam olarak geri getirilmesine dikkat
ederdim.
Köyümüzdeki Akınoğlu çayının böğetlenmiş
yerlerinde çimerdik. Uzun, ıslak donumuzun
paçasını bağlar, uçkurumuzun üst yanından
donun içine üfürür, şişkin donla suda yüzerdik.
Az da olsa, Yeşilırmak’ın durgun yerlerinde
yüzmüşlüğüm vardır. Karadeniz’in durgun
olduğu zamanlarda, hepimiz denizdeydik. İleri
gitmez, iyi yüzenlerle yarış düşünmezdim. Zamanla
bizimle oynaşan yunuslarla yüzmeye
başladım. Yüzmede ustalaştığımı söyleyemem
de, bizimle oynaşan yunuslarla ben de oynaştım.
49
Sait Bey, birinci sınıfta bize hayvancılık dersine
gelirdi. Atların ön süt dişleri için ‘süt mukaddem
dişler’ derdi. Sınıf başkanına da ‘temsilci’
derdi. Arkasından ‘süt mukkadem dişler’
ya da ‘temsilci’ diye mırıldandığımız olurdu.
Halbuki, ondan hiç azarlı söz işitmemiştik. Arkadaşımız
gibi davranırdı. Babacan bir insandı.
Sait Bey bizi sinemaya götürdü. ‘Kanlı Meydan’
adlı filmde İspanya’daki boğa güreşini izledik.
Öteki arkadaşlar daha önce sinemaya
gitmiş miydi, bilmiyorum ama ben ilk kez bir
film izledim.
Samsun’un yaslandığı Mahmur Dağı’nın
yamaçlarına çıktık Sait Öğretmenimizle. Yukarıdan
denize baktık. Kentin içindeki müzelere
gittik. 19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal’in
Samsun’a çıktığı yeri gördük. Samsun Parkı,
denize bitişikti o zaman. Parkın içindeki Atatürk
anıtı, Kurtuluş Savaşı coşkusunu ve Atatürk
sevgisini tazeledi
(Bu satırları yazarken, Atatürk’ün Samsun’a
çıktığı mekânın bozulması, anıtın kimi parçalarının
yok edilmesi aklıma düşünğümde, iyi ki
Köy Enstitüsünde okumak nasip olmuş bana,
iyi ki Sait Bey gibi öğretmenlerimiz varmış diyorum.)
Yalnızca deniz görmek, yiyeceğimiz balığı
tutmak mıydı? Yurdu, yurdumuzda yaşananları,
olagelenleri, doğanın içinde, yaşamın içinde
tanımak, onları algılayıp içselleştirmek, hayat
laboratuarında ulusal bilinç kazandır-mak eğitimiydi,
bizimki.
50

 

16

Piyer Lermit
 
Türkiye, daha Birinci Dünya Savaşının yaralarını
kapatmamış, Kurtuluş Savaşındaki
zorlukları unutamamış. Devrim ve Aydınlanma
sürecinin yörüngesinden saptırma girişimlerinin
sarsıntısında. İkinci Dünya Savaşı, dünyayı
kana boyuyor. Savaşan taraflardan ikisi de
Türkiye’yi savaşın içine çekmeye çalışıyor.
Türkiye olası bir savaşa karşı hazırlıklı olmak
zorunda. Üretim yapacak gençleri askere
almış. Üretim durmuş. Osmanlıdan kalan
borcu ödeyegiden devletin giderleri çoğalmış
Önceki savaşlarda yaşadığı yiyecek sıkıntısına
düşmemek için buğday depo ediyor. Ekmek
karneyle, iki ölçek buğday için adam öldürüldüğünü
yazıyor gazeteler.
Köy Enstitüsünde, haşlanmış patates ve
bulgur pilavı ile kahvaltı yaptığımız günler
oldu.Ekmek bulunursa, 4/1 ekmek, 8 zeytin,
bir maşrapa çayla yetiniyorduk sabahları..
Enstitünün ekmek fırını yoktu. Lâdik’ten
ekmek getiren at arabasının önünü kesip bir
ekmek alanları görürdüm: Fırına buğday ya da
un bırakılarmış. Tembihli arabacı, un, buğday
bırakanların çocuklarına verirmiş ekmeği.
Köye yazdığım mektupta, ekmeksizlikten
söz etmiş olmalıyım ki babam, Karakaçan’ın
sırtında heybeler, Enstitünün kapısında belirdi.
Daha biz kucaklaşmadan, koku alan arı
51
öbeği gibi üşüştü arkadaşlar. Babamdan önce
heybeye atlıyor, bulduklarını yutuyorlardı.
Arada, babama bakarak fısıldaşıyor. Piyer
Lermit, Piyer Lermit diyorlardı. O yıl okuduğumuz
tarihte, eşek sırtında Avrupa’yı dolaşan
papaz Piyer Lermit’e benzetiyorlarlardı babamı:
Eşekle gelmiş, ince dalan, uzun ve eğni latalı
bir adam ya… Tepem attı. Yiyecekleri, sergiden
alıp heybelere doldurdum. ‘Def olun!
Babam, ayıplarca bakıyor bana. “Baba,
bunlar, seni papaza benzetiyor.” “Olsun oğlum,
açlık, adama her şey yaptırır. Bunlar çocuk
daha.”
Belleğimden çkıp gelen bir anı
Küçüklüğümde dinlemiştim babamdan.
Balkan Savaşı’nda tabur imamı imiş babam.
Ordu yenilmiş, asker başsız, dolanıp duruyor
İşkodra kırsalında. Üç gündür lokma girmemiş
ağızlarına.
Bir portakal bahçesi çıkar önlerine. Din
adamı ya, parasıyla alacak portakalı. Seslenir
kimseden yanıt gelmez. Duvara çıkar, portakal
alacak. Kurşun yağmaya başlar. Kurşunun biri
dala, ötekisi Hocanın koluna. Dal ile Hoca duvarın
dış yanına düşer. Babam kendisini toparlayıncaya
değin, arkadaşları portakalları yemiş
yutmuşlardır. Bizimkine bir dilim bile kalmamış.
Çocukluğumda, babam o arkadaşlarına
sövsün isterdim. Sessizliği şaşırtırdı beni. Büyüyünce
sordum:
- Baba, niye sövmüyorsun onlara?
- Oğlum, onlar da açtı.
52
 
 

17

Hükümetin İtleri
 
Köy Enstitüsünden yaz dinlencesine çıkmıştım.
İki ağabeyim de askerde. Babam 67
yaşında. Harman zamanı. İznim bir buçuk ay.
Babama yardım ederim diye seviniyorum.
Dövenin(*) üstündeyim. Babam sayvanda.
(**)
-Selamünaleyküm Hoca Efendi diyerek,
jandarma astsubayı, babamın yanına oturuyor.
Astsubayın anlattıklarını duyuyorum:
Y. B. köyünden birisi, komşusunun karısını
kaçırmış, üç gün dağlarda dolaştıktan sonra
yakalanmışlar. Kaçıran adamı ve kadının kocasını
yüz yüze getirmiş, kocaya:
-Karını istiyor musun, diye sormuş.
- İstiyorum, yanıtını alınca tepesi atmış.
Kullanılan karı istenir miymiş? Âşıkla kadını
nezarete sokup, kocasının gözü önünde zina
yaptırmış. Tekrar sormuş:
-Bu karıyı, yine istiyor musun?
-İstiyorum, dediği için bu kez kocayı ıslata
ıslata dövmüş. Şimdi baygınmış, ölmesinden
korkuyormuş.
Dövenin üstünden seslendim:
-Sen daha az namussuz musun, dedim.
Astsubay, bana doğru hamle yapmaz
mı?…
- Ağır ol efendi! Bastonunu kavradı İsmail
Hoca:
53
-Defol bakalım benim harmanımdan! diyerek
onu kovdu. Ona çay ikram etmek için yakılmış
semaveri de bir tekmeyle indirdi yere.
-Gel bakalım, dedi babam.
Kuşağının, bilmem kaçıncı katına iğnelenmiş
kesesinden iki beş liralık çıkardı. Ötesi
yoktu herhalde. Kim bilir, hangi derdi savmak
için zulalamıştı onları?
-Hadi, tez eve git, neyin varsa topla. Kestirmeden
yola in. Hem de her zamanki yoldan
değil, Kırkharman yolundan, Cırlavuk
Deresi’nden doğru mektebine.
-Baba, iznimin bitmesine yirmi gün var.
Yalnız nasıl kaldıracaksın harmanı?
-Oğlum, bunlar devletin adamı değil, hükümetin
itidir. Seni koruyamam. Bu yaşta sıkıntıya
sokma beni. Hadi benim güzel oğlum,
hadi yavrum!…
Öptü öptü, döndü sayvana. Döven boşta,
öküzler harmanı burunluyor.
Uzaklaşırken koltuk altından bakıyorum;
İsmail Hoca, sayvanın bir köşesine sokulup
ters oturmuş, iki dizini kucaklamış uğunuyor
sanki. Dişlerimi kemire kemire, bilebildiğim
en ağır küfürleri saya saya düştüm evin yoluna,
aralıklardan.
Anam:
-Yavruum, ben sana doydum mu ki? diyerek
yemenisinin ucuyla gözlerini siliyor. Gözyaşları
yetmezmiş gibi, bir bakraç su dökmeyi
ihmal etmiyor arkamdan.
Yurdunu düşman basmışlar gibi, sine sine,
54
yüreğim ağzımda vardım Erbaa-Samsun yoluna.
Samsun’a gidecek kamyon bekliyorum,
çalıların arasında. Kulağım kamyon sesinde,
zaman geçmek bilmiyor, korku yüreğimden silinmiyor.
Kamyonun önüne fırladım. Beş liramı
alıp yükün üstüne bindirdiler. Bir elim sargı
ipinde, öteki elim tahta bavulumda saçlarım
rüzgârda, vardık Akpınar Köy Enstitüsünün
giriş kapısına. Kapıdan içeri girince rahat bir
soluk aldım. Sığıntı mıydım ben?
(*) Döven; ekinin sap ve tanelerini birbirinden
ayırmaya yarayan kızak biçimi bir araç.
(**) Sayvan; güneşten korunmak için yapılmış
önü açık gölgelik.
Samsun 19 Mayıs 1947. Akpınar Köy Enstitüsü öğren-cileri
resmi geçitte.
55
 
 

18

Erzurum Pulur Köy Enstitüsü
 
Köy Enstitülerinin imeceli ve ekipli çalışması,
yalnızca kendi içlerinde değildi. Birbirilerinin
yarım kalan işlerinin bitirilmesine de
yardım ederlerdi. Bir Köy Enstitüsünde erken
yetişen ürün, geç yetişen Köy Enstitüsüne
gönderilirdi. Ürünü geç yetişen de aldığı yere
ürün göndererek ödüncünü öderdi. Bölgeler,
enstitüler arası elleşme!
Uzun tren yolculuğu
Akpınar Köy Enstitüsü 3. sınıfından seçilmiş
bir ekip, Pulur Köy Enstitüsünde bina
kırmaya gidiyoruz (1945). Benim yardımcı iş
kolum yapıcılık olsa da, o dalda seçilecekler
arasında bana yer vermeseler şaşırmazdım.
Çünkü yapıcılık çalışmaları sırasında, çoğu
kez kitaplıkta olurdum.
Sabahat Öğretmen ekibi topladı. “Erzurum
soğuktur, üşürsünüz, iyi korunmazsanız, hastalanırsınız.”
dedi. Eski gazete tomarını koydu
önümüze. Soğuk havalarda göğsümüze, sırtımıza
gazete koymamızı söylüyor.
Ekibe dahil edilişim, Sabahat Öğretmenin
lütfundan, anladım. Ekiptekilerin içinde zayıf
yapılı olanbendim de…
Uzun bir tren yolculuğu yapacağım, yurdun
Doğusunu göreceğim için çok sevinçliyim.
Ama çalışmada verimli olamayacağımdan
56
korkuyorum.
Toptepe istasyonundan bindik trene. Ekip
başımız Kemal Fırat, Akpınar’ın ilk mezunlarından
ağabeyimiz. Arkadaş gibi davranıyor
bize. Yolda yiyeceklerimiz hazırlanmış. Harçlık
olarak nemiz varsa öğretmene teslim edilmiş.
Yetmezse öğretmenden de alabileceğimiz
söylenmiş. Tren kalkar kalmaz türküye başladık.
Tanıdığım bölgeleri aşınca,’Bura neresi?’
diye görevlilere soruyorum. Uyumamak, her
bir yeri görmek istiyorum. Belleğime yazacağım.
Ay ışığında, iki yanı kayalarla sarılı bir vadiden
geçiyoruz. Kayaların üst yanındaki yer
Divriği imiş. Pencerede “Demir ağlarla ördük
anayurdu dört baştan” diye mırıldanıyorum.
Kemal Bey: “ Uyumayacak mısın?” diye sordu.
“Öğretmenim” dedim, “Bu güzellikten ayırmayın
beni.”
36 yıl sonra kızım Yasemin, İliç sorgu yargıçlığına
annesiyle giderken, onlara “Divriği’ye
yaklaşırken uyumayın, pencerede olun. Hele
ay ışığı varsa, o kayalıkları, ne güzel bulacaksınız.”,
demiştim. Döndüklerinde, üstünden
bunca yıl geçtiği halde: “Nasıl aklında kaldı
orası?” diye sorduklarında., “Otomobille giderken
ben şimdi şuradan, şurası gelecek demez
miyim? Bilmediğin yeri sevemezsin” dedim.
Pulur Köy Enstitüsü’nde coşkuyla karşılandık.
Akçadağ Köy Enstitüsünden de bir
ekip vardı. Üç Köy Enstitüsü iç içe. Herkes ta57
nışmak, kaynaşmak, kendisini göstermek istiyor.
Sık sık akşam toplantıları yapılıyor. Şiir
okunuyor, türkü söyleniyor, millî oyunlar oynanıyor.
Akpınarlı olarak en çok şiir okuyan,
konuşan benim. Kemal Bey, Akpınar’ın ön almasından
hoşlanıyor.
Yurdun, görmediğimiz yerlerini gördük.
Ayrı konumdaki Köy Enstitülüler, tanıştık,
kaynaştık. Birbirimizden katkılandık. İnsan
coğrafyamız genişledi. Kültürümüz boyutlandı.
Eğitimle Anadolu kalkınacak inanımız pekişti.
Sabahat Öğretmen benim mesenim (Sanat
ve bilim adamlarını koruyan kimse.) Sanat,
bilim adamı olamadımsa da, insanlaşmamda,
öğretmenimin koruyuculuğunu unutamam.
58
 
 

19

Düello
 
Düello Batı’nın kavramı: İki kişi arasında,
tanıklar önünde yapılan silahlı vuruşma.
Okuduğumuz kitaplardan girmişti dilimize, o
sözcük. Aklımızca, söz dağarımızı genişletiyor,
dövüşümüzü uygarlaştırıyorduk (!)
Cumartesi, pazar günleri gidebileceğimiz
tek yer, iki bin nüfuslu Lâdik: Soğukta kim
Lâdik’e gidiş geliş için altı kilometre yolu tepecek?
Cebimizde para mı var? Üç avuçluk
Lâdik’te ne göreceğiz ki? Odun sobasını iri
gövdeliler kuşatmış. Sobanın çevresinde yer
bulamayanlar, sıralara büzülmüş, dereden
tepeden konuşarak oyalanıyor. Sobanın başında
kendisine yer açabilecek güçte değilim.
Kara kuru bir çocuk, elimde her zaman, okuyacak
bir kitabım bulunur. Ama soğuk yeğin,
okuyamıyorum. Oyalanmak için, karatahtaya
palabıyık bir adam resmi yaptım. Tuvalete gittim.
Köylülük yok mu temelimizde? Köylü, baş
edemediği durumları, olayları ya sarakaya alır
ya da içlerinden bir ikisinı fiştekler, boğuşturur,
kendisine eğlence çıkarır.
Bizim Mehmet’in lakabı ‘Palabıyık ’ ya, ona:
“Osman, senin resmini yaptı” demişler. Yeni
bir eğlence çıkarıp oyalanacaklar. Mehmet,
kavgaya hazır. Kapının önünde beni bekliyor.
Daha içeriye adım atmadan yakama yapıştı.
59
- Sen, kimin resmini yaptın lan?
- Niçin, üstüne alınıyorsun, seninle ilgisi
yok o resmin.
Eğlence çıkaracaklar, Mehmet’i kışkırtıyorlar.
Onları destekçi mi sayıyor ne, efeleniyor
Mehmet. İlle de kavga edecek. Ne desem,
vazgeçmiyor.
- İstemiyorum ama ille de kavgaya niyetliysen,
yenen de yenilen de şikâyet etmesin, var
mısın kavgaya?
- Evet, hem de sapına kadar.
- Öyleyse ikimiz de şikâyet etmemek üzere
ant içelim.
- Ona da evet ulan!
- Vur, vur Mehmet!
Bana da:
-Korkuyor musun, hadisene! diyenler var.
İki kolunu yakalayıp sırtını duvara dayadım.
Sınıfa :
- Size eğlence gerek. Ben ant ediyorum, yenilirsem
şikâyet etmeyeceğim. O da ant içecek
mi? Sizler de doğru tanıklık yapacak mısınız?
- Evet, evetler sınıfı çınlatıyor. Mehmet de:
- Ulan, pilavdan dönen kaşığın sapı kırılsın.
Namusum, şerefim üzerine şikâyet etmeyeceğim.
- Düello yapalım diyorum.
Düello kararı veriliyor: Hurra, sınıf, dersliğin
arkasındaki karlı alana yığıldı. Aynı kalınlık,
aynı uzunlukta iki dal kesilip verildi elimize.
Sırt sırta vereceğiz, başla buyruğu verilince
yirmişer adım yürüdükten sonra dönüp vuru60
şacağız.
Başla komutu verilince yürümeye başladım.
O da ne? Kar üstünde yürüyen ayak
sesinin gıcırtısı değişti. Omzumdan baktım:
Mehmet sopasını çekmiş geliyor. Kalleşlik bu!
Öfkelendim, saldırdım.
Mehmet kanlar içinde yerde yatıyor, tepesinde
dikiliyorum. Kalkarsa yine vuracağım.
Kavgayı kestirdiler. Eli yüzü kanlı Mehmet
çekti gitti. Ben de okulun üst yanındaki ormana
vurdum. Dallardan düşen kar, üstümü başımı
ıslattı, postallarıma su doldu. Donacağım.
Sınıfa dönemiyorum. İdarenin göreceği yerlere
yaklaşamıyorum. Okulun fırınına sağındım,
kurunuyorum. Yemek zili çaldı, yemekhaneye
gidemedim. Sakına sakına kantinden çerez aldım,
açlığımı bastıracağım. Şaşkınım. Gidecek
yer yok.
Mütalaa (okuma, ders çalışma) zili da çaldı.
Hiçbir şey olmamış gibi sınıfa girdim. Mehmet
yok sınıfta. Kitabımı açtım, gözüm kitapta
ama okuyamıyorum. Sınıf öğretmenimiz Cemal
Yalçın, sınıf kapısında, gözüyle beni çağırdı.
Düştüm ardına, vardık Cemal Beyin odasına.
Mehmet süklüm büklüm oturuyor.
Olayı olduğu gibi aktardım.
- Andından döneceğini, şikâyet edeceğini
bilsem, kavga etmezdim, dedim. Cemal Bey,
bizi bıraktı gitti. Uzun zaman sonra döndü.
- Sınıfta sordum soruşturdum. Olay,
Osman’ın anlattığı gibi. Düello için karar almışsınız,
sen kuralına uymamışsın, kalleşlik
61
etmişsin. Erkek adam, andından döner mi?
İdareye şikâyet edersen, benden çekeceğin
var. Hadi çık dışarıya!, dedi Mehmet’e. Çıkmaya
davrandım, durdurdu. Dolabını açıyor, ne
olacak, merakla bekliyorum. Bir çikolata uzattı
bana, ‘Bandi’ diyerek.
20 Temmuz 1947.Ahet Ağanın Dere’de bitirm sınavına hazırlan
örgenciler.1. Ali Galip Tuncay, 2. Ahmet Alkan, 3. Ahmet
Ak, 4.Şekip Candemir, 5.Osman Bolulu,6. Şük-rü Balık.
62
 
 

20

Cisim
 
Fizik öğretmeni Cemal Yalçın
Baraka yatakhanelerde üşüyoruz. Sabahları
kalkmaya üşeniyoruz. Bizim giyimimizde
birisi düdük öttürdü.
’Yatakhanede hiçbir canlı cisim kalmayacak.
Dışarı!”
Düdük çalanın yeni atanan fizik öğretmeni
olduğunu öğrendik. Onun nöbetinde erken
kalkan arkadaşlardan biri:
- Yatakhanede hiçbir cisim kalmayacak,
bit, pire dahil herkes dışarı! diye bağırırdı. Cemal
Bey’e, arkasından Cisim derdik.
Fizik öğretmeni Cemal Yalçın, dinlence zamanı
başlaamıştı göreve. Üstünde bizim giydiğimiz
boz giysi, ayağında asker postalı. İnce
dalan, çakı bir gibi delikanlı. Biz, küçük sınıftakiler,
onu ağabeylerin sınıfından sanırdık,
ağabeyler de naklen gelmiş bir arkadaş sanırmış.
Derslerine girince şaşırmışlar. Şaşırtan
yalnızca görünüşü değil. Bilgisi, arkadaşça
davranışı, üstten bakmayışı, konuyu kavratmada
kullandığı yöntem. Hayran olmuşlar.
Fizik, bizleri korkutan bir dersti. Cisim,
konuyu kitaptan aktarıp geçmiyor. Bizleri konuşturuyor,
o konuşmalara bağlayarak işliyor
konuyu. Dersi de sevdik, Cisim’i de sevdik.
Çevremizdeki olay, olgularla ve yaşamla bağıntılıymış
fizik dersi.
63
Sınıf öğretmenimiz. Odası, karşı sınıfla bizim
sınıfın arasında. Mütalaa saatlerinde başımızdadır.
Hangi dersten olursa olsun, bütün
sorularımızı yanıtlıyor. Sanki bütün derslerin
yetkin öğretmeni.
Bizim gibi giyiniyor da; postalının içi çorapsız,
elbisenin altı iç çamaşırsız. Karda kışta,
her sabah, Enstitü çevresinde 10 km. koşar.
Bizimle aynı sofraya oturur. Mütalaalarda, yazın
kitaplarının dışında kitap okur bize. Dr.
Viktor Poşe adlı bir Fransız yazarın sağlıkla
ilgili kitaplarını okumakla kalmıyor, onların
üzerinde bizi de konuşturuyor. Sağlıklı beslenme,
gövde sağlığını koruma konularında,
bizleri değiştirip dönüştürmeye çabaladığını
anlıyoruz.
Yaşamın her alanından bilgilendiriyor.
Cemal Bey, imrendiğim bir örnekti. Ona
benzemeye çalışıyorum. Onunla koşuya çıkıyorum.
Ama yarı yolda nefesim kesiliyor.
- Bu başlangıç bandi. Zamanla dahasını
başaracaksın. derdi, arkaya dönüp. Mehmet
ile düello olayından beri bana Bandi(*) derdi.
Kızmaz, hoşlanırdım. Köyde de haşarılığımdan
ötürü bana ‘Deli Osman’ demiyorlar mıydı?
Lamartine ( Alfonse de)in Graziella adlı,
aşk romanını okuyordum, arka sırada. Cemal
Beyin dersi başlayınca kitabı, sıranın gözüne
itelemiştim. Ama motosiklette, Grazielle arkadan
belimi kucaklamış, dolambaçlı yollardan
Zonguldak’a iniyordum. Tak! Tak! Tak! Benim
(*) Bandi:haydut
64
motörün sesiydi, o tak tak taklar. Cemal Bey,
beni uyarmak için, tahtaya vururmuş.
- Daldın gittin gene bandi.
- Düşünüyorum öğretmenim.
- Ne düşünüyorsun? Dünyayı mı kurtaracaksın?
- Evet, öğretmenim. Cebelüttarık Boğazına
kocaman bir baraj kuracağım. Akdeniz şişecek.
Okyanusa akan su türbinlerden atlarken
elektrik üretecek. Avrupa ve Orta Doğuda, her
iş elektrik gücüyle yapılacak. Santralın başındaki
kurul, savaş çıkaran ülkenin şalterini
indirecek. Böylece savaşlar önlenmiş olacak.
- Bir dergide okudun değil mi? Nerden geçti
eline? Bandi, bir şeyler okumuş, anlamışsın
da.
Fizik kitabıyla sınırlı kalmazdı. Kitaplara
geçmeyenlerden de söz ederdi. Güncel olaylardan
konuşulurdu: Dünyaya bir yıldız çarpacak,
dünya batacakmış, dünya rasathaneleri
kuşkuluymuş. Bizim Kandilli Rasathanesi,
yıldızın dünyaya çarpmayacağı kanısındaymış.
- Kandilli Rasathanesi doğru söylüyor, dedim.
- Nereden çıkardın Bandi?
- Dünya batarsa Kandilli Rasathanesinin
yanlışını kimse kanıtlayamaz ki.
- Mantık oyunuyla kendini kurtardın Bandi.
Yirmi yıl sonra öğretmenimi Ticaret Bakanlığında
ziyarete gittim. 45’e varmış olmalıydı.
65
Her baharda Ankara’dan Elmadağ’a yaya gidip
geliyormuş.
Arkasından koştuğum kırları anımsattım.
Kırı, ormanı ve çalışanı olmayan okullara ısınamadım.
Oturmaksa, şimdi burada oturarak
çalışıyorum. Baba evi de burada.
Yıllar sonra Zongulak’ ı gördüm. Yolu düşlediğim
gibi.
1947 Akpınar Köy Enstitüsü öğretmenler kurulu.
66

 

21

Canlı Cenaze
 
Köy Enstitüsü’ne girdiğimde boyum
1.41’den 1.50’yi zorluyordu. Sol kulağım akıntılıydı.
Köyden getirdiğim sıtmadan kurtulamamıştım.
Kenar gezen, kara kuru bir çocuk…
Sormadıkça konuşmaz. Koynunda bir kitap,
onunla söyleşir. Küskün oturuşlu olduğu için,
dersi dinlemez sanılır. Anlattığı konuyu bitiren
öğretmenlerin ilk sorusu, ders dinlemez bu çocuğadır.
Teklemeden, doğru yanıtlar soruları.
Dil altından zeki olduğumu söylemek mi istiyorum?
Hayır! Hiçbir zaman zeki olduğumu
söylemedim, söylemeyeceğim. Çünkü zeki olmadığımın
kanıtı benim yaşamım. Öyleyse nereden
gelir bu birikim? Tepemde davul çalsalar,
okumayı sürdürürüm. Araba kullanırken
ensemden konuşadursunlar, başımı geriye çevirmem.
Bir şeye yoğunlaşmışsam, kolay kolay
o işi bırakmam.Zekâ kıtlığımı, gözlem,bellek ve
yoğunlaşma ile kapatıyorum, herhalde.
Gece yarısı uyandığımda, sabah kalktığımda
babamı kitap okur görürdüm. İlkokula,
okuryazar başlamıştım. Akranlarımdan önde
gitmek, varlığımı kanıtlamaktı sanki. Öncülüğü
başkasına kaptırmamak için, ders kitaplarındaki
konuları önceden okurdum. Kendimde,
en beğendiğim yanım göz belleğimdir. Öğretmen
konuyu anlatamadan, bana sorarsa,
okuduğum sayfalar, gözümün önüne serilir,
67
rahatça anlatırdım.
Kitaba yabancı değildim
Darende’den ve başka yörelerden kışları,
bizim köylere Besni üzümü, leblebi ve Battal
Gazi vb. kitap satıcıları gelirdi. Onların sattığını
almak için para nerde? Akşamları, dışarda
kendir(*) soyanlara yardım ederdik biz çocuklar.
Hizmetimizin karşılığı olarak bize birer topak
kendir verilirdi. O satıcılar, terazinin bir
kefesine kendiri, ötekisine çerezi koyardı: Takas!
Ben kendir topağımı halk masalı, halk
hikâyesiyle takas ederdim. “Kaytarıcı” bölümünde
anlattığım ’çalı kitaplığım’da pek çok kitap
okumuştum. Sabahat Öğretmen, beni okul
kitaplığında görevlendirdikten sonra iş derslerine,
tarım çalışmalarına katılmıyordum. Her
günün yarısını okumaya ayırıyordum. Sabahat
Öğretmenden ‘aferin’ almak, benim için yücelmekti.
Ödip kompleksi’ne benzer bir akım mı
vardı derinlerimde? Sevgilisine kendisini kabul
ettirmeye çalışan bir yeniyetmenin heyecanıyla
mı kitaplara sarılırdım?
Kitap, aşktan önce. Üstelik kıtlık yılları.
Köylü, beslenme kavramını bilmez. Yemek yiyelim
demez. Hadi ekmek yiyelim der. Ekmekle
su, karnını şişirmeye yeter. Yeniyetmeliğin boy
atma, serpilme dönemi, bende çok ağır yürümüş,
akranlarıma göre arık kalmıştım. Hem
bu nedenle hem bilecenlik taslamama tepkiden
olsa gerek ‘Canlı Cenaze’ derlerdi arkamdan.
(*) Kendir; Urgan, halat, ip yapmaya yarayan lifli bir bitki.
68

 

22

Kitap Kurdu
 
‘ Canlı Genaze’likten ‘Kitap Kurt’luğuna
Bir İngiliz yazarınındı, sanırım: “Gençler,
yatağınızı satınız, kitap alınız.”
Altımızdaki şilte otla doldurulmuştu. Pijamasız
gövdemize kılçık batardı. Satmaya kalksanız
kim alırdı onu? Üstelik okuldan kovulurdunuz.
Okumak, sancıyı andırır bir tutkuydu bende.
Okudukça dünyam ve düşüncem genişliyor,
dilim açılıyordu. Gönül düşürdüğüm şiir,
biraz aslına benzerlik kazandırıyordu. Toplantılarda,
acemi aşk şiirlerimi, gözüm eğilim duyduğum
kızda, bağıra bağıra okudukça, aşkımın
katmerlendiğini sanırdım. Alkışlanmak kanatlandırıyor,
kırlarda arkadaşlarla kitap üzerine
konuşmak; yazarlığı, düşünürlüğü hayal ettiriyordu.
Köy Enstitülerinde kitap yasağının adını
duymamıştık. Sabahat Öğretmenin koltuğu,
kitaplıkta bulunmayan yeni kitap ve dergilerle
dolu idi. Onları ödünç almak yetmezdi. Güzel
kitaplar benim olmalıydı. Onları okurken uyuya
kalmalıydım. Uyandığımda –koynumda bir
sevgili gibi- döşümün üstünde bulmalıydım kitabı.
Dergilerde adını gördüğüm kitapları edinmek
için yanıp tutuşuyordum.
Kitap alacak para mı? Anı defterime bakıyorum.
Bir yılı, köye gidiş-dönüş, harçlık, kalem
defter içinde 45 lirayla geçirmişim. Ekmek kıt69
lığı yetişti imdadıma: Öğle yemeğimin ekmeğini
35 kuruşa satıyorum. Üç günde 105 kuruşum
oluyor. 100 kuruşa bir kitap alıyorum. Kalanı
da harçlık.
O kitaplardan birisi kalmış elimde: İngiliz
İşçi Partisi Başkanı Prof. Dr. Harold Laski’nin:
“Demokrasi ve Sosyalizm” adlı kitabı. Onu saklıyorum.
Ama… Ötekileri elimde kalmadı. Neden?
Yeri geldiğinde anlatacağım.
Gençliğim kitap sayfalarında mı kaldı?
Okuma hummasına tutulduğum yılları düşündüm.
O denli çok okuma, mide fesadı gibi
miydi? Okuma fesadı mı yaşamıştım? Okumak,
giderek alışkanlığı aşmış; beyni besleme ve düşünce
onarımına dönüşmüş, dahası insanlaşmamı
sağlamıştı.
Gene de okuma fesadına uğrayıp uğramadığımı
görmek istedim. Dünyanın on büyük
romanını, kimi temel düşünce kitaplarını kırk
yıl sonra yeniden okudum. Kitap kurdu değil,
kitap adamı olmuştum. Dünyada en çok sevdiğim
saydığım anamla babamdır. Ama onlardan
çok, kitaplar eğitmiştir beni. İkinci anam
babam kitaplardır. Bizim okuma tutkunluğumuzun
çocuklarımızda da, torunlarımızda da
sürüp gitmesinden büyük varsıllık olur mu?
Kısıtlı, acılı bir yaşam geçirmiş olsak da,
varsılız biz.
Kitap deyince Sabahat Öğretmen gelir aklıma.
Çalışma odamın dört duvarını dolduran
kitaplardır beynimi besleyen, yüreğimi incelten.
Kitap, benim beyin azığımdır.
70
 
 

23

Cisim’in Yazdırdığı Öykü

434
…………..
Okulun verdiği asker postallarını giyerdik.
Gündüzün ıslanan postallar, sabaha kazık kesilirdi.
Buzunu çözmeden giyemezdiniz. Postalımı
yumuşatmak için sobanın başına varamazdım.
Yırtıkların halkasını yarmak kolay
mı? Sıtmalı gövdemle yenik düşeceğim baştan
belli. Isıtması için postalımı bir arkadaşıma
verdim. Biraz sonra postallar burnuma sürtünerek
pat diye önüme düştü. Bentlerim yıkıldı.
Zembereğim boşandı. 434’tü postalarımı
fırlatan. Uzun boylu olduğu için ‘Minare Kırığı’
derdik ona. 434’le araçsız vuruşmaya gücüm
yetmezdi. Sınıfın aralığından bir odun kapıp
sobanın başına ulaştım.
- Ulan 434, dön yüzünü bakalım!
Adını söylemiyordum, 434 aldırmadı bile.
Omzunu silkeleyerek:
- Ulan 434, sana söylüyorum, dön yüzünü!
Boynuzuna sinek konmuş manda gibi bakıyor,
tınmıyordu. Zıvanadan çıkmıştım.
Arkadan vurmak erkekliğe sığmazdı. Boylu
boslu da olsa, yüzünü döner dönmez, bir iki
kuvvetli odun indirecektim, o vakte kadar pes
ederdi elbet.
Dönmedi.
71
- Dön ayı! Dön minare kırığı! Kalleşçe arkadan
vurdu diyeceksin sonra.
Saçlarından tutup yüzünü çevirmeye çalıştım.
Kalktı uzadı, uzadı, gerçekten minare
oldu. Neresi gelirse orasına çarpıyordum. Gerilemiyor
herif. Bana mısın demiyor. Vuran da
benim, duvarın köşesine doğru gerileyen de.
Odunu yedikçe üstüme geliyor. Kıskaç daraldıkça
daraldı. Köşeye sıkıştım. Ve sonra…
Odunu kaptı elimden. Cephanesi tükenmiş,
bataklığa düşmüş kumandanım. O, Baltacı,
ben Petro. Baltacı kadar azametliydi herif! Kaçamazdım.
Ellerimle, dişlerimle, tekmelerimle,
bütün organlarımla karşı koyuyorum. Yokkk!
Yetmiyor… Çaresizim. Elinden sıyrılıp kapıya
yöneldim.
- Bravo, Minare Kırığı diyordu, sobanın başındakiler,
alaycı gözleri üstümde. Güçlüden
yana olmak ne kolaydır, kimileri için…
Alaya alınmıştım. Hiç kaçamazdım artık.
Önceki gün, sınıfın aralığına atıverdiğimiz bel
küreklerinden birini kavradım. Daha bir hırsla
saldırıya geçtim. Alan dar, bel küreğini döndürmek
zor. Ne olursa olsun, başka umarım
yoktu artık. Vurdukça üstüme geliyor. Olan
oldu. Bel küreği elimden alındı, kendimi yerde
buldum. O kocaman gövde üstümdeydi. Yer
çamur, hem ne çamur, iki sınıftaki yüz kişinin
çiğnediği, vıcık vıcık çamur. Çamur bulamacında
hayli yoğrulduk dersem de, yoğrulan
bendim. Kirli çamurlara burnumun kanı bulaştı.
Kandan, kanatan da kanatılan da korkmuştur
nedense. Kan oluklaşınca bıraktı.
72
Kavgayı aralamayanlar, bu kez 434’e söylenmeye
başladı. Öyle ya, kanı akıtılan bir zavallı
vardı ortada. Herkese, insanlığını gösterme
fırsatı çıkmıştı.
-Ulan ayı, utanmadın mı çocuğu boğmaya?
- Deve, bu kadar ileri götürülür mü deseler
de, onların da cesareti yoktu herhalde doğrudan
işe karışmaya.
- Şikâyet et, biz tanığız, diyenler de vardı.
Şikâyet edersem, haklı görülebilirdim. Yaralıydım,
ayrıca sorgucular ikimizi yan yana
görünce:
- Boyundan utanmadın mı? derlerdi ona.
434 dikeliyor, ‘Ulan, gelip sen bulaştın, başıma
iş açtın’ gibisinden ters ters bakıyor, o
da seziyordu, sonucun nereye varacağını. Kalabalığa
dönüp:
- Şikâyet etmeyeceğim, dedim. Ben çıkardım
kavgayı. Kim idareye duyurursa, onun da
anasını…
- Haktır sana it oğul it, dediler arkamdan.
Yüzüm yerde, uzaklaştım. Bir dersliğin lavabosunda
yüzümü yıkadım. Üstümü başımı
düzelttim. Okul revirinde ‘düştüm’ bahanesiyle
burnumu tamponlattım kanını dindirttim.
Dünyada sığınacak yer kalmamıştı bana.
Okulun üst yanındaki tepelere vurdum. Baharları
üstüne uzanarak kitap okuduğumuz
kırların otları, asker postalımı delip ayağımı
acıtıyor, kılıç olmuş kılıç! ‘Nasıl, saygısızca çiğner
misin bizi’ havasında kötü otlar.
Yürüdüm, yürüdüm, yönsüz. Tepelerin yu73
karısındaki ormana daldım. Ağaçlar, niye böyle
dik? Her zaman, beni ana gibi kucaklayan
doğa, nasıl nobranlaşır? Koyu gölgelerinde kitaplar
üzerine tartıştığımız ağaçların dalı, düşman
süngüsü, yolumu kesiyor. Orman serin
değil. Soğuk. Çok sevdiğim, coşkulu gönlümü
serinleten loşluğu, zindana kesmiş zindana!
Üşüyorum. Dünyanın suratı asık.
Doruktaki kayaların tepsine tırmandım,
pis dünyaya iğrenerek baktım. Ne var ne yoksa
hepsinin sülalesine okudum, bi güzel kalayladım
dünyayı. Kayanın tepesinden, genç bir
pars gibi, genç bir ağacın dalına atladım, dalla
birlikte indik yere. Dalın incecik kanatlarını
yolduktan sonra elimde kalan köteğini, önümdeki
filizlere vura vura indim, Ahmet Ağanın
Dere’ye. Gözeden içtikçe içim soğuyordu biraz.
Yüzüme vurduğum su, gözyaşlarımı alıp gidiyordu.
İki suyla temizleniyordum.
Bu eziklikten sıyrılmadan, bu sular eskisi
gibi içimi serinletebilir miydi? Kırılan yerlerimi
sarmalıydım. Ama nasıl? Gücüm yetmediği
için ufalanmıştım.
Harçlığıyla beslenme eksikliğini tamamlayanlar
var. Sense, az buçuğunu kitaba ayırıyorsun.
Kitaplardan edindiklerinle öğretmenlerin
alkışını alıyorsun. Bu bakımdan başarılısın,
büyüksün, pısırık görüntünün açığını kapatabiliyorsun.
O yönden arkadaşlarından büyüksün
de, işte öteki büyük, burnunu çamurlara
sürttürdü. Güçsüzlüğün; yakanı bırakmayan
sıtma kadar ekmeğini satarak kitap almaktan
değil mi? Beslenmeni desteklemezsen, elbette
74
canlı cenaze olursun. Elbette dayak yersin.
Kitap mı? Okul kitaplığı ne güne duruyor?
Yeni kitapları Sabahat Öğretmen sana veriyor.
Ya güç kazanmak yalnızca boy uzunluğu,
kiloluk değil. Baksana Cemal Bey’e, Cisim’e,
üflesen uçacak gibi görünüyor da, Samsun’
da bizim öğrencilere saldırıldığında, kaç kişiyi
kütük gibi savurdu attı! Kafası dolu olduğu
gibi, gövdesi de güç dolu. Neden, kış yaz, her
gün sporda. Ona benzersen…
Ertesi sabah, songüzün ayazına aldırmadan,
tepelere fırladım. Soğuk ciğerimi deliyor,
içime işliyor. İşlesin! Cemal Bey’e tatlı kaçık
gözüyle bakardı, kimileri. Seni de o soydan sayacaklar,
taklitçi diyecekler. Desinler! Kırılan
erkekliğini kurtaracaksın!
Biraz daha herkesten uzak, biraz daha içe
kapanık, bir kış geçirdim. İlk günlerde hastalanma
korkusu yaşadım. Ama sonra sonra,
hıncımın itelediği spordan zevk almaya başladım.
Kış yaz yakamı bırakmayan sıtmadan
kurtuldum. Baksana, hastalık bile, üstüne
gittikçe kaçıyor. Zorluklar, güçlüden çekiniyor,
baksana! Gittikçe akrobatik numaralar
yapmaya başladım.
Önceden kaçtığım spor yarışmalarına alındım.
Bir Herkül’üm canım… Kolay kolay postu
deldirmem.
Bahar, yaza dönüyor, kırlara döküldük.
Ders kitapları elimizde.
434’le dıştan küskünlüğümüz yok ama
içten yanıyorum, ezikliğin sancısı sürüyor.
Bir gün 434’e, ‘Kimi konuları kavrayamadım,
75
bana biraz yardım eder misin?’ dedim. ‘Hay
hay, birlikte çalışırız’ dedi. ‘Buralarda herkes
kendi havasında, şöyle ileriye doğru açılsak…’
Ahmet Ağa’nın Dere’ye yöneldik. Gözeden su
içiyoruz. O çok içsin, kanı şişsin, ben az. Sinsi
planım var.
- Güreşelim mi?
- Hadi be, aslanım, bir savurmada kendini
yerde bulursun.
-Yenebilirsen yenersin. Dayanamazsam,
bırak derim.
Aşırı isteğim üzerine tutuştuk. Perdah,
peşrev, gücünü ölçüyorum, derken altıma düşüverdi.
Ya dalgın yanına getirmişsem… Kaçırmış
gibi yaptım. Kalktı. Yeniden tutuştuk,
yine altımda. Zorumu kullanmaya başladım.
Sırtüstü çevirmiyor, burnunu çayırlara sürttürüyorum.
Utanılası bir zevkin doruğundayım.
Yere devrilmiş kalın bir kavak ağacının
üstünde hırslı bir keresteci gibi çalışıyorum.
Zorlanıyor, kalkamıyor, hırsından titremekte.
- Şimdi kalkarsam, sana yapacağımı bilirim,
dedi.
- Kalk, kalabilirsen, Minare Kırığı!
- Görürsün sen, diyor, zor solukların arasından.
- Ben de ne olduğunu görüyorum, burnunla
çayırlığı sürüyorsun, Minare Kırığı!
- Çamurlara sürünen kanlı burnunu unuttun
mu?
- Unutmadım da ondan altımdasın!
Geçmiş, iyice depreşti: Bir elimi kolunun
altından geçirip ensesini kavradım, bacağımı
76
bacağına sarmaladım. Boşta kalan elimle elini
hareketten alıkoyarak bütün gücümü bir yana
verdim, kanırta kanırta sırt üstü yatırdım.
Sonra bacaklarını kollayacak biçimde göbeğinin
üstüne oturup kollarını bastırdım. 434’e
gökyüzünü; bana, onun dudaklarını kemiren
dişlerini seyretmek düştü. Bir süre bekledim.
-Tamam mı, dedim, bıraktım.
Elini yüzünü yıkadı, soluklandı. Zafer anıtı
gibi dikiliyorum. Yüzüme bakamıyor. Eski sömürgesine
nasıl baksın, parçalanmış imparatorluk?
Öylece bırakıp gitmek istedim.
Ne o, ben otları ezen sinsi ayak seslerini
çok iyi tanırım, kırsalın çocuğuyum. Ensemden
yakalamak üzere. Uzun bacaklarına dalar
dalmaz, yere indirdim. Bu, güreş değildi artık!
Yüzünü yere çevirip, burnunu yere sürttüre
sürttüre gözenin başına götürüp, bastırdım
kellesini suya. Bir fokurtudur başladı. Davranışları
‘aman’ işareti veriyor. Bir elimle postalımı
çıkarıp dayadım ağzına.
- Isır lan şu postalı!
_.....................
_ Isır diyorum sana! Sobanın başında yüzümü
fırlattığın postal bu!
- Senin ananı…..
Postalı yüzüne çarpıyorum, hırsla. Kan fışkırdı,
yüzü bayraklaştı. Kanla bayrak arasındaki
ilişkiyi anladım. Benim bayrağım dalgalanıyordu.
Kazananın düşmanını bağışlaması,
kendisini daha büyültmesidir, bıraksam mı?
- Bırak, ne olursun bırak!
Koyverdim, bir daha üstüme gelemedi.
77
Okula, ayrı yoldan dönmek istiyor. Ayrılmadım,
özellikle birlikte yürüdüm. Yemekte aynı
masaya oturdum.
Tarih, kazananın yenileni aşağılayıp, karşısındaki
gücün tepkisini susturmak değil miydi?
Lokmalar boğazına tıkanıyor, gözleri dolu
dolu. Doyundukça, hoşuma giden bu halden
sıkılmaya başladım.
Şikâyetini bekledim, ses çıkmadı.‘Erkek
çocukmuş, borcunu ödedi’ diye düşündüm.
Merak edenlere, zaferimi ilan etmiyordum.
Ama herkes, kötü şeylerin kokusunu almakta
ustadır az çok.
Son sınıfa geçtik. O da ben de Yüksek Köy
Enstitüsünü düşleyenler arasındaydık. YKE
kapatıldı, bizim mezun olacağımız günlerde.
Enstitü, ikimizi de Erkek Teknik Öğretmen
Okuluna aday göstermiş. Birlikte gireceğiz sınava.
Aynı amaca yönelmek, birbirimizi şikâyet
etmemek dürüstlüğünde olmak, gerginliği yumuşattı.
Ben katılmadım sınava. Aramıza yıllar
girdi, birbirimizi yitirdik.
Son kez, Ankara’da rastladım ona. Zaman,
bütün lekeleri yuyup arıtmıştı. Geçmişi ansıdık.
Hüzünlendik, güldük çocuksu hallerimize.
Öğretmenliği bırakmış. Güneydoğu illerinden
birinde Kara Yolları Bölge Şefiymiş. Durumu
çok iyiymiş. Nişanlanacağından söz ediyordu.
Sözlüsü çok iyi, hoş bir kızmış, öğretmenmiş
orada.
Birkaç yıl sonra sınıf arkadaşımız, onun
köylüsü Galip’e rastladım,434’ü sordum.
- Duymadın mı, dedi, nişan törenine gi78
derken arabası uçuruma yuvarlanmış, kendisi
parçalanmış.
Galip, hoş bir arkadaştı. Bize uçuk gelen
hallerini alaya aldığımızda kızmazdı. Severdim
onu. Acıyla kucaklaştık. Sustuk, sustuk…
Galip’in gözleri yaşlı, benim de. Benim acım
daha derinde. 434’ten bir koku vardır diye
Galip’e sarılmış ağlıyorum.
- Baba, baba haydi gidelim, diye eteğime
sarılmış, yüzüme bakıyor kızım.Konuşamıyorum.
- Baba, arkadaşın mı ölmüş? dedi kızım.
Yanıtlayamadım. 434 de evlenecekti, onun
da çocukları olacaktı. Çocuklarımız bizler gibi
sürtüşecek, kavga edecek, sevişecek; sert kayalardan
atlaya atlaya düze inip durulan sular
gibi dinginleşecekler; çapakları silinecek; dünyamızın
güzelleşmesine, bir çimdik katkıda
bulunacaklardı. Belki de bu özlemle gaz pedalına
fazla basmıştı 434.
Caddenin ortasında, gelip geçenlere aldırmadan,
kızımdan utanıp çekinmeden, açık
açık ağladım. Hem de 434’ten dayak yediğim
günün acısından çok daha derin ve içten.
Sen bir ölüyü, iyi baba olacak birini dövmüştün,
işte böyle ölüyor dünya!
(Yağmur Sonrası: Kültür Bak.Y.2001.s. 36-44)
79
 
 

24

Dünyanın En Büyük Adamı
 
1944-45 öğretim yılı. Sekizinci sınıfı bitirmek
üzereyiz. Son kompozisyon ödevi. Konu:
Dünyanın En Büyük Adamı. Makale türünde
yazılacak. Öğretmenimizin, Atatürk’ü anlatmamızı
istediğini biliyorduk. Ben babamı yazmıştım.
Sabahat Öğretmen, numara sırasıyla herkesin
kompozisyon notunu söyledi. Benimki
yok. En yüksek notu alanlar arasında olurdum.
Herkes bana bakıyor. Dersten çıkarken:
- Osman, seninle sonra görüşelim.,dedi.
Ne olacak, merak ediyorum. Ertesi gün:
- Akşam üstü bize gel, dedi.
Müdür Bey gelmemiş. İkimiz yemekteyiz.
Lokmalar, boğazıma takılıyor. Yemek sonu:
- Konu, kimin üstüne ve nasıl yazacağını
anlamamış olamazsın. Niçin babanı konu ettiğini
anlatır mısın?
- Öğretmenim, Atatürk’ün öldüğü gün, ilkokulun
ikinci sınıfındaydım. Öğretmenimiz,
ağlayarak Atatürk’ün öldüğünü söyledi. Bizi
evlerimize saldı. Komşu oğlu Mehmet ile ‘Yunan
gelir, bizi keser’ diye, köy dışında çitlerin
içine saklandık. İyice karanlık bastı. Top tüfek
sesi yok, bağırtı, çağırtı yok. Sine sine evlerimize
döndük.
Babam sormadı. Ama ben niçin geciktiğimizi
anlattım.
80
- Oğlum üzüntünü, korkunu anlıyorum.
Atatürk de bizim gibi bir insandı. Erken göçmesi
büyük bir kayıp ama ölen devlet değil.
Onun eseri yıkılmaz, korkma!
Babam 16 yıl medrese öğrenimi görmüş.
Muska yazmadığı, kurtağzı bağlamadığı ve
Cumhuriyet’e karşı çıkmadığı için arkasından,
‘Gâvur imam’ diye söylenenlere hiç aldırmazdı.
Arkasından söylenenlere bakmayın, İsmail
Hocayı herkes sever sayardı. Çevreden ona danışmaya
gelirlerdi. Sözüne, kişiliğine inanılan
bir adamdı
Babama saygım üzerine pek çok olay var da…
Yalnızca birini anlatayım: Yatsı namazını kıldırdıktan
sonra serpme ağını alır, Yeşilırmak’a
balık tutmaya giderdi; sabaha karşı gelirdi. Eli
boş geldiğinde, anamın söylendiği olurdu:
- Gecenin karanlığında git, sabahın ayazında,
eli boş gel!
Babam:
-Bu eve de getiriyoruz ya der, susardı. Tuttuğu
balıkları, aşağı mahalledeki yoksul evlere
bırakmıştır. Yaptığı hayrı kimsenin bilmesini
istemezdi.
Ağabeyim, beni Amasya Ortaokuluna yazdırmak
istiyor. Babam: ‘Benim çektiğim sıkıntıyı
oğluma çektirmem. Giyimini, giderini nasıl
sağlayacaksınız? ‘diye engel olmuştu. Babamdan
gizli, askeri ortaokul sınavına girdim. ‘Bu
adamdan asker olmaz! diye ona da karşı çıkmıştı.
Çocuk aklımla babama burulmuş, beni çok
seven babamın niçin böyle dediğine şaşırmış81
tım.
O Medreseli, eşek sırtında, gece ormanda
yatarak getirdi beni Enstitüye.
Bir mektubumda, ekmek kıtlığını anıştırmıştım.
Babam, eşeğinin üstündeki heybeler
yiyecek dolu, Enstitünün kapısında girerken
arkadaşlar, yiyeceklere saldırmışlar,bir yandan
da, babam için Piyer Lermit diye fısıldaşıyorlardı.
Yiyecekleri toparladığımda:
- Yapma oğlum! Açlık bu! Büyüyence anlayacaksınız
dünyayı, demişti.
Anam babam olmasaydı, ben dünyaya gelemezdim.
Dünyayı tanıyamazdım. Enstitüde
okuyamazdım. Atatürk’ü de anlayamazdım.
İlk büyüğümü anlatmak, bir başka büyüğün
inkârı değil ki. Öğretmenim, siz beni koruyup
kollamasaydınız, enstitü hayatına uyum sağlayamazdım.
“İstiklâl Marşına gelmek istemiyor.
Bu çocuk Türk değil galiba” dendiği gün, gözlerinizdeki
ana bakışını unutamam! Saçlarımdan
omzuma, bir çiçek demeti gibi inen ellerinizin
sıcaklığıdır, bana güven veren.Bana sıfır
da verseniz hiç yakınmam.
Sabahat Öğretmen, ertesi hafta, derste:
- Osman’la konuştum, diye söze başladı.
Neden babasını yazdığını anlattı. 10’dan yüksek
not olmadığı için ancak 10 verdim. Bana
döndü:
- Haydi, şimdi sen anlat arkadaşlarına!.
82
 
 

25

Zamansız İzin
 
1946, Ocak ayı. Lâdik’in soğuğu yeğindir.
Ama ben, o denli üşümüyorum. Yeniyetmeliğin
kanı hızlı çağlıyor, damarlarımı kabartmış. Bir
kıza gönlüm kaymış. Konuşmak, yaklaşmak,
kompliman yapmak mı? Gerekmedikçe kızlarla
konuşan biri değilim ki ben. Kıyıda köşede
mektuplar yazıyor, yırtıyorum. İyice kendime
kapanmışım. Okula geldiğim günlerdeki ürkek,
çekingen halime dönmüşüm. Sabahat Öğretmen:
- Sana izin versek, şöyle köyünde bir hafta
dinlensen, dedi. Psikoloji okumuşuz ya biraz.
Beni ruh hastası mı sanıyorlar diye titizleniyorum.
Öğretmenimin sözü canımı sıkacak gibi.
Okulun kamyonu Taşova yönüne gidecekmiş.
Sabahat Öğretmen, beni sürücü Başaran’ın
yanına bindirdi. Azık paketi verdi. Kamyonun
gideceği yola sapa düştüğü halde, köydeki evimize
değin götürülmemi istedi. Köye 500 metre
kala indim kamyondan.
Köylünün ajansı, uluslararası ajanslardan
daha hızlıdır. Göz kırpmaktan, adım atışına,
boynu eğik ya da dik olmasına değin, insanın
hallerini yorumlar, sözlü yayına başlarlar. Köyün
üst başındaki öksürük, öte başından duyulur.
Köye girer girmez, “Duydun mu Osman
Efendi?” başladı. Anladım, bizim evde bir hal
var.
83
 
 

26

Tadı Damağmdan Silinmeyen Elma
 
Eve girdim ki, babam yatakta. Kazandığı
savaştan dönen oğlunu karşılayan babanın
gülleri açıyor yüzünde. Ohhh!… Babamın,
beni üzmemek için baharı oynadığını sezememişim.
Ölümü babama yakıştırmıyordum ki.
Ama yine de işkilliydim. Dönmeyeceğim enstitüye,
sınıfta kalacak olsam da. Kaç gün
geçti bilmem. Bir sabah, hepimizi yatağının
çevresine oturttu. Anamı tembihlemiş, saman
arasında saklanmış elmalar getirildi. Babam
soydu, dilimledi, dilimleri teker teker, her birimize
verdi. Birlikte yedik, düğün pastasından
tadar gibi.
-Hadi, siz gidin artık, ben biraz uyuklayacağım,
dedi.
Ertesi sabah, anamın, benim için yol hazırlığı
yaptığını görüyorum. Bu da nesi? Babam
çağırıyor, iki on liralık çıkarıyor.”Al oğlum,
okulundan kalma. Hatun, kara oğlanın
azığını hazırladın mı?
-Gidemem baba.
- Gideceksin oğlum. Bir işi yarım bırakmak
olur mu? İsmail Hocanın oğlu okuyamadı mı
dedirteceksin. Hayat devam ediyor evlat! Bu
sözümü unutma!… Hem bak, ben aslan gibiyim.
Elini öpüp çıkıyorum yola. Anamın, içinden
yüzüne vuranı açık etmemek için harca84
dığı çaba, yüreğimin başında bir kara bulut,
nasıl sezememişim, o zaman?
“Seni kandırdım kara oğlan, babanı bir
daha göremeyeceksin”, demiş arkamdan.
Nereden bilebilirdim, o elma dilimlerinin,
ölü helvası gibi, babamın eliyle dağıtıldığını.
Elmalarda babamın acısını-tatlısını birlikte
yaşarım hep.
Akpıar Köy Enstitüsü 1946 mezunları bitirme töreninde.
85
 
 

27

Babam Ölmedi Benim
 
İznin bitmedi diye yeniden gönderdiler
Enstitüden köye. Taşova’ya indiğimde Belevi’li
Laz İmamla karşılaştım.
-Ne zaman duydun yeğenim? diyor.
Yanıtlamıyor, sözün gerisini duymamak
için hemen kaçıyorum. Taşova, avuç içi kadar
bir kasaba. Bir sokak sonra, yine Laz İmam.
İlle konuşacak, yakınlık gösterisinde bulanacak.
Kurtulamayacağım bu adamdan. Kasabanın
dışında, Yeşilırmak’ın çağıltısına veriyorum
kendimi, çalıların arasındayım. Sanki
bir kaçağım. Çıkmadım köye. Akşam, saklandığım
yerden fırlayıp, bir kamyonun üstünde
döndüm Enstitüye. Benim güzel babam, birlikte
yaşadığımız resmiyle kalacaktı, yüreğimin
derinliğinde.
Babam ölmedi benim, sadece sesli görüşemiyoruz.
Çalışma masamın alnacında fotoğrafı,
bakıyor bana, gözlerinden anlıyorum; neyime
sevindiğini, neyime üzüldüğünü, gözümü
yumduğumda onu dinliyorum, bana nereyi
öneriyorsa, o yola düşüyorum. Kendimden
çok onu yaşıyorum desem, yalan değil, bir eksiğiyle;
güzel ne yaptımsa babamdan; kötüleri
benim becerisizliğimden. Ölüme vermedim
seni, babam benim!.Babamı yaşıyorum sözümü,
onun yaşadığı çağda kalmak olarak yorumlamayın
sakın.
86
“ Zaman sana uymuyorsa, sen zaman
uy!”,derdi. Bu söz, yaşanan çağın usçu bir yorumu
değil de nedir?
Babam yaşasaydı, şimdi (2011-1877)=
134 yaşında olacaktı. Doğumuna bakarsanız
19.yy. adamı. 21.yy.da ben onun ahlâkını yaşıyorum.
Çalışma masamın alnacındaki. Doğruda,
iyide, güzeldeysem gülümser; yolumu
şaşırmışsam, kaşını yıkar.
Akpınar Köy Ensstetüsü, 1946.
87
BABAM ÖLMEDİ BENİM
Kurt ağzı(*) bağlamaz
Muska( (**) yazmaz
Arkasından söylenirlerdi
‘ Gavur İmmam’
Bakıyorum de kimi imamlara
İyi ki ‘Gavur’u sevmiş anam
Cephede son zağını çalar da arkadaşı
Yıkılmaz İsmail Hoca’nın kaşı
Baba niye sövmedin onlara derdim
Acı su tadında gülümserdi
Oğlum, onlar da açtı derdi
Babamdan bana ne mal ne mülk
Benden torunlarıma ne kalacak
Babamın resmi kalıtım olacak
Edebiyat ve Eleştiri:91.s. 2007
(*) Halk yitmiş, dışarıda kalmış hayvanını kur
yemesin diye imamlara ettirdiği duaya ‘kurtağzı
bağlamak’ der. Üfürükçülük.
(**) Muska; içinde dinsel ve büyüleyici bir gücün
saklı olduğu sanılan, taşıyanı, takanı ya da
sahip olanı zararlı etkilerden koruyup iyilik getirdiğine
inanılan bir nesne, yazılı kâğıt.
88
 
 

28

Feylesof mu, 2.500 mü?
 
Eğitimbaşı Hakkı Rodop’un nutuk atar gibi
konuştuğunu görmemiştik hiç. Bir beyefendi
örneğiydi. Bayrak törenlerinde karşımızdaydı.
Makamına, baba evine girer gibi girerdik. Nurettin
Biriz’le, o da başka bir göreve atandı.
Yeni eğitimbaşı, sınıfımıza girdiği ilk gün,
derse başlamadı. Adımızı, numaramızı, nereli
olduğumuzu sorarak, teker teker dışarı çıkardı.
Sonra adımızı, numaramızı, nereli olduğumuzu
söyleyerek teker teker bizi içeri aldı. İlk
kez, gördüğü insanları, nasıl belleğinde tutup
yinelemişti? Şaşırdık.
-Orta boylu ama gösterişli, kalın gözlüklü,
saçları rüzgârda, pantolon paçaları 32 cm. Bu
adamın ayakkabıları gıcırdar, gelişini metrelerce
önceden öteden duyarsınız.
Pabucu habercisidir. Ona göre duruş alacaksınız.
Koltuğunda Fransızca bir kitap vardır:
La Clama (İklimler). Gözleri, küçümseyerek
bakar. Ağız çizgisi aşağıya dönük yarım
ay. Kitaplarda gördüğümüz, feylesof resimlerine
benziyor. Sık sık “Ülen, ben 22 yılık öğretmenim!”
der. Meslek derslerinde, kendisini
örnek verir hep. Feylesof sandık onu ilkin.
2.500
Anlattıklarında, Almanya’dan örnekler
ağırlıklı. Disiplin, disiplin, disiplin… İş güç,
tavır ve tutum sıkıdüzen için değil, korku için!
89
Cezalandırdığını işe, derse göndermez. Görebileceği
yerde, kimseyle görüşmeksizin, dolaştıracak.
Kız-erkek arkadaşlığını hoş görmez. Öğretmen
olan eşi ile evlendiğine pişmandır, yakınır.
Sözüm ona bizim istikbâlimizi koruyor.
Sözlüğünde uyarı, öğüt, salık verme yok. Tek
madde vardır: Ceza!
Belleğim yanıltmıyorsa, İtalyan yazarı Tulli
Mori’nin ‘Kürek Cehennemi’ adlı romanını
okumuştuk, onda zalim bir başgardiyan vardı.
Mahkumlar ona 2.500 diyorlardı. Bizim feylesof,
2.500’e dönüştü. Ama yüksek sesle söyleyebilir
miydik? Ufak ufak fısıldayacaktık.
Kitap okumalarımızdan da hoşlanmazdı.
Aklımız bulanmasın, yolumuzu şaşırmayalım(!)
diye. Kitap ile Sabahat Hanım özdeşti,
onun için. Sabahat Hanıma yakın olan, ona
uzaktı. Sabahat Hanım’a özde karşı, sözde
saygılı... Müdürün eşi ya. Müdürün yanında,
bastığı yeri ezerek yürümüyor.
Ergenliğimi (Rüştümü) Kanıtlıyorum
Haziranda kar yağdığını gördük. Lâdik, kışın
yeğin olduğu bir yer. Buz gibi sınıfta sıraya
büzülmüş, okumaya çalışıyorum, o pazar.
Feylesof eğitimbaşı damladı sınıfa. Hepimizi
ayağa kaldırdı, boyumuza bosumuza bakıyor:
İrikıyımları seçip yirmi kilometre ötedeki Destek
Boğazından odun eylemeye gönderecek.
Seçti, seçti, bana bakıyor, kısık gözleri elimdeki
kitapta. Kalınlığı olmayan, boyuna sırık
90
bir delikanlıyım. Tıknazları seçti de beni niçin
seçmedi diye bakıyorum ona. Bakışım bile tepkilendiriyor
onu: “ Sen kitabını oku, Sabahat
Hanımdan aferin alırsın!” diyen sesinde sözcükler
anlamından sıyrılmış, diken demeti.
Sesli aşağılama canımı sıktı. İçimden “Kim
aldırır senin sözüne” desem de, rahat değilim.
Okuyamıyorum. Öfkem ısıtmış gövdemi. Ateşlendim.
Şeytan karasıyla koyulaşmış o kara bakış o
dikenli ses, yeni bilenmiş burgu, işleyip duruyor,
bir yerlerim deliniyor, kevgirleşiyorum…
Bizler, yarara dönük iş içinde özgürleşme sürecine
girmekle, başını dik tutan insanlarız.
‘İşe yaramaz’ damgası vurulmuş alnıma. Durabilir
miyim şimdi?
Bu adam, beni aşağıladı, işe yaramaz saydı.
Dayanamayacağım. Fırladım sınıftan. Dikildim
karşısına:
- Beni iş kaçağı mı sayıyorsunuz? Arkadaşların
getireceği odunla ben de ısınmayacak
mıyım?
- Ormana gidip odun eylemek mi istiyorsun?
- Elbette.
- Onları göndereli bir saat oldu.
- Suç bende mi? Beni seçmeyen sizsiniz.
Dur hele sen, der gibi bakıyor:
- Çık kapının dışında bekle!
Duyuyorum, telefonla, cipin hemen yönetim
binasının önüne getirilmesini buyurdu,
Çıktı dışarı, gel’ işareti yapıp yürüdü. Sürü91
cü kapıyı açtı. Kürklü gocuğu, tüylü kalpağı,
çizmeleriyle sürücü yanına kuruldu. Ben de
arkaya. O zamanın cipleri ne? Üstü, yanları
çadır bezinden: Yel bir yanından girer, öte
yanından çıkar. Boz asker kumaşından gocuğum
bile yok, başım açık. İçimden titriyorum.
Sanki cephede askerim, düşman zaafımı görecek,
öylesine sıkıyorum kendimi. Ne zor iş
Tanrım?
İçimden pişmanlık geçmedi dersem, yalan!
“ Dönelim mi?” dese de dönemem. Öyle bir
huy yok kişilik kaydımda. O yol, ne çok uzadı,
sanki bir kış boyu…
Vardık Destek Boğazına, ekipbaşı öğretmene:
- Halis Bey, sana bir yiğit(!) getirdim. Birinin
elindeki baltayı şuna verin bakalım.
‘Şu’ yum; biraz uzakta olan herhangi bir
nesne. Yine aşağılama, hem de sesinden sözüne
ağmış. Adım yok. Yiğit sözcüğü de ünlemli.
Baltayı alıp gövdesi kalın ağaçlardan birisine
yöneldim. Öyle süzüyor ki hareketlerimi,
biraz sonra yıkılışımı göreceğinden ümitli. Salladığım
balta baltalıktan çıkmış. Silah olmuş;
ağaç, ağaçlıktan çıkmış, beni aşağılayan adama
dönüşmüştü. Ya o sağ kalacak, ya ben!
Amansız bir saldırı, benimki, iş değil. Üşümek
ne, evimizdeki sobanın karşısında keyif çatar
gibiyim Aslında keyif değil yaşadığım, silme
öfke. Yenilmeyeceğim. Halis Bey öğretmenim
bağırıyor, heyecanlı:
92
- Ağaç, üstüne devrilecek, çabuk ters tarafına
dolan!
Tersten salladığım birkaç vuruştan sonra
ağaç yere serildi. Azılı düşmanını yenmiş bir
komutan gibi, balta sapına dayanmış, eğitimbaşına
bakıyorum. O, cipe doğru gidiyor.
- Seni kütüphanede okumaktan başka bir
şey yapamaz sanırdım, diyor Halis Bey, alkışlı
bir sesle. Hemen, duldaya yakılmış bir ateşin
başına götürüyor beni.
- Ter omuzlarımdan taşıyor, soğukta üşür
hastalarınsın, diyerek, kamyonun brandasını
omzuma atıyor.
Erginleştiğimi (rüştümü) kanıtlamıştım
ama tanığı olması gereken gitmişti.
O kişi, yalnızca adı kalan bir Köy Enstitüsü
müdürlüğüne atandı. İkinci sınıf öğrencisi,
13 yaşındaki bir çocuğu kelepçeli olarak jandarmaya
teslim etmişti.
Nerde feylesofluk, nerde eğitimbaşılık?
93
 
 

29

İblis (*)
 
1946’da girdiğimiz çok partili ilk seçimde,
dinsel duyguları gıdıklayarak, feodal yapıya göz
kırpan Demokrat Parti’nin siyasal ağırlığı, Köy
Enstitülerini açan partiyi korkutmuştu. Gelecek
seçimde iktidardan düşeceğini anlayan
Halk Partisi bu kez Demokrat Parti’nin dayandığı
kesimin oyuna gözünü diktiğinden, giderek
Demokrat partinin siyasasına kayıyordu.
(Aslında CHP ile DP’nin düşünüş yapısı,
siyasal tutumu pek farklı değildi. DP’liler, eski
CHP’lilerdi. Muhalefetsiz, tek parti iken(1940)
Köy Enstitüleri Yasasını onaylamak için grup
kararı alındığı halde, o birleşime CHP’li 148
milletvekili katılmıyor. 1923 CHP’sinin ilke ve
amacıyla bakarken, sonraki durumunu değerlendirmek
için, ayrı tartı kullanılmalıdır.)
Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İsmail
Hakkı Tonguç da görevden alındı. Köy
Enstitülerini kuran öğretim-eğitim kadrosu
ayıklanıyor. Köy Enstitülerini ve partisinin
Köy Enstitüsünü karalayan görüşlerini, Adnan
Menderes’e aktaran (Belgeleri TMM tutanaklarında
vardır.) Reşat Şemsettin Sirer, Milli Eğetim
Bakanı oldu.
Bastonlu bakan
Son sınıf öğrencisiydim, yardımcı iş kolum
(* ) İblis; Şeytan. Kötü kimse.)
94
(yardımcı branş) yapıcılıktı. Dinlenceye çıkacağımız
zaman, yarım kalan bir binanın tamamlanması
için çalışıp çalışmayacağımızı sordu
yönetim. Yüksünmeden razı olduk.
O binanın kaba sıvasını yapmakta olan öğrencilerden
birisi de bendim.
- Millî Eğitim Bakanı geldi, dediler.
Reşat Şemsettin Sirer imiş gelen: Ufarak
boylu, kara giysili, kara melon şapkalı, badem
bıyıklı, eli bastonlu bir bakanla arkasındakiler,
iskelenin altına geldiler. O badem bıyıklı adam,
iskelenin altından, yarım ağızla:
-Kolay gelsin, dedi. Öğrenciler, bir sağ ol
çekti.
Sesimizin tonu gür çıkmamış, ona az gelmiş
ki, bastonunu bize doğrultarak:
-Sizi yakında amelelikten kurtaracağım,
dedi
- Biz amele değiliz, öğretmen olmak üzereyiz.
Önceki binaları ağabeylerimiz yaptı. Biz
de bizden sonrakilere hazırlıyoruz bu binayı,
dedim.
Bastonunu, gökyüzünü deler gibi bana doğrulttu
kara giysili adam:
- İblis, sen dersini almışsın, senin gibilerin
belini kıracağım, dedi. Gelenler, hemen binanın
köşesini döndüler.
Bana doğrultulan baston bir tür sopadır,
korkutma aracıdır. Baston, 18 yaşını süren
öğrenciye mi doğrultulmuştu? Türk devrim ve
aydınlanmasının ana ayaklarından Köy Enstitüsü
eğitimiyle çağdaşlaşma girişimine mi doğrultulmuştu?
95
 
 

30

Enver Kartekin
 
Bakanın baston gösterisinden biraz sonra
müdürümüz Enver Kartekin geldi iskelenin
altına:
- İn oğlum aşağı, dedi.
- İnmem öğretmenim.
Korkuyorum: Bakan, müdürü azarlamıştır,
o da beni azarlayacaktır. Arkadaşlarım da
‘in’ diyorlar. Baktım, müdürün gözünde öfke
yok. İndim aşağıya.
- Aferin oğlum, emeğim sana helal olsun
diyor, alnımdan öpüyor, gözü yaşlı, beni kucaklamış,
öyle sıkı ki kolları, kemiklerimi çatırdatacak.
Döndü gitti, bakanın arkasına.
Kısa bir süre sonra Karabük Ortaokuluna
atadılar müdürümüzü. Efendim, Karabük
Ortaokulunun bayrağı, pazar günü fırtınadan
yarıya inmiş. O gün de Rus ordusunun
bir generali ölmüşmüş, yas için bayrağı yarıya
indirmişmiş, Enver öğretmen. Kartekin’i müdürlükten
almakla yetinmediler. Manisa Kitaplığına
memur yaptılar: Senin yerin, ancak
burasıdır demeğe getirdiler.
Bilgim yanlış değilse, Enver Kartekin, ilkokul
öğretmeni olarak Manisa’da başlamış
mesleğe. Sabahat Öğretmenle orda tanışmış,
evlenmişler. Sonra Gazi Eğitim Enstitüsü Tarih
bölümünden diploma almış.
Enver Kartekin’i göreve ilk başladığı yere
96
sürmek, öğretmenlikten alıp kitaplık memuru
yapmak, senin yerin ancak burasıdır demek,
aşağılamak değil midir?
İktidar sarhoşlarının Cumhuriyetçilere
zulmü yeni değildir.
1946 genel seçiminden sonra Kepirtepe’den
biri atandı, Akpınar Köy Enstitüsü Müdürlüğüne.
Akşam sabah nutuk: Şöyle yaparsanız
okuldan atarım, böyle yaparsanız öğretmen
olamazsınız. Diskur. Korku yağmuru. Faşist
bir ağız, susmuyor.
Günahı, söyleyenlerin boynuna: R. Resmettin
Sirer’e Köy Enstitüleri hakkında yakını
mektupları yazdığı için, bize müdür olmuş.
(Devlet belgelerinde bulunur belki o mektup)
Sonra’dan Kubilay hakkında kitap yazdıysa
da, hiç inanamadım o kişinin içtenliğine.
Reşat Şemşettin Sireri’n zulüm aracıydı
sanki. Kalan öğretmenler de sürüldü. Köy
Enstitüsü eğitim dizgesi iyice bozuldu. Köylü
çocuklarını, istedikleri yöne eğip bükmek kolaydı
onlar için artık.
O diskurcu müdür, Akpınar’ ı bozmanın
ödülünü aldı. Hasanoğlan‘a atandı. Köy Enstitülerinin
ana kaynağı Hasanoğlan’ı da istenilen
biçime sokacaktı.
Omurgam Enver Kartekin’lerdir
Mimli bir Köy Enstitülülerden birisi olarak
başlamıştım öğretmenliğe. Adım, gideceğim
yere benden önce gitmişti: Soruşturmalar, ko97
vuşturmalar…Az sıkıntı çekmedim.
Sıkıştığımda, kaburgamı acıtırcasına kucaklayan
Enver Kartekin’in çelik kollarını belimde
anımsardım. Dikliğim, direncim Enver
Kartekin ustamdandır.
Akpınar Köy Ensstetüsü, 1946. Ağustos 1947. Akpınar Köy
Enstitüsü öğretmenleri.
(Müdür Enver Kartekin (1), Türkçe öğretmeni Sabahat karketi
82)
98

 

31

Öğrenci Yönetime Ortak
 
Enver Kartekin zamanında
Sınıf başkanını kendimiz seçer, kendimiz
düşürürdük. İşlerin zamanında kotarılmasından,
öğretmen kadar öğrenci de sorumluydu.
Öğrenci örgütü, okulun yönetimine ortaktı.
Erzak ambarının bir anahtarı nöbetçi öğretmeninde
öteki anahtarı da öğrenci başkanında
bulunurdu.
Tabelaya bakar, öğrenci başına kaç gram
erzak çıkarılacağını denetlerdik: Öğrenci başkanıyken,
eski bir taksinin içinde okumaya
dalmışım. Erzak ambarı açılamamış, yemek
geç çıkmıştı. Görevden çekildim. Çekilmesem
de düşürülürdüm zaten.
Domatesin pek kızaramadığı, haziranda
solan ottan başka bir şeyin yeşermediği yerlere
kurulmuş Köy Enstitülerinin, ham toprağının
ekim dikim alanına dönüştürülmesinde,
bayındır kılınmasında köylü çocuklarının
emeği, teri vardır.
Sorardık, sorgulanırdık
On beş günde bir yapılan eleştirel toplantıda:
Yapılan işler gözden geçirilir. Sorumluları
sorgulanır, başaranları alkışlanırdı. Öğretmen,
öğrenci, hiç kimse eleştiri oklarından
kurtulamazdı.
99
O toplantılardan anımsadığım bir olay:
Sınıf arkadaşım Hüseyin Bey’in soyadını
anımsamıyorum. Neden mi? Asker kumaşındandı
boz giysilerimiz, ütü götürmezdi. Bizler
de zaten elbise ütülemek nedir, bilmezdik.
Hüseyin, pantolonunu yatarken yatağın altına
koyar, sabah ütülenmiş biçimde giyerdi .‘Çekilin
önünden, ütüsü size keser ha’ diye ti’ye
alırdık onu.
Hüseyin Bey, küflü peynir verildiğinden
yakındı. Penisilin denilen ilacın yeni çıktığı yıllardı.
Müdür: “Penisilin de küften üretiliyormuş.
O denli zararlı olmasa gerek” dedi.
Hüseyin Bey, paket yaptığı peynirleri, müdürün
konuştuğu kürsüye koydu.”Kaynananız
rahatsız. Onu tedavi edersiniz.” dedi. Salonda
bir kahkaha tufanı.
Hüseyin Beye ne yaptılar dersiniz?
Öğretmen olacak yeterlikte görünmeyen
Hüseyin’e okulun fargo kamyonuyla sürücülük
öğretildi. Sınava sokulup, sürücü belgesi
alındı. Sekizinci sınıfın sonundaydık. Hüseyin
için, ortaokul diploması düzenlendi. Samsun
karayollarında işe yerleştirildi.
Köy Enstitülerinde insan feda edilmemiştir
Köy Enstitülerinde Her insanın bir işlevi
olacağına, bir işi becerebileceğine inanılırdı.
Köy Enstitülerinde hizmetli kadrosu yoktur.
Okulun işlerini çekip çeviren öğrenci ve
öğretmendir.
100
Ahlâksızlık yapmadıkça, korunup kollanacağımıza
inanıyorduk. Güvensizlik duygusu
yaşamadık hiç.
Bildiğimiz anlamda laboratuarımız yoktu.
Hayat, yaptığımız, ettiğimiz, başardıklarımız,
kurduklarımız laboratuarımızdı. Yaşayarak
öğreniyorduk sormayı ve sorgulamayı. Bir
arada, birlikte yaşamanın değerlerini, demokrasiyi,
yönetmeyi, yönetilmeyi.
101
 
 

32

Son Yıl, Zor Yıl
 
Şeytanla tanışalı iki yıl olmuş. Temel içgüdüyle
tanışmak, ergenliğe adım atmak da,
gövdenzin kimyası değişmiştir, eski adımlarınız
şaşkındır. Yenisine nasıl uyarlanacaksınız?
Ergenlik, doğumdan daha sancılıdır.
Çünkü doğumda bilinciniz, aklınız işlemiyordu.
Şimdiyse, siz, kendinizi, olduğundan daha
akıllı sanan çağdasınız.
Ergenden bekleneni beceremiyor, bocalıyorsunuz.
Şaşkınsınız. Şaşkınlığı ağırlaştıran
temel içgüdüdür. Karşı cinse eğilim çağıldıyor
derinlerinizde. Karşı cins denilen çiçeğin balını
ememeseniz de, hiç olmazsa koklayabilmelisiniz.
Masanızda bir top karanfil gibi, dursa,
kokusunu alabilirseniz, o da yeter.
Ben,’Falanın kızı, filanın oğluna bakıyormuş’
diyen bir köyden gelmişim. Kitaplarda
okuduğum aşkların büyüsü çarpmış beni.
Ciddi bir niyetim olmadıkça bir kızı umutlandırmak
ahlâkıma aykırı. Kızlarla gerekmedikçe
konuşmuyorum. İçimi titretecek, beni deli
divane edecek bir kız özlüyorum. Benim konum
ve durumumdaki birisi için, hiç kolay değil
bu? Birinci zorum bu!
İkinci zorum: Kendimi Yüksek Köy Enstitüsüne
ayarlamıştım. Kapatıldı. Başka kapılar
bize kapalı. Nasıl yüksek öğrenim yapacağım?
Hem öğretmenlik hem dışarıdan lise bitirerek
102
yüksek öğrenim yapmak için maddi olanağım
var mı?
Üçüncü zor: Köy Enstitülerine öğrenci veren
illerin, valisinden başlayarak muhtarına
varan görevliler, Köy Enstitülerinde odaklanan
eğitim seferberliğinin gereğini yerine getirmeyince,
yelerini koruyamazlardı. Cumhurbaşkanı
İnönü,19 Mayıs nutuklarında, eğitim
işlerinde başarılı, başarısız valilerin adını sayardı.
Valiler, Köy Enstitüsü müdürlerinden
bile çekinirlerdi.
Devlet caymış Köy Enstitüsünden. Bürokrat
ordusunu, toptan kim değiştirebilir? Bürokrat
takımı, ufuktaki yeni iktidarı bekliyor.
Gelecek iktidarın amacı, anlayışı belli. Köy
Enstitüsünden yakınanların, bize nasıl bakacağını,
ne yapacağını kestirmek zor değil.
Zorlardan birini, Enver Kartekin’den sonraki
diskurcu müdürü anlatmıştım. Ondan
kurtulduk. Ama enstitüyü bitirişin tadını yaşayabilecek
miyiz?.
103

 

33

Gazi’de Rahat mıydım?
 
Özlemini çektiğim yüksek öğrenim kapısından
girdim işte. Ama sevgilim Tokat’ta, uzakta.
Aklım fikrim onda. Geceleri, Gazi Eğitim’in
tepesindeki rasat kulesine çıkar; gökyüzündeki
Ay’ı, şimdi sevgilim de görüyordur. Ay- ışıl
sevgiler sunardım ona.
Bizimki maaş değildi. Ayda 80 lira ücretti.
Ne kalmıştı ki cebimde? Bir gazetede düzeltmentlik
yapıyor, gece yarısına doğru da
mutfak erzakı alınan arka kapıdan okula giriyordum.
Ay ışığı aracılığıyla buluşmaktan bile
mahrumum. Sağlığı düzensiz, sersem sepet
bir adam...
Köylülük, mahallenin namusu
Beden eğitimi bölümünden bir oğlan, teneffüs
zili çalar çalmaz, bizim sınıfın kapısında.
Genelde teneffüse çıkmaz, kitap okurdum.
Sınıfta benden başka N…. kız kalmış.
Kapının ağzında dikilmiş oğlandan korkuyor.
Üstüne silah doğrultulmuş av hayvanı
gibi titriyor. Göz altından imdat çağrısı. Koca
gövdeli bu disk şampiyonunu sınıftan kovalıyorum.
İçeri girmezse, kapıda bekliyor. Olayı
sınıf biliyor ama kimsenin aldırdığı yok. Oğlanın
kıza eğilimden daha büyük hırsı bana.
Gövdemiz oranlı değil. Çıkışamam. Köy Enstitüsünden
kalma çakı bıçağının ağzını açtım,
104
oğlanın üstüne yürüdüm.
Meğer başıma bela almışım
O kız, bana hoş bakıyor, yanıma oturup
söz açmak, söyleşmek istiyor. İlgisizliğimi anlamazdan
geliyor. Önemli birisi konuşacaktı,
o akşam. Önceden yer kapmak için konferans
salonuna gittim. Kız geldi, yamanırcasına yanıma
oturdu. Cebimden Nermin’in mektubunu,
cüzdanın içinden de fotoğrafını çıkardım:
“Yengen olacak kız, işte bu!” dedim. Yerinden
öfkeli fırlayış ve tafralı adımlarla gidiş!
Aşağı komünist, yukarı komünist!
Disk şampiyonundan kurtardığım kız zeki,
dilli. Sınıftaki beş kızı yönlendiriyor: Elebaşı!
Daha önce kızların benim için iyi koca olur
ama çok ciddi. Karısını dövebilir dediklerini
duymuş, kara tahtaya, ” Hiçbirinizde gözüm
yok. Korkmayınız!” diye yazmıştım. Dişi amazonların
saldırısı başladı. Sınıfın 3/1’den yalıtık
kaldım mı?
Görüşlerim Kuzey’den gelirmiş
Devlet Tiyatrosunda izlediğim bir oyunun
çok başarılı sergilendiğini anlatmış, “ Birkaç
büyük kent dışında tiyatro dendi mi baldır bacak
gösterisi anlaşılıyor. Tiyatro Anadolu’ya
yayılsaydı, bir halk eğitim kurumu olurdu”
demişim.
Hocaya bakın: O senin dediğin görüş
Kuzey’den (Rusya’dan) gelir. Sicilim iyice ka105
rartılacak. O hocayla dışarıda üç kez görüştüm.
‘Seni suçlar anlamda söylemedim, sınıfta
açıklama yaparım’ dedi. Yapmadı. Deli damarım
kabardı. Hoca, öykü planını anlatırken
Ömer Seyfettin’in ‘Topuz’ öyküsünü örnek
gösterdi. İşte, bütün öykülerin planı böyledir
dedi. O, sizin dediğiniz Topuz’un planı, dedim
ben de. Gülümseyenler oldu.
Arkadaşım Mehmet Taşkın
Mehmet Bursalı bir duvarcının oğlu. Gereksiz
tartışmalara girmez. Konuştu mu, incelikle
sözü yerine oturtur. Tabansız saldırılara,
güler geçer. Okkalı adam derler ya işte
onlardan. Görmüş, geçirmiş bir adam ağırlığındaydı.
O zaman, Ankara’nın kentler arası garajı
Akköprü’de, Gazi’ye yakındı. İkimiz oraya kayar,
salaş bir meyhanede demlenirdik. Neyle?
Bir tabak tahin helvası, iki limon.
Mehmet limonu helvanın üstüne sıkar, iyice
karıştırırdı. Bir yudum rakı, kaşık limonlu
helva bulamacı. Bir ufak rakıyla kafayı bulurduk.
Akköprü’ye gideceğimiz bir gün: “Paran var
mı?” dedi. “Sana bir akıl satacağım, hesabı da
sen ödeyeceksin.” “Kabul” dedim. Satacağı
akıl ne, bakalım:
- Dediklerine, katılıyorum ama sen bu
adamları yola getireceğini mi sanıyorsun? Tersine
düşmanlığı katmerlendiriyorsun. Mezun
olamazsan, bilirim, deli herifin birisin, köye
106
dönmezsin. Nerden geldin? Köyden. Orada
okuttuğun çocuklara verdiğin, köy koşullarında
silinir gider. Mezun olunca, en azından bir
ilçe ortaokulunda çalışacaksın, ilkokul bitirmiş,
algılaması gelişmiş öğrenci olacak önünde.
Ne yapacaksan, orada... Aklını başına devşir.
- Ulan koca kafa, biz Köy Enstitüsünde
hayat labora tuvarında öğrendik bu gerçekleri,
derdim. Sen, öğrenciliğin sırasında tatillerde
duvarcı babanla çalışmışsın. Hatta öğretmenliğinin
yaz mevsimlerinde babanla duvar
örmüşsün. Nâzım’ın ‘topraktan öğrenenler’
dediği adamlardansın. Bir rakı parası, dersini
ödemeye yetmez. Bir dahaki sefere….’Hayır,
faiz istemem.” dedi Mehmet.
Makkartizmin karayeli esiyordu Türkiye’de
Hayati Karaşahin adlı bir yüzbaşıyı astılar
Ankara Samanpazarı’nda. Komünistmiş
(!) Orduda kullanılan, herkesin bildiği bir talimnameyi
SSCB Elçiliğinin dış duvarına bırakmışmış.
Osman efendi, senin gibi köylü
çocuğunun hesabı sorulmaz; anan gözyaşını
akıtacak mezarını bulamaz. Akıllı ol!
107

 

34

Aramızda Bir Şövalye (*)
 
Hasan Lâtif Sarıyüce ( Damar: 132. s. 2002)
“1951 yılında Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat
Bölümü‘ne girecek binlerce aday, önce
kendi illerinde, yazılı bir sınavdan geçirildiler.
Bu sınavda kazanan sekiz yüz yirmi dört öğrenci,
sözlü sınav için Ankara’ya çağrıldı.
Ekim ayının ilk günü…Dondurucu bir soğuk
var…
Titreye titreye sınav sonuçlarının açıklanmasını
bekliyoruz…Sonunda daktiloyla yazılmış
küçük bir kâğıt asıldı kapıya. Bunca
öğrenciden yalnız on beş kişi kazanmıştık sınavı.
Kazananlardan beş aday Köy Enstitüsü
çıkışlıydık. Köylerden büyük bir kentin ortasına
düşmüştük. Ayaklarımda anamın ördüğü
yün çoraplar vardı. Sınav kapısında beklerken
kentli kızların ayaklarıma tuhaf tuhaf baktıklarını
görüyorum.
Osman’la ve öteki enstitülü arkadaşlarla
daha ilk günden kaynaşıverdik. Birbirini tanımayan
iki kentli biraraya gelse, kendilerini
yaklaştıracak bir fırsat çıkmazsa, yıllarca tanışma
zemini bulamazlar. Oysa birbirlerini tanımayan
köylüler bir araya geldiğinde; fırsata,
özel çaba ve takdime hiç hacet kalmadan, kırk
yıllık ahbap gibi konuşmaya başlarlar. Bizler
okullu olduğumuz halde, Köy Enstitülerinde
köylülük niteliğimizi kaybetmemiş olacağız ki
108
beş arkadaş hemen kaynaşıverdik.
Osman uzun boylu, ince dalandı. Oldukça
yakışıklıydı. Kendine özgü bir yürüyüşü, bir
konuşma biçemi vardı. Onun yakışıklı olmasından
kimi zaman rahatsızlık duyduğumuz
olurdu. Okul bahçesinde ya da kantinde otururken
güzel kız öğrencilerin bizlere bakmaya
hiç tenezzül etmeden Osman’a değişik gözle
baktıklarını görürdük. Osman bu bakışlara
hiç tepki vermezdi. Çünkü öğretmen sevgilisini
Tokat’ta bırakmıştı. Bütün yüreğiyle ona
bağlıydı. (Yaz dinlencesine çıkar çıkmaz evlendi
onunla, ömrü boyunca ona bağlı kaldı.)
Zekâdan zekâya şaşılacak tepki farkları
vardır. Kimi kişiler son derece kımıltısız, yavaş
ve durgundur. Çoğu zaman yüzleri dış âleme
değil içe dönüktür. Onların parlak bir zekâ taşıdıkları
uzun süre sonra belli olur. Kimi zeki
kişilerse etkin, canlı, kımıltılı, cıvıl cıvıl akıp
giden bir kişilik sergiler. Osman son derece zekiydi.
Atılgandı. Sözcükleri, olayları yorumlayışı
farklıydı. Kimsenin dikkat etmediği en uç
noktaları aydınlatırdı. Sözü sohbeti çekiciydi.
Onda zekâ ve espri iç içeydi. Birlikte olmadığımız
zamanlarda ona özlem duyardık. Anadolu
köylüsünün şimdiye değin gün ışığına çıkmamış,
pek anlaşılmamış bir iç yüzü, bir insan
yapısı, bir moralitesi vardır. Bilgisiz, görgüsüz
sandığınız köylü, öyle bir yerde öyle bir
espri patlatır ki şaşıp kalırsınız. Sonra köylü
düşündüklerini gizlemeyi, sinsiliği pek bilmez.
Osman’ın özünde de bir köylü damarı vardı.
109
Sinsilikten, art niyetli davranışlardan hep nefret
etmiştir. Hep dobra dobra konuşan kişilikte
görünmüştür.
Osman Ortaçağ’da yaşasaydı kesinlikle bir
şövalye olurdu. Elinde kılıcı, uğraşacağı haksızlıkları
aramaya çıkardı. Çünkü haksızlığa
dayancı yoktu. Kendisini ilgilendirsin ya da ilgilendirmesin
hiçbir haksızlığa katlanamazdı.
Bu yüzden zararlara uğradığı olurdu.
Bir pazar ya da cumartesi günüydü.
Osman’ın çok öfkeli bir yüzle döndüğünü gördük.
Nedenini sorduğumuzda, “Sormayın,”
dedi, “Atatürk Lisesinde başım belâya giriyordu.”
Hayretle yüzüne baktık; “Orada ne işin
vardı?” dedik. “hiç”, dedi, “Nihal Atsız’ın konuşacağını
öğrendim. Bakalım, neler söyleyecek
diye konferans salonuna girdim. “Peki, neler
söyledi?” “Neler dedi?” “Neler söyleyecek?…
Türk ordusuna övgüyle başladı, aklı sıra orduya
çağrı çıkarıyor, orduyu arkasına almak
istiyordu. Ama sürekli Hasan-Âli Yücel’e sövüyor,
‘Köy Enstitülerinden on yedi bin komünist
yetiştirdi’… Sonra da Köy Enstitülülere
on yedi bin cahil diyordu. Yerimden ‘Marksisizm
bir felsefedir, cahiller, onu nasıl kavramış’
diye seslendim. Ayağa fırlıyordum ki yanımda
oturan yaşlı bir bey eteğimden çekti,
sus işareti yaptı. Emin Türk Eliçin’miş, o bey.
Konuşma bitince Atsız’ın arkasından koştum.
İftiralarınızı kanıtlayacak belgeniz var mı? Kanıtlamadan
karalamak namussuzluktur der
demez üstüme çullandı, bir sürü. Bizim Nec110
mi yanımdaydı.‘Sami Ağabey kurtar’ diye bağırıyordu.
Milli Eğitim Bakanlığı görevlilerinden
Sami Yavrucuk’un araya girmesiyle ayak
altından kalkabildim. Biraz açılınca, döndüm.
Siz Türk müsünüz? Bir kişinin üstüne toptan
çullanmaz Türk, tek tek var mısınız diye
bağırdım. Bu güruh, düştü peşime. Ara sokaklardan
zor kurtardım canımı.”
Demokrat Parti iktidar olmuştu. Hocalarımızın
üstünde siyasi baskılar olduğunu seziyorduk.
Bir gün Bakanlıkta görevli sağcı bir
öğretmen, Mehmet Âkif konulu bir konferans
verdi okulda. Hiç gereği yokken Âkif’le Fikret
arasında yaşanan kavgayı anlattı. Edebiyat
Hocamız Mustafa Nihat Özön konferansa gelmemişti.
Konuşmacının sözlerini işitmiş olmalı
ki sınıfta ders sırasında Âkif-Fikret üzerine
kısaca kendi kanılarını anlattı. Ders sona erip
hoca gidince Osman, “Meydanı böyle adamlara
bırakıyorsun, erkekçe kendin çıkıp anlatsana!”
diye söylenmeye başladı. Hoca’nın sınıfta
yalnız bize söylediği sözler nasıl olduysa
konuşmacının da kulağına ulaşmış. Kendini
savunan uzunca bir mektup yazmış Hoca’ya.
Hoca pek telâşlandı.
Birisi, Osman’ın çok iyi niyetlerle söylediği
sözleri kendisine gammazlamış. Sınıfın en
parlak zekâsı, bizlerden ancak bir yıl sonra
diploma alabildi.
* * *
1960 Devrimi’nden sonra Cemal Gürsel,
111
romantik bir düşünceyle, eski Halkevlerinin
yerine geçmek üzere Türk Kültür Dernekleri’ni
kurdurmuştu. Onursal başkanlığını yaptığı
Derneğin eylemsel başkanlığına eski Halkevci
Behçet Kemal Çağlar’ı getirmişti. Derneğin
1962 yılında Ankara’da yapılan ilk kurultayına
ben Kırklareli, Osman Amasya temsilcisi olarak
katılmıştık. Delegelerin çoğu öğretmendi.
Şimdi hangi ilden geldiğini hatırlayamadığım
bir öğretmen, sohbet ederken Kültür Derneğini
kurduğu için sürüldüğünü, Konya’nın
Tuz Gölü kıyısındaki bir köye atandığını anlatmıştı.
Osman, Cemal Gürsel’in, Başbakan
İnönü’nün, milli eğitim ve içişleri bakanlarının
bulunduğu bir toplantıda söz aldı. Daha birkaç
saat önce tanıdığı öğretmene reva görülen
haksızlığı anlattı. O ilin valisiyle milli eğitim
müdürünü yere batıran bir konuşma yaptı.
Okulda da güzel konuşurdu ama o toplantı da
Türkçe’yi çok başarılı kullanan bir hatip olduğunu
ortaya koydu. Toplantıda bulunanlar
hiç ses çıkarmadan uzun boylu genç adamı
hem dinlediler hem de hayretle seyrettiler. Osman
konuşma sırasında Köy Enstitülerinden
de söz etmişti ki, Behçet Kemal’in yüzü asıldı.
Oysa Behçet Kemal, Köy Enstitülerinin kuruluş
günü olan 17 Nisanlarda hep Hasanoğlan’a
(……..…)gelirdi. O sıralarda Ulus Gazetesinin
akşam ilavesi olan Akşam Haberleri’nde başyazılar
yazıyordu. Köşesinde Köy Enstitüleri
için güzel şeyler yazdığını anımsıyorum. Peki,
neden o toplantıda, Enstitü adının geçmesin112
den rahatsız olmuştu? (……….)
* * *
Osman’la arkadaşlığımızı perçinleyen bir
uğraşımız vardı. İkimiz de şiir tutkunuyduk.
Öğrenciliğinde pek az yayınladığını sanıyorum.
Yalnız daha o zaman şiir dilinin ne demek olduğunu
kavramış görünüyordu. Kendine özgü
bir dil kurma özeni içindeydi.(……)
Osman ortaokullarda öğretmen ve yöneticiliğe
başlar başlamaz kitap yayınlamaya
başladı. Duruluk diye bir dergi çıkardı. Hem
nerede? Tokat’ın bir köyden farksız Reşadiye
ilçesinde. Küçük boy, sevimli bir dergiydi. O
sıralarda Rus hududunda yedek subay olarak
sınır karakolu komutanıydım. O dağların arasında
Duruluk geldi buldu beni. Sıkıntılı bir
yaşamdı. Osman’ın Duruluk’u gelmeye başlayınca
günlerim biraz renklendi. Hele bataryalı
radyodan İstanbul’da edebiyat konuşmaları
yapan Behçet Kemal’in sözleriyle sevindim. O
konuşmasında Behçet Kemal, Bolulu’nun yayınladığı
Duruluk’u tanıtıyordu. Derginin o sayısında
yer alan Dağ şiirimi baştan sona okudu.
Sınırın uç noktasından İstanbul’da duyulmak,
uzun süredir ayrı olduğum arkadaşımla
şiirin sesinde buluşmak, ne hoştu. Duruluk’tu
bizi kavuşturan.
Reşadiye adlı kasabada bir yazın dergisinin
yayınlanması hiç de küçümsenecek bir
olay değildir. Aradan elli yıla yakın zaman
geçti. Acaba Reşadiye’de şimdi kaç kişi yazın
dergilerini izliyor? Orada görev yapan okumuş
113
insanlardan kaç tanesi yazınla, kültürle, sanatla
ilgileniyor? Öğrenmek isterdim.
* * *
Osman, itilse de kakılsa da meslek yaşamında
arzuladığı aşamalara ulaşmayı başardı.
Kişiliğine saygısızlık edenlere hiç ödün vermeden
eyvallah etmeden. Hep savaştı. Emekli
olduğunda Milli Eğitim Bakanlığı Müşavir Müfettişiydi.
Bu aşamaya yalnız kendi gücüyle
gelmişti. Aslında Osman yönetimde, politikada
başa güreşmek için yaratılmış bir insandı.
Bilgiliydi. Pırıltılı bir zekâsı vardı. Okuyan kişiydi,
güzel konuşan bir hatipti. Ne var ki şövalyeler
her zaman baş tacı edilmezler. Şövalyelerden
kahramanlık beklenir ama korkulur
da onlardan.” }
( Sarıyüce’nin yazısı burada bitiyor.)
Kırk Beş Yıl Sonra
H.L. Sarıyüce’nin 1951-1962 arasındaki
olaylara değgin, yazısı 2002’de yayımlanmış.
İnternette Gazete Trakya’da 23.03.2007 ‘de
bir yazı gördüm. Cumhurbaşkanlığı Köşkünde
savunduğum kişinin öğretmen Nazif Karaçam
olduğunu öğrendim.
Nazif Karaçam, Cumhuriyet Gazetesinde
çıkan yazılarıma değiniyor, beni dost sayıyor.
Üstünden kırk beş yıl geçmiş bir çıkıştan ötürü,
yüzünü bile çıkaramadığım bir kişice dost
sayılmak, benim için onurdur. Eğilmediğim
kapılara çarparak yaralanan anlımın sızını
114
unutturuyor.
Nazif Karaçam’ın Yazısından Alıntı
“Osman Bolulu benim 1960’lı yıllarda tanıdığım,
bir kuruluşta birilikte çalıştığım arkadaşlardandır.
Rahmetli İsmet İnönü’nün, Millet
Meclisi Başkanı rahmetli Fuat Sirmen’in,
rahmetli şair Behçet Kemal’in ve daha başka,
ülkenin önde gelenlerinin bulunduğu bir toplantıda
bizden kaynaklanan bir sorun konuşulurken
‘Biz köy kökenli aydınlarız. Ankara’ya
keçi patikasından yürüyerek geldik. Gelirken
sol ayağımızın sol parmağı taşa çarpmıştı,
şimdi sol ayağımın sol parmağı ondan sızlıyor.
Ancak sizin bunları duyumsamanız olası değildir.
Çünkü gerçeği biz yaşıyoruz’ diyen bir
yazar, ozandır.”
(*)H.L. Sarıyüce’nin ve N. Karaçam’ın yazılarını,
her yerde, her zamanda, kime karışı olursa olsun,
Köy Enstitülü tutum ve davranışıma tanıklık
ettiği için, buraya aktardım.
* H.L. Sarıyüce’nin anlattığına açıklık getirmek
gerek. Türk Kültür Derneğini kuran Alpaslan
Türkeş’tir. Millî Birlik Komitesi arasında görüş ayrılığı
çıkmış. Türkeş de içinde, Komte’nin 14 üyesi,
yurtdışına gönderilmişti. Sözü edilen toplantı, o
derneğin Halkevleri’ne dönüştürülmesi içindi
115
Önemli bir not
ŞÖVALYE MİMLENMİŞ
Suluova’da çalışırken Türkiye Öğretmen-
Dernekleri Milli Federasyonu’nu, Aydın Kurultayına
‘Amasya Delegesi olarak katılmıştım.
Başkanlık Divanda yer almış, bir üye olarak
konuşmuştum. Konuşmamı Cumhuriyet haber
yapmış.
Yurt dışından yayın yapan ‘Bizim Radyo’da
yayınlamış, konuşmamı. Konuşmadan cımbızlanan
bir cümle : “Millî Eğitim Bakanlığında ;
fikri gibi ensesi geriye, menfaatı gibi göbeği ileriiye
fırlamış pelit odunu kalınlığında adamlar
kaldıkça, bu bakanlıktan iş çıkmaz. Bir teneke
gazyağı gerek.”
Döndüm ki haber benden önce gelmiş.
Komünist defterine kaydım yapılmış. Kurtul,
kurtulabilirsen.
Kaynak: Ankara Üniversitesi Eğitim
Fakültesi’nde Öğretmen örgütleri üzerine çalışma
yapan Kadir Okçu: « Cumhuriyet Gazetesinde gördüm.
Böyle bir konuşma yapmış mıydınız ? » diye
sorunca anımsadım o konuşmayı. Ben ucuz kurtulmuşum
Böyle bahanelerle nice insan harcandı Türkiyede?
 
116
 
 

35

Köy Enstitülü Öğretmen: Osman Bolulu
 
Pıtraklı tarlada yalınayak iş görür gibi
Köy Enstitüsünü bitirmeye beş kala (1946)
Köy Enstitüsü eğitim dizgesi sulandırılmıştı.
Köy Enstitülerini kuran siyasa, Köy Enstitülerinden
caymıştı. Köyü içinden canlandırarak,
halkı uyandırarak ‘Cumhuriyetin ülke eri’ olmak
düşümüz suya düşmüştü. Köy Enstitülü
günah keçisiydi. Bu denli saldırı, bu denli karalama
ve dışlama karşında elbette Köy Enstitülerden
eriyenler olacaktı. Köy Enstitülü olduğunu
saklayanlar olacaktı.
Çünkü hayata atıldığımızda: Bürokrasiden
halka, herkes, bizlere soğuk bakıyordu. Eğitim
seferliğinde devletçe sıkıştırılan bürokrat
takımı, bizden hıncını almaya hazırdı. Köylü,
okul yeri için tarlasının kamulaştırılmasına ve
okul yaptırılırken çalıştırılmasına tepkiliydi.
Köy Enstitülerinin komünist mektebi olduğu;
K.E.lerinde öğrencilerin kız-erkek aynı yatakhanede
yattığı, dinin elden gittiği iftirası hayli
yaygınlaştırılmıştı.
Bunlar yetmemiş gibi, bizleri ilkokulda
okutan öğretmenlerimizden kimileri, bize cahil
diyorlardı. Onlara: “Biz cahilsek, bunda sizin
de payınız vardır. Kötüysek, sizin de üzülmeniz
gerek, başarılıysak siz de sevinmelisiniz”
derdim. Hiçbir bir dönemde Köy Enstitüsü çıkışlı
olduğumu saklamadım.
117
Köy Enstitülü kimliğimi koruyabildimse…
Her türlü zorluk ve engele karşın Köy Enstitülük
bilincimi sürdürmemin, başka dayanakları
da vardı. Onlardan söz etmek, Köy
Enstitülerine gölge düşürmek değildir.
Köy Enstitülerden cayış ortam ve koşullarına
gönderme yapmaktır.
Dik kalmak kolay değildi
Bir Türkmen oymağının kurduğu (1223)
köyde, Cumhuriyet altı yaşındayken, Türk
abecesine doğmuşum. Anam Türkmen ağızlı.
Medreseli babam,eşek sırtında beni Köy Enstitüsüne
götürmüş. Kurt ağzı bağlamadığı,
Cumhuriyet’e karşı olmadığı için, adı ‘gâvur
imama’ çıkmıştı. Aldırmazdı hiç! Karı koca
açıkta kaldığımızda ağabeyim, kasabadaki
evini satıp, parasını bize getirdi:“Hiç kimseye
boyun eğmeyeceksiniz!”
Dikbaş köyü
Bizim köyde çalışacak kamu görevlilerine:
- Oraya giderken suyunuzu yanınızda götürün,
deniyordu. Çünkü o köyün suyunu
içerseniz, aksilenirsiniz.
Niçin öyle denirdi? Merak ettim. Yedi köyün
ilçeye ulaşan yolu, bizim köyün içinden
geçerdi. Yolcu, at sürerek, Tekke’liye selam
vermeden geçerse…Atından indirir, adamı döverlerdi.
Atını yedeğine almış, selam vermişse,
kendisini konuk eder, atını yemlerlerdi.
Günlerce. Aynı köyde bucak müdürü dövül118
müştür, jandarma karakol komutanın ölüsü
köyün ormanda bulunmuştur. Ama öğretmen
dövülmemiştir. Öğretmenler, o köyü sevmişler,
ayrılırken ağlamışlardır.
Dikbaşlılık nereden geliyor, araştırdım.
Köyün adı Pelitli Tekke imiş önceleri. Pelitli’si,
köyün pelit (meşe) ormanı içindeki bir alana
kurulduğundan, onu anladık. Ya Tekke’si?
Mezarlığımızda bir yatır var .Orada yatan
Horasanlı Şıh Mahmud-u Seyyid-i Vakkas.
Onun yatığı yerde, asılı fermanda yazılı nereleri
fethettiği yazılıdır. Yukarıdan aşağı gelen
köylerin birkaçı, fethettiği sınırların içinde kalıyor.
Bizimkiler, ‘buraları kanımız pahasına
bizimdir, bize saygılı olursanız, biz de saygılı
davranırız’ diye düşünüyor olmalılar ki kendisine
saygı göstermeyene hoş bakmıyor, saygılı
olana saygı gösteriyor
Evliya, Ürdün tarafından gelmiş. Adı da
Arapça. Arap soylu muyuz diye kuşkulandım.
Sınırlarımız içindeki yer adlarını araştırdım.
200’ü aşan yer adlarının tümü Türkçe.
Kurtuluş Savaşı döneminde:
Tekke köyü savaş alanı içinde değilmiş
ama savaşın acılarını yaşamış: Eli silah tutanlar
asker. Türk köylerinde yaşlılar kalmış.
Çevredeki Rumlar, geceleri Türk köylerini basıyor.
Yaşlılardan birkaçı, çakaralmaz tüfeklerle
köyü korumaya çalışıyor. Irzlarını korumak
için, kadınları mısır, kendir tarlalarında
saklıyor. Üçüncü ağabeyim (1921). kendir tar119
lasında doğmuş.
Bizim çevrenin uşaklarını toplayıp Maraş’ta
‘Millî Mücadele’ye katılan, komşumuz Abbas
Efendiye bir haber haber ulaştırılıyor: Rumlar
ananı, bacını dağa kaldırdı. Abbas Efendi emrindeki
savaşçılara dönüyor. Çevreyi Rum’dan
temizleniyor. Ama Abbas Efendi, ulusal cepheyi
bıraktığı için, İstiklâl Mahkemesi kararıyla
asılıyor. Kahramanlık – Hayınlık İç içe, o
günlerde.!
Barut kokulu savaş türküleri, şehit ağıtları,
savaş anıları ve Ruma karşı halkı koruyan
yerli çetelerinin destanlarını dinledim o köyde.
Mayaladığım ilk yer burası!
Bir Cumhuriyet kızı var ki, omurgamdır
O kız, Tokat Kız Enstitüsünü kuran Sıdıka
Avar’ın öğrencisi. ‘Bir Gülün Aydınlığında’ adlı
kitabımın 187-191 sayfalarındaki ‘Kadınsız
Demokrasi Olamaz’ yazısından onun kimliğini
çıkarabilirsiniz.
Eşimdi o, benim. Açığa alınacağımı sezdiğimde,
Ankara’dan Suluova’daki Nermin’e
telefonda soruyorum. “Senin mantoyu bana,
benim pantolonu sana giydirecekler ( o zamanlar
üniseks giyim yoktu) ne yapayım?” Yanıt: “
Ben terzilik yapar, çocuklara bakarım. Gözün
kesiyorsa, hiç kimseye boyun eğme!”
Yiğitti güzelim:
Millî Eğitim müdürü, beni ezmek istiyor.
120
Çalışkanlığımız, dürüstlüğümüz nedeniyle
vali bizi koruyor. O zat-ı muhteremle kavgalı
olarak askere gitmiştim. Yedek Subay Okulundan
izine çıktığımda öğrendim:
Nermin, bir iş için ME müdürüne çıkmış.
Müdür ‘sen, sen’ diye hitap edince kendisine:
- Bana sen diyemezsiniz. Ya hocanım ya da
hanımefendi diyeceksiniz.
- O, azılı herife mi güveniyorsun?
- Kim o azılı herif?
- Burnunun doğrusuna giden kocan?
- Ne demek istiyorsun?
- İstersem seni dağ başına sürerim.
- O erkek aslansa ben dişi aslanım. Elinden
geleni yapmazsan namertsin!
Çat kapı, çıkıyor Nermin.
Nermin, benim ilk mayamı katkılayarak
tekne tekne yaşam ekmeği pişirdi. Doyurdu
bizi dersem, abartı olmaz.
Böyle dayanaklarım olmasaydı, dik kalabilir
miydim? Ömrümü adadığım öğretmenliği
bırakır mıydım?
Köyüme, ana babama, eşime ilişkin olaylara
değinmemin nedenleri var: Köyden çıkmış,
beş yıl bozkırın üstüne kurulmuş Köy Enstitüsünde
okuyup köye dönmüş bir köylü çocuğundan
ataklık, yiğitlik beklenemez. Köy Enstitüsünde
bilinçlendi diyelim. Bilincin gereğini
eyleme dökecek ortam mı vardı? Köy Enstitülerini
açan siyasal parti bile Köy Enstitülerinden
vazgeçmiş.
121
Köyümden, ana kucağı, baba ocağından
söz ederek söz ederken Anadolu’nun, Anadolu
halkının tözünü vurgulamak, Köy Enstitülülerin
nereden geldiğini belirtmek istedim. Köylü
niçin çocuklarına sahip çıkmadı? Köy enstitülülerden
çoğu, aldığı eğitimin gereğini yerine
getiremedi, toplum içinde savında olanlar var.
Onlara gönderme yapmak istedim.
Bu bölümde anlatmak istediğim yalnızca
Osman Bolulu ve ailesi değil. Biz, Köy Enstitüler,
aynı kaynaktanız. Aynı konum ve koşulda
yaşarız. Aynı kültürün çocuklarıyız. Birbirimize
benzeriz. Söylemek istediğim budur.
 
122

 

36

Köy Okuluna Bakanlık Müfettişi
 
Çalıştığım Yerkozlu köyü Tokat’ın Taşova
ilçesine bağlı. Amasya’da teftişte olan bakanlık
müfettişi, Yerkozlu’nun üst yanındaki ilkokula
geliyor sessizce. Bu ne iş?
Buralardan geçerken, şöyle bir uğramış(!)
Tatlı tatlı halimi soruyor, giderek söz, Akpınar
Köy Enstitüsüne kayıyor. Orada komünistlik
propagandası yapılmış mı? Beklediği yanıtları
alamıyor.
Kalktı, kitaplığımı karıştırıyor. “Bunların
tümünü okudun mu?” “Okudum. Neyi merak
ediyorsunuz, söyleyin, göstereyim,” Kitaplıktan
Atsız’ın ‘Yolların Sonu’nu, Zeki Velidi
Togan’ın ‘Türk Tarihi’ni çıkardım. Kitapları tek
tek önüne seriyorum. Köy Enstitüsünde 500
kitap okumuştum. Karşı görüşlerin tümüne
bakıp, neyin doğru, neyin yanlış ya da doğru
olduğunu anlamaya çalışıyorum.
Anladım, niçin geldiğini, ne aradığını, nereye
varmak istediğini... İkinci sınıftayken
Bafra’nın Gümenüs köyüne ( sonra ilçe oldu,
yeni adı Yakakent) gitmiştik ekip olarak. O
köyden arkadaşlarımız da vardı aramızda.
Köylülerle konuşurduk. Yaşlıca bir adam bizimle
ilgilendi. Sözü sohbeti tatlı. Okumuşluğu
anlaşıyor; söyleşisinden hoşlanıyoruz. Şiir
yazmaya çalışıyorum ya, baş başa olduğumuz
bir gün şiirlerimi gösterdim ona. İki kitap ver123
di bana: ‘Deniz Feneri’ (H.İ.Dinamo) ve ‘835
Satır’ (N.Hikmet) “Gizli oku, kimseye gösterme”
dedi.
Müfettiş, o iki kitabı sordu.’okumuştum,
herhangi bir kitap gibi, elimde kalmamış’ dedim.
Akşam üstü arabasına bindi gitti.
 
124
 
 

37

Kaymakam Beyin Yuları
 
Taşova, Yerkozlu köyünde
öğretmenim(1948). Yalnızca görev yaptığım köyün
değil, çevre köylülerin yazı çizi işlerine yardım
ederdim. Yakın köyden bir yurttaş geldi,
bir olayı anlattı. Dilekçe yazmamı istedi. Köylü
saf olduğu kadar, insanı aldatabilir de. ‘Birkaç
gün sonra gel,’ dedim. O arada durumu araştırdım,
yurttaşın dedikleri doğru. Geldi, dilekçisin
yazdım. Şikâyet edilen memur, kaymakamın
yakınıymış. Dilekçeyi yazanı sormuş: “Öğretmen
mi, avukat mı, o eşşek oğlu eşek, her
taşın altından çıkıyor” demiş.
İlçenin Pazar günü; pazardan birisi büyük,
öteki küçük iki yular alıp kaymakamın karşısına
vardım:
-Ben devletin öğretmeniyim, siz de bu ilçede
devletin, ilçedeki en büyük yetkilisiniz.
- Buyur hoca, otur. Oturmuyorum. Gösterişli
biçimde, elimde tutuğum yularlara bakıyor.
- Siz bana eşşek oğlu eşek, demişsiniz.
- Derim elbet, üstüne vazife olmayan işlere
karışıyorsun.
- Devletin öğretmeni eşek olursa, onun başındaki
kaymakam ne olur? Bu yularların büyüğünü
sizin için, küçüğünü de kendim için
aldım.
Orada Jandarma komutanı, savcı ve hükümet
tabibi var. Doktora:
125
-Doktor bey hemen bir rapor düzenleyin,
bu zıpırı tımarhaneye gönderelim.
- Siz, inceleme, soruşturma yaptırdınız mı
benim için? Bu bir. İkincisi: Tımarhane işi, tek
tabip raporuyla olmaz. Tam teşekküllü hastane
raporu gerekir. Doktor beden yapamayacağı
bir iş istiyorsunuz.
Üçüncüsü: Benim, bu noktada duracağımı
sanmayın! Diyelim ki kavgaya tutuştuk, sizi
dövdüm. Hapse atılır, cezamı çeker çıkarım. 17
kilometre ötedeki köyümde çiftçilik yaparım.
Siz vali olabilir misiniz?
Sonra oradakilere döndüm:
- Beyler, burada olanı biteni, olduğu gibi
tutanağa geçeriniz. Tutanak doğru tutulmazsa…
Halk yalancının…. der, o sözü, sizin için
kullanmam beyefendiler.
Doktor:
- Hele bir otur da konuşalım hoca.
Durumu yumuşatmaya çalışıyorlar. O arada
ilçe milli eğitim müdürü çağrılmış. O, benim
ilkokul öğretmenimdi.
-Hocam, terbiyesizlik etmek zorunda kaldım.
Sizin önününde bu konuyu bir daha tartışmak
istemiyorum. Çıkıyorum.
Akşam, öğretmenim beni şehir kulübüne
götürdü. O zevat daha önce oturmuş masaya.
Hoca beni anlatıyor, beni de konuşmanın içine
çekiyor.
-Osman Bey, hoş sohbetmişsiniz.
126
 
 

38

Kasvet- Engiz (*)
 
Bay denetmen, aralık ayı denetiminde 1.sınıf
öğrencilerinin okumayı söktüğünü, karatahtaya
yazdığı sözcükleri okuduklarını görmüş, söylediği
sözcükleri yazdırarak deneme yapmıştı. İlçede
tek sınıf okutanların, öğrenciyi bu düzeye
getiremediğini söylemişti. Denetim raporu geldi:
iyi. İçeriğini bakarsanız ‘pekiyi’
Epey zaman sonra denetmenden bir pusula:
“Yerkozlu öğretmeni Osman
Dört ölçek arpa gönder.
Denetmen M.”
Adlar eksik. Tarih yok, imza yok.
Yolluk bildirimine at kirası yazdığını, kendi
atının kirasını aldığını biliyorduk. Atının arpasını,
kimi öğretmenlere aldırdığını duyardım da,
inanmazdım. Hele benden isteyeceğini beklemezdim.
Pusulanın arka yüzünü çevirdim.
“ Denetmen M.
Sana arpa gerekse, parasını muhtara gönderirsin.
Muhtar, arpanı alır gönderir
Yerkozlu öğretmeni Osman.”
Köy bekçisine dört lira verdim, gidiş-dönüş
ücreti olarak. Yanıtım böylece denetmene ulaştı.
İkinci teftişe gelmiş denetmen:
Bay denetmenin, akşam köye geldiğini, Ha-
(*) Kasvet-engiz, İç sıkan, sıkıntıyı artıran.
127
san Bey’e indiğini duymuştum. Sabah okula geldi,
sohbet ağzıyla:
- Meslektaşımız gelmiş diye beni arayıp sormadın.
Öldün mü kaldın mı Osman?
- Meslektaşınız, köyün dışındaki okulda tek
başına kalıyor. Yedek yatağını altınıza sererdi.
Mükellef olmasa da, size bir sofra hazırlardı: Yumurtalı
sucuk vb. çay gibi. Atınızı Hasan Bey’e
gönderirdi. Baş başa konuşurduk. Hasan Bey
iyi insan. Bana bir kötülüğü yok. İşime engel de
olmuyor. Üstelik destekliyor. Okula gelmeyip,
köyde egemen görünen Hasan Bey’de kalmanız,
okulu ve beni önemsememek değil mi? Yadırgadığım
için, bilerek, inadına aramadım sizi.
Birinci devre öğrencisini yazılı sınav yapmak
istiyor.
- Hem uygun değil, hem de yetkiniz yok.
- Ben bir kere yaparım.
- İşime ilişkin kuralları, kaynakları iyi bilirim.
Oralarda ‘Denetmen, böyle şeyleri bir kere
yapar’ diye bir kayda rastlamadım.
İkinci denetim raporu geldi sonra: Orta! İçeriğine
bakaranız, ‘zayıf’ olmalı. Birincisiyle çelişecek
ya!
Rapordan bir cümle: “İşliğin penceresine takılan
teneke, okulun kavset-engiz havasını bir
kat daha kasvet-engiz hale getirmiştir.”
Bina Köy Enstitülü öğretmene göre düzenlendiği
için işliği vardı: Ama tabanı toprak, tavanı
kiremitleri görür. Boştu. Soğuk havalarda
teneffüs yeri olarak kullanırdık. Pencerelerden
birinin bir gözündeki cam kırılmış. Kışın, köyde
cam bulamamış, bir tenekeyle kapatmıştım
o gözü.
128
 
 

39

Tahta- Takdirname
 
1949’un sonbaharı bir pazar günü. Paçam,
çorabın içine alınmış, yaka bağır açık, okulun
bahçesini temizliyorum. Tokat Valisi ile Millî
Eğitim Müdürü geldi. “Okulun hademesi misin,
öğretmeni çağır” dediler. “Köy okullarına
hademe kadrosu verdiniz mi ki?...” diye yanıtlayınca
yüzleri asılır gibi oldu.
İlçenin birçok köyünü dolaşmışlar, hiçbirinde
öğretmen bulamamışlar; iç açıcı olmayan
durumlarla karşılaşmışlar. Okulun içini
gezdirdim. İşlediğim, ağaç diktiğim okul bahçesini
gösterdim. Okul yanındaki eski mezarlığı
park yapmıştım. Orayı gösterdim. Memnun oldular,
beni yanlarına alıp köy içine indiler.
Toplanan köylüye: “Bu öğretmene iyi bakın,
buna takdirname vereceğiz” dedi Millî Eğitim
Müdürü. “ Efendim, gelecek yıl öğrenci çoğalacak,
işlik diye yapılmış tabansız tavansız bir
yer var. Orayı sınıfa dönüştüreceğim. Çivi de
istemiyorum, taban, tavan için bana tahta verirseniz,
yeter” “Takdirname de tahta da vereceğiz”
dedi müdür.
Mayısın on beşinde, köy okulları tatile giriyor.
Tahta gelirse, yazın o işi bitireceğim. 160
km. ötedeki ilde millî eğitim müdürüne gidiyorum.
Hoş beş geldin arasında, bizim denetmeni
girince, müdür bana:
- Seninle öğle sonu görüşelim, diyor.
Öğle sonu, makamına vardığımda, sabahki
129
müdür değil, sert, azarlayıcı.
Nedenini anlıyorum: “Muhtar, sana arpanı
gönderir.” Milli eğitim müdürünü doldurmuş.
Beni dinlemeden, onun sözüne inanıp sertleşmesine
öfkelendim:
- Sizi kurdu müdür bey?
- Lan, ben turşu muyum?
- Behzat Caddesinde hamallar birbirine lan
diyorlardı. Milli eğitim müdürü de öğretmene
lan diyor.Ceketimin düğmelerini çözüp, iki elim
pantolon ceplerimde, makam masanın önüne
dikiliyor:
- Lanın karşısında böyle durulur lan!
At kaçıyor, palan düşüyor.
Başkâtip İhsan Bey girdi içeri:
- Hocanın oğlu, diyerek koluma girip beni
odasına götürdü, sonra müdürün yanına döndü.
İhsan Ağabeyin babası bizim köyde bucak
müdürlüğü yapmış, babamı biliyor, aslında ilin
gerçek milli eğitim müdürü İhsan Beydir.Her iş
onun elinden çıkar. Bütün öğretmenleri, siciline
değin tanır.
Akşamüstü, beni Gülistan Kahvesinde buldu.
Müdüre Denetmenin birinci, ikinci denetim
raporları ile ilköğretim müdürünün benim için
düzenlendiği talim sicilini göstermiş.Yemeğe
götürdü, rakı ısmarladı. Sürgünü engellemiş.
Onun;
“Aslanım, sen hiç dişi kelime bilmez misin,
nerde sözün erkeği varsa, onu seçiyorsun,” sözü,
hep belleğimde kaldı ama sözün dişisini öğreninceye
değin, dik kafam, ne çok kapıya çarptı…
130
 
 

40

Komünizm Kore Dağlarından mı Gelecek?
 
ABD Özgürlük Anıtı’nın tepesindeki ışıklı
yıldız, kimi gençlerimizin kafasının beş karış
yukarısında parlıyordu. Bozkır kadınlarının
ilk gecesinde dölyatağına düşmüş, 1.70 boyunda,
röntgenden geçmiş 5.000 gencimiz
Amerikalılarla birlikte Kore’yi komünizmden
korumaya gidecek: “ Orayı, burayı, korur her
yeri, Türk askeri,” (*)
Kore’ye gitmek için dilekçe veren verene.
Öğretmen arkadaşlarımın kimisi de, boyuna
bakmadan, röntgenden sağlam çıkıp çıkmayacağını
bilmeden, Kore hevesinde.
Toprak reformu demişim
Toprak reformu dediğim için mahkemedeyim.
Bilerek mi, öyle demiştim? Köylerde tarlaların
varislere bölündükçe bir evlek, hatta
andala dönüştüğünü gördüğüm için öyle söylemiştim.
O tarihten 15 yıl sonra öğrendim.
MÖ.130 yıl önce Romalı Gasiyüs, Gayyüs adlı
iki kardeş, toprak reformu dedikleri için öldürülmüş.
Bir konsülün kızı olan Kornelya:
“Benim mezar taşıma ‘Gasiyüs ve Gayyüs’ün
anası’ diye yazılsın istemiş. O bilinçte kadınını
yetiştirmeden demokrasiyi yaşatamayacağımıza
inanmışımdır.
Sınıf arkadaşım Halil kulağıma fısıldıyor:
131
“Bak toprak reformu dediğin için yargılanıyorsun,
Kore’ye gidersek ondan da kurtulursun.
Birlikte gideriz. Sanki geziye çıkacağız.
Kore, Yedek Subay Okulunda da buldu
beni
Kore’ye gönderilenler 1928-30 doğumluydu,
yaşıtımdı onlar. Yüzlercesi Kore dağlarında
kaldı. Ruhsal travmalarla dönenler oldu
onların acısı yüreğimden sökülmedi hiç. Kimin
için harcanmıştı yaşıtlarım?
Yedek Subay Okulunda, her öğle yemeğinde
hindi eti çıkardı. Lifleri, ekin sapı kalınlığında.
Tadı bozuk.ABD’den gönderilmişti bu
hindi etleri. Kore’de ölen yaşıtlarımın karşılığı
mıydı bunlar? düşüncesine saplandım. Öğle
yemeğine girmiyor, iki şişe süt içip, dut ağaçlarının
altında yatıyordum. Terhis olduktan
sonra iki yıl hiç et yiyemedim. Ruh hastası mı
olmuştum?
Bir öğrencim sağalttı beni bu hastalıktan
Danimarka Yazarlar Birliğince Danimarka’ya
çağrılışımın haberi çıkmıştı Cumhuriyet Gazetesinde.
Haberi okuyan birisi Telefonda: “Efendim,
siz İncesu Ortaokulu’nda Türkçe Öğretmenliği
yapan Osman Bolulu musunuz?
- Evet, beni neyle anımsıyorsunuz?
- Hindi etinden.
- O denli önemli miydi ki, hiç çıkmamış
aklından?
- Her zaman yaşama sadece oradan bak132
tım.
Öğrencimdi, beni ruh sağlığıma kavuşturan,
asıl hastanın kim olduğu bilincine ulaşmış
olan…
Benim derslerim resmi müfredatın oluğundan
taşmıştır. Yaşadığıma/yaşadıklarımıza
bağlı olarak gerçeği, dogru kavramaya çalışırdım.
Öğrencilerim de beni aradan anımsıyor.
Ne iyi etmişim.
Hasta olan ben değilmişim. İçinizden çoğu,
asıl hastanın kim olduğunu biliyor da….
(*) İmparatorluk tarihimize bakarsanız, her
iki yılda bir savaş. Yabancı topraklara harcanmış
Anadolu çocukları. Aynı emek aynı eylem, Anadolu
için verilseydi, neler kazanırdık? Onu düşündüm.
İmparatorluk döneminde savaş borusu çaldı
mı, haydi gençler cepheye. Yine savaş borusu çalınmış.
Üç oğlu savaşta yiten, yaşlı bir köylü: ”Döl
dökecek halim kalmadı. Benden selam söyleyin
Padişah’a. Bana güvenmesin.”
Sonrasını söylemeyim, siz de bilirsiniz.
133
 
 

41

 

Beni Köy Enstitülülüğe Kayıt Eden

Mahmut Makal
 
Ankara Dostları Yazar Topluluğu’nun beşinci
kişisiyim. Çekirdek: Mahmut Makal, Ali
Dündar, Cemal Gürlek. Mehmet Aydın idi.
Şemsettin Ünlü, Ahmet Özer, Vedat Yazıcı,
Sabahattin Yalkın, Osman Nuri Poyrazoğlu,
Murat Özmen, M. Güner Demiray’ la sayımız
çoğaldı, 25’i aştığı zamanlar oldu. Başka yere
taşınma vb. nedenlerle ayrılan da oldu.
Kalanlar söyleşilerini sürdürüyor. (1990-
2011) Haftanın belli günü, belli saatinde bir
araya gelir söyleşiriz.
Kimi toplantılarda birkaç yudum içkiyle
söyleyişi cilalardık. Makal’ın şu fıkrasıydı cilaya
kapı açan: { Adamın biri meyhaneye dadanmış,
eve geç geliyor. Karısı diyor ki, ‘Ben sana
sofra hazırlayayım. Evde iç!’ Birkaç gün sürüyor
bu durum. Adam karısına. “Anlat bakalım
Balkan Savaşı’nı!” der. Bilmiyor ki, kadın ne
anlatsın?
- Bu zıkkımın tadı çıkar mı Balkan Savaşı’nı
anlatmadan. Adam sonunda meyhane arkadaşlarına
dönüyor. }
Bizimki öyle değildi. Dört kitap çıktı söyleşilerimizden.
Günün olaylarından, ülkenin
sorunlarına değin her konuyu, her şeyi konutuk
tartıştık. Örneğin bir arkadaşımız, yazdığı
yeni yazısını okur, eleştiri isterdi. Birbirimiz134
den katkılanıp yararlandık.
Bu kitabı hazırlarken ayırdına vardım: Köy
Enstitülü davranış ve tutuma ilişkin pek çok
şey anlatmışım. Mahmut, Köy Enstitülülerin
vakanüvisi olmakla kalmamış. Osman Bolulu’
nun özel vakanüvisi olmuş. Köy Enstitülü
olarak beni tanıtmış. Makal’ınkilerden başka
yirmi kitapta Köy Enstitülü olarak adım anılmış,
Makal’ın kayıt ettiğini anılarından birkaçını
aktarmışlar kitaplara
Yazarken bir iki yudum rakı alırsam zihnim
açılır, suyun akışı gibi yazarım.Toplantılardaki
bir kadeh rakı da öyle etkilemiş ki, en
çok konuşan ben olmuşum, sanırım. Ankara
dostlarının, beni dinleme inceliğine teşekkür
ederim. Makal’ın anlatılanları yazıya ve kitaba
geçirmesi de bir sabır işi, dost elleşmesi.
Köy Enstitülük kaydımı yapan Mahmut
Makal’dır.
Makal’ın kitaplarında Osman Bolulu.
1. Karanlığı Zorlayanlar: M. Makal: Büyük
Dağıtım, 1976 2.bası:82-84.s
2.Kuruluşunun 50 yılında Köy
Enstitüleri,1990 Eğit-Der Y. S 360-365. s.
155-158
3. Faust’un Dediği. 1990 bası, s. 132-136
4. Karanlığı zorlayanlar, 1992 basımı,s.
82-84
5.Deli Memedin Türküsü, 1993
basımı,s.113-118
6.Karanlığı Zorlayanlar, Başak Y. 1992.s.
135
43-48
7. Karanlığı Zorlayanlar,2000 basımı, s.
121-123
8. Bozkırdaki Kıvılcım 1997 basımı, s.343-
48 sayfalarında Osman Bolulu’dan bahsetmiş
Makal.
Makal ‘Osman Bolunun da vakanüvisi
olmuş’demekte haksız mıyım? Ona teşekkür
borçluyum.
Mahmut Makal gibi sağlam bir tanığım
varken, diyeceğimi ben demeyeyim. Makal’dan
aktarayım, en iyisi!
136
 
 

42

İrfan Ordusunun Renkli Bir Kişisi (*)
 
İrfan ordusunun renkli ve de hareketli bir
öğretmenidir Osman Bolulu. Ozandır, yazardır.
Milletvekilli adayı olmuştur. Örgütçüdür.
Türkiye Öğretmenler Yardımlaşma Kooperatifi
‘TÖYKO’ yu kurmuştur (1). Bu hareketliliği
yüzünden, Taşova’da bindiği araba ile daha
sonra Ankara Samur Sokak’taki evi kurşunladı..
(2)
Gündem Dışı adlı kitabının bir yerinde şöyle
der:
Yaralı parmağım oturuyor iğrençliğiyle kadehime
Başımı alıp Boğalı dağlarına gidiyorum
Bir çift çarığın özlemindeki günler tükürüyor
yüzüme
Aynalara bakmak en büyük korkumdur artık
Bir de öyküsü varmış bu şiirin:
Amasya’da 17 Nisan 1964 Köy Enstitüleri
bayramını kutlarken bu şiiri okumuş. Ardından
da Köy Enstitüsüne nasıl gittiğini, nasıl
kurtulduğunu anlatmış. “ Sol ayağımın başparmağını
taş kesmişti, hâlâ yeri belli. Ağanın
kuzusunu güderken oldu bu! Tonguç,
Köy Enstitülerini açmasaydı, Köy Enstitüleri
olmasaydı yani, belki de bütün parmaklarımı
taş kesecekti, yaşamaya başlayamayacaktım,
kurtulamayacaktım.”
137
Vay sen misin sol ayaktan, Köy Enstitülerinden
söz açan…Bu küçük olaya İl hemen
el koyar. Önce millî eğitim müdürü ilgilenir,
Emniyete aktarır aynı gece. Köy Enstitülerinin
yıldönümünü kutlamak için toplanan bütün
öğretmenlerin ifadesi alınır sabaha kadar. (3)
Sonuç olarak da Osman Bolulu üç yıl, tam üç
yıl açıkta kalır. Ondan sonra gelsin işsizlik…
Ankara bulvarlarına düşmeler…(4) Bir ara Sanayi
Bakanlığında küçük bir iş bulur, doyabilmek
ve uğraşlı olabilmek için. Mehmet Tugut,
oraya Bakan olunca kovalatır.(5) Kurucularından
olduğu TÖS’te ( Türkiye Öğretmenler
Sendikası) işçi olarak çalışır bir süre, onun da
sonu gelmez. (6)
Adaylığı sırasında radyoda (Ankara) yaptığı
konuşma İlgi uyandırır. Bir paragrafı şöyledir
o konuşmanın:
“Oyundan ötürü kimseden korkmayacaksın.
Bana ekonomik özgürlük verdin mi? diye
soracaksın. Şimdi ben Tekkeli Çil Omar’ ın
(Ömer) Osman’a soruyorum: Hüseyin’in senden
yüz elli kuruşu aldığı şeftaliyi, ben Ankara’da
altı yüz elli kuruşa yedim. Aradaki dört yüz
elli kuruş kime gitti? Bahçenin, ağacın sahibi,
emekçisi olan sen, yüz elli kuruş alırken, gölgede
yatan adam nasıl bir kilo şeftaliden dört
yüz elli kuruş kazanıyor? Tütünü senden onbeş
liraya alıyorlar,cigaranın kilosunu üçyüz liraya
satıyorlar. Aradaki fark kime gidiyor? Eğitimin
içeriği bize göre midir? Yöntemi ulusal mıdır?
Okulsuz bırakılan kim? Zor bulduğu ilkokuldan
138
öteye kimin çocukları gidebiliyor? Bir kesimin
çocukları açık olanaklardan yararlanarak yurt
yönetiminde, siyasette söz sahibi oluyor, öteki
bölüğü bundan yoksun. Ondan sonra ülke yönetimi
işte bu hale geliyor.”
Bu adaylığı sırasında, buna benzer söylevler
çekerek köyleri gezerken kurşunlanmıştır
arabası. Onun için de bir dörtlük yazmıştır.
Bütün namlulardaki kurşunları sökeceğim
Kalem yapacağım çocuklar
Güzellikleri yazacaksınız
Defterler taşana kadar
Bu olayın ardından evi de kurşun yağmuruna
tutulmuş, camlar kırılmış, gardrop delik
deşik olmuş ve kızının omzuna da bir mermi
isabet etmiştir.
25 Eylül 1974’te Mlli Eğitim Bakanlığı Müfettişliğine
atanır. Dokuz ay kadar bu görevde
kaldıktan sonra 1975 Haziranın dokuzunda
13 arkadaşıyla birlikte müfettişlikten alınırlar.
Ama önce depo atamaları yapılır, sonra
yer belli olmak üzere.(7)
Asıl öykü ondan sonra başlar:
Ankara valisi Bozkurt (8) “Bunları şehir
içine almam” diye direnir, köylere yerleştirmeye
başlarlar: Bolulu’yu da Ankara Milli Eğitim
Müdürlüğünün 5 Eylül1975 gün ve 13722 sayılı
kararnamesiyle Yahyalar Ortaokulu Türkçe
öğretmenliğine verirler. Gider Yenimahalle
gömütlüğü yanında Yahyalar Ortaokulu’nu
aramaya başlar. Oradaki ilkokullara, tüm çevreye
sorar. Yok böyle bir okul. Bir tutanakla
139
saptayıp geri döner. Bu arada hasta olduğu
için Ankara Millî Eğitim Müdürlüğüne başvurarak
hastaneye yollanmasını istediğinde
‘okulun sevketsin’ derler.ama okul yoktu., neresi
sevk edecekti (9 )
Karısı:
- Şerefimizi iade ettiler yine, böyle iktidarın
kocamı görevden almasını şeref sayarız, derken,
(1O) Osman Bolulu boş durma sorununu
çözümlediğini söylüyordu:
- Öğretmenler irfan ordusu değil mi? Ben
de Cebeci’de Gergan oyun salonuna devama
başladım. Salon sahibinin adı İrfan. Kahveci
İrfan’ın ordusuna kaydoldum demektir artık.
(1I)
Çünkü artık okulu yoktu ve müfettişliğe
ilişkin hüviyet ve kredi cüzdanları ile şifre,
mühür, çek defteri, yazılı emirle elinden alınmıştı.
(12)
Açıklama
Belleğim beni yanıltmıyorsa, yukarıdaki
yazıda anlatınlanları İncesu Ortaokulu (lisesi)
nda konuşmuştuk.
Konuşma ses alıcıyla kayıt edilmemişti.
Mahmut da haberini gününde gazetesine
ulaştıran muhabir değildi. İmrenilecek bir belleği
var ki oylumlu bir yazı çıkarmış.
Nerdeyse, benim serüvenimi özetlemiş.
Benim hayatım çileli ve uzun bir koşudur.
Çalkantılı ve dağdağalı o süreçtekileri unutabilirdim.
Makal, başımdan geçenleri, daha da
açıklamama bir fırsat veriyor:
140
Dipnotlar düşerek, Makal’ın değindiklerini,
göz önüne sermeye çalışacağım:
1. Örgütçülük
En az 15 örgüte üye olmuş, kiminden ayrılmışımdır.
Çünkü örgütlülüğü, ulusal örgünleşme
sayar, örgütsüz toplumun uygarlaşamayacağına
inanırım. Türkiye Öğretmenler
Sendikasının (TÖS) kurucu üyesiydim. Kuruluşta,
yeni arkadaşlar ön alsın diye yönetimde
görev önerisini kabul etmemiş. Ama sonra
bölge temsilciliğini yapmıştım.
Türkiye Öğretmen Dernekleri Millî Federasyonu
(TÖDMF) yönetim kurulu üyeliğinde
bulundum. Üç kurultayında da başkanlık divanında
yer aldım.
Tüm Öğretmenler Sınırlı, Sorumlu Yardımlaşma
ve Tüketim Kooperatifinin (TÖYKO)
kurucusu olamazdım.Çünkü o sırada açıktaydım.
Mesleğe dönünce kuruluşu aksaklı
TÖYKO’da görev almamı istedi Sendika. Üç
yıllık yönetim kurulu başkanıydım. Bitmesini
bekliyordum. Bilinci kazanılmamış ideolojik
bakışlar, insanları yanlışa sürüklermiş. Gördüm:
Benim için canını tehlikeye atan bir dost
yolsuzluk yaptığımı iddia edenler arasındaydı.
Genel Kurulu geciktirdim. İki ay, neredeyse
eve gidemedim. Nedir bu muhasebe? Bir T cetveli:
Gelen gidenin T’nin sağına soluna kayıt ve
dengesi.
Yeniden toplanan Genel Kurulda, noterden
onaylı kocaman defterlerle kürsüye çıktım. Ti141
caret Bakanlığı komiserini uyardım: “Beyefendi,
görevinizi dikkatli yapın, yolsuzluk iddiası
var”, dedim. Defterleri küt küt kürsüye vurarak
belgeleriyle kanıtladım yolsuzluk olmadığını.
Aklanmama karşın, Ticaret Mahkemesine
başvurdular. Çağrılmadan gittim mahkemeye,
belgeleri sundum. Yargıç:” O başvuru kabul
edilir değil, zahmet etmişsiniz”, dedi.
1969 Yılı Çalışma Raporunu “iddialar ve
yanıtlar içinde” kitaplaştırmış, genel kurulda
üyelere dağıtmıştık. O kitabın bir örneğini
saklıyorum. 12 yaşımdan başlamak üzere
yaşamımda verilmeyecek hesabım yoktur.Ne
örgütlerime, ne de meslektaşlarıma küstüm…
O dönemin yarattığı çalkantının yarası saydım
o tatsız olayı.
Türk Dil Kurumu’nun üyesiydim (1962-
1983).12 Eylül karabasanı gaspetti o kurumu.
Devlet dairesine dönüştürdü.
Eğitimciler Derneği, İnsan Hakları Derneği
vb. derneklerin de üyesiydim. Edebiyatçılar
Derneği’nin 32. numaralı üyesiydim. Yönetim
kadrolarında görev yaptım. Dil derneği üyeliğim
sürüyor.
Hiçbir örgüt yönetim kadrosuna girmek
için başvurum olmamıştır.
2. Kurşunlanma
Bir gece Amasya Ziyaret kasabasından
Amasya’ya geçerken bir kurşun arabanın ön
sağ kapısını deldi. Arabanın içine yatarak,
kurşun gelen yana ben de ateş etmeye baş142
layınca, ses kesildi. O bir gözdağıydı. Olayı
Taşova gazetesi yazdığı için, Taşova’da geçmiş
sanılıyor.
Senatörlük seçimini kazanamamış, Ankara
Kurtuluş Samur Sokak 3.kattaki evime dönmüştüm.
Arka pencere daha aydınlıktı. Orada
oturur kitap okurdum. Oraya aşağından ateş
edilemezdi. Pat!! Bir kurşun, elmasla kesmişgibi
camı deldi. Dolaba çarpıp, sekti, kızımın
omzuna.
İnceleme sonucu ilginç: Karşı çatılardan
birisi ateş etmiş, kurşun, bir başka binanın
anten direğine çarparak sekmiş, bizim camı
delmiş. Seken kurşun, camı öyle deler miydi?
Daha büyük yerden yada başka odaktan
bir uyarı mıydı?
3. 17 Nisan 1964
Amme İdaresi Enstitüsü’nden, yarıyıl dinlencesine
çıkmıştık. Suluova’daki evimden
Amasya Öğretmenler Derneğine gittim 17
Nisan’ı daha geniş arkadaş topluluğu ile kutlayacağız.
Benden de konuşma istediler. Söz
eğitimden açılmışken, bilim adamı yetiştirmek
için, genel bütçeden ne oranda pay ayrılıyor?
ABD ve SSBC üç çocuktan birini bilim adamı
olarak yetiştiriyor. O nedenle, onlar dünyanın
jandarmalığını yapıyor, dedim. Bu arada il yöneticilerini
iğneleyen sözler ettiğim iddia ediliyor.
Konuşmadan sonra Suluova’ya döndüm.
Sabah, kapıda iki sivil polis: Amasya’ya götü143
receğiz sizi. Nermin’e dönmeyebilirim, merak
etme dedim. Amasya’da gözaltı. Sorgulanıyorum.
Ben rahat rahat konuşuyorum. Bundan
bir şey çıkmaz. Ben ABD,SSBC derken onlardan
birine yamanalım demedim ki, bizim de
bilim adamı yetiştirerek, onların baskı ve etkisinden
kurtulmamızı vurgulamak istedim.
Emniyet müdürü. “Çok idealistsiniz, müdür
bey. Durum, gece Ankara’ya bildirildi.”Ben inceleme
sonunda gerçek ortaya çıkar” deyince;
Emniyet Müdürü: dilerim öyle olur, ne denli
iyimsersiniz.”
Kışkırtıcı, bir valinin peşine takılıp, ortaokul
müdürlüğünden Amasya milli eğitim
müdürlüğüne gelen biri. Ben Amme İdaresini
bitirince Amasya milli eğitim müdürü olurmuşum.
Aklımdan geçmezdi.
TODAİE’yi bitirdikten sonra öğrenecektim,
o gece müdürlükten alındığımı. Sonra da açığa
alınacaktım.
4. Bulvarlara düşmeler
1964’ten biliyorum, akşamüstleri Atatürk
Bulvarı’na dökülürdü insanlar, kadını erkeğiyle.
Piyasa yapılırdı. Bulvar üstünde pasta,
çay evleri seyrelmemişti. Üç aşağı beş yukarı
git-gel. Sanki buluşma yeriydi Bulvar. Tanıdıklarınızı
görebilirdiniz. Bulvarı iki yanından
ağaçlar kuşatmıştı. Kuşlar, cıvıldar, güver-
(*) Karanlığı Zorlayanlar: Mahmut Makal 1976 basımı
S.155-158
144
cinler guruldar. Yorulduğunuzda çay-pasta
evlerinden birinde dinlenir, söyleşirdiniz. Çay
pastaneleri daha çok kadınlar doldururdu. Bir
göz banyosu yeriydi sanki… İşsiz Osman Bolulu’
yu da avutacak, söyleşebileceği dostlarıyla
karşılaştıracaktı Bulvar.
Bu duruma bulvarizm demiştim. Makal,bir
yazısında bundan söz etti sanıyorum.
Dursun Akçam, babasını Ardahan’dan getirmiş.
Kentli kılığıyla donatmış. Evde sıkılan
babayı Bulvara getirmiş. Nasıl gelinip, nasıl
gidileceğini öğretmiş. Sıkıldıkça, baba git, gez
diyor. Babanın yanıtı. “Oğlum, bızangal olmuş
dana kimin dolaşiler, nedim orda?” Amcanın,
bızangal dediğine, bizim oralarda bükelek derler.
Gövdesine kene yapışan sığır, sağa sola
koşturup durur. Sevdim amcanın ağzını. Dede
Korkut dilinden amcam gibi, boş dolaşmalara
Bulvarizm dedim diye sevindim
Benim öyle uydurmalarım vardır: Emek
vermeden, yan gelip yatmamıza yangeldizm
derdim. Devrimci özlemlerin kabardığı günlerde,
dikkatli davranmalarını söylediğimde,
çocuklarım karşı çıkardı. İşçi-köylü- aydın
gücüyle,tezden devrimin gerçekleşeceğini
umarlardı. Bana bakın, keşke olsa, devrimci
cephe/birlik olsa. Bu toplumun büyük çoğunluğu,
bulgurla karnını şişirdi mi, doydum
sanıyor. Onu uyandırmak, pek kolay dediğim
için Osman Bolulu’nun felsefesi bulgurizm’i
alaya alırdı çocuklarım.
145
5. Sanayi Bakanlığından Kovalanmak
Bunca yıllık öğretmenim, orta dereceli
okullarda yöneticilik yapmışım. Üstelik kamu
yönetimi uzmanı diplomam var. Elim kalem
tutuyor. İş bulabilirim sanıyorum.
Bir ay içinde 21 kapıyı çalmışım: Düşünelim.
Adresinizi bırakın size haber veririz, demişler.
Umut veren kapıları yokladığımda suratlar
asık, sözler soğuk.
Sanki biri arkamdan dolaşıyor, bana açılacak
kapılara kara kilit vuruyor. Umarım tükendi.
TÖDMF etkinlerinin birisinde konuşmuştum.
Konuk Sanayi Bakanı Muammer
Erten kutlamıştı. Ayaküstü tanışma. Ona gitsem
mi? Başka yol yok. Özel Kalemine gittim.
Bekletmeden içeri alındım. Hoş karşıladı. Milli
Eğitim bakanlığından ‘olur’ alındı. Sanayi Bakanlığı
Küçük Sanatlar Dairesi Başkanlığında
görevlendirildim.
İktidar değişti. Sanayi Bakanı Mehmet
Turgut. Ben TÖDMF yönetim kurulu üyesiydim.
TÖS’ün kurucu üyelerindendim.
4 Şubat 1964. Siirt Maden İrtibat Memuru
Muavinliğine atandığımı bildiren bir yazı. İlkokul
çıkışlı aşiret adamının buyruğuna girecek,
kamu yönetimi uzmanı adam. Onu geçelim.
Karşıt görüşlerin vuruşturulacağı, öldürümlerin
başlayacağı kokusu var havada. Yapabileceğim
efelik: ‘Beni siz değil, Süleyman bile
gönderemez”. diyerek istifa etmek..
Makal’a anlatmamışım:
146
İsmet Paşadan önce solcu olmak
Yalnız onlar mı? KE.lerini açan partinin
Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’e gitmiştim.
Beni gece yarısı telgrafıyla müdürlükten
aldığını kararın gerekçesi sayılan 17 nisan
Amasya olayının incelenmesini istemiştim.
Açığa alınmıştım. Ama Sanayi Bakanlığına
naklime ‘olur’ verilmişti. Çelişik bu uygulama.
Değiştirilmesi gerekir,demiştim. Hayır!...
Bakan sol’dan söz ediyor. Kanıtlayın öyleyse.
Hayır! Tartışma sürüyor. “KE.lerini açan
İsmet İnönü başbakan. Bu nasıl iş?”
- Zaman, o zaman değil, İsmet Paşa da, o
ismet Paşa değil.
- Bizim suçumuz, İsmet Paşadan önce
solcu olmak, mı? Bakın arkanızda Hasan Âli
Yücel’in fotoğrafı var. Onun koltuğunda oturuyorsunuz
.
- Ben, Hasan Âli yücel değilim.
- İstifa diye onurlu bir davranış vardır.
- Çık dışarı!
Bu acıların daniskasını, sen benden daha
iyi bilirsin Makal kardeş!
6. Örgütlerde barınamamak
Bizde örgütlerin yönetim kadrosu görüş,
anlayışı birbirinin tıpkısı insanlardan oluşur.
Muhalif üyesinin uyarıcılık yapacağı kabul
edilemez. Muhalif kusulur. Muhalif üye, örgütün
sağlıklı işleyiş dinamiğidir.
Örgütlerimiz, bu aşamada olamadıkları
için, siyasal parti disiplini kullanıyor. Onlara
147
benziyor.
Amaç aynıysa, doğrultunuz yanlış değilse,
kimi şeyleri sinenize çekeceksiniz. Yönetiminde
çekildiğim örgütler olmuştur. Olanı, olduğu
yere bırakmış, onlardan söz etmemişimdir. İnsanları
şaşırtan ortamda yaşananları karanlığa
itelemek en iyisi. Ha, bana bir şey yüklemek
isteyen çıkarsa, hesabımı vermeye hazırım.
7. 31 Mart hükümeti
Ecevit, çoğunluğu yitirince çekilmiş. AP,
iktidar olmuştu. Denizli denetimindeydik.
Grup başkanı, müfettişleri toplamış, yeni ME
Bakanına kutlama telgrafı çekilmesini itiyordu.
Giden bakanla tanışıklığım var. O, yeniden
bakan olsa, ona da telgraf çekmeye, kişi
olarak razı olmadığımı söyledim
Teftişten döndük ki Bedri Alogan Teftiş Kurulu
başkanı. Müfettişler odasına girdiğinde
dışarı çıktım. Onu kutlamadım. Niçin? O kişi,
Demokrat Parti iktidar olunca, ‘Komünistleri
ben temizlerim diyor. Pazarören Köy Enstitüsü
müdürü oluyor. İlk işi, bastonuyla İnönü
fotoğrafını delmek. Kendisine gelen imzasız
mektuplarla komünist avına girişiyor. Ama o
mektupların kendi daktilosuyla yazıldığı anlaşılıyor
sonra.
13 Haziran 1975’te 13 müfettiş, görevden
alındık. Başarısızmışız…
8.Vali Bozkurt
Sonradan Demirel’in senatörü. Valilikteki
148
tutumu, tarafı ile yüceleceği belli. Ama yerini
pekiştirmek için, bizleri Ankara içine kabul etmek
istemiyor. Sırtını nereye dayadığını açıklamaya
gerek yok.
Ben Bâlâ’nın Karaali kasabasına atanmıştım.
Bakanlık müfettişliğinden alınan kişi,
yasa gereği önceki görevine döndürülürdü.
Yönetim beni köy okuluna atamış.
Birkaç arkadaş Liman Lokantasında biraraya
geldik. Durumumuzu konuşuyor, haksızlıktan
söz ediyoruz. Yan masadan birisi kulak
kabartıyor. Yıllar sonra Ecevit’e geçecek,
şimdi Demirel’in muteber Ankara Milletvekili,
o kişi.
Arkadaşlara göz kırpıp, yüksek sesle konuşmaya
başladım: Arkadaşlar, ben bir imamın
oğluyum; dini bilirim, Cuma namazı kıldırabilirim.
Karaali’de branşımdan altı saat ders
var. Boş zamanlarımda camiye giderim, kahvelere
giderim, yakın köylere giderim. Yakında
seçim var. Bu haksızlığı anlatırım halka.
Biraz sonra, o kişiden yana döndüm.
- Size ve partinize dokunacak sözler ettik.
Ama haksızlığa uğrayan, elbet konuşur. Lütfen
hoş görünüz.
- O kadar üzülmeyin, yapılan yanlışsa düzeltilir.
Onun etkisi mi, yoksa yukarının kamuoyundan
çekinmesinden midir, Cebeci deposundan
çıkarılıp Ankara içi okullara atandık.
149
9. Açılamamış Yahyalar Ortaokulu tuzak
(*)
Henüz açılamamış Yahyalar Ortaokulu’na
atanmamın bir yanılgı olduğunu sanmıyorum.
Diktasını uygulamak isteyen siyasanın oyunlarına
şerbetliyimdir. Başka bir göreve atanan
kamu görevlisinin, yeni yerinde göreve başlaması
için 15 günlük mehil (işi bitimi işin bitirilmesi
için tanınan ek süre) müddeti vardır.
Aynı kent içinde ise, bir gün sonra yeni görevinize
başlamazsanız, görevden çekilmiş sayılırsınız
yasa gereği.
Oyuna gelmeyecektim. O nedenle mahalle
muhtarına, esnafa, çevre okullara gittim.
Okulun açılmadığına değgin tutanağı imzalattırdım.
Hastayım, beni hastaneye sevk edin
diye milli eğitim müdürlüğüne başvurum, resmi
bir belge daha elde edip, bana çevrilen silahı,
kendilerine doğrultmak içindi.
Müfettişlikten alınmadan önce denetlendiğim
okula atanmamı istedim. Hoşlarına gidecek,
orada ezileceğimi umacaklardı.
Milli eğitim Müdürü, sağa kaymış bir Köy
Enstitülüydü.
- İstediğiniz bir yer var mı? dedi dostluk
(*) Açılmamış Yahyalar Ortaokuluna atanma
olayını Ahmet Kahraman Politika gazetesinde yazdı.
Yazının başlığı: BİR ÖĞRETMENİN HAYALÎ NAKLİNİN
HİKÂYESİDİR.( 20 Eylül 1975) Demirel’in
yeğeni Yahya’nın ‘hayalî ihracatı’ gündemdeydi.
Ahmet Karaman. Ona gönderme yapmış.
150
gösterisinde.
- Kurtuluş Ortaokulu.
-En son teftiş ettiğiniz okul. Sıkıntılı olmaz
mı?
- Ben müfettişliği, bilinen anlamıyla yapmadım.
Rehberlik ettim. Kendimi gezgin öğretmen
saydım.
10. Şerefimizin iadesi
Gazi Çiftliği’nden İncesu Ortaokulu’na
naklimi, eşimle birilikte olmak için istemiştim.
“Karı-koca bir arada sıkıntı yaratır” diyenleri,
“Biz evde karı-kocayız. Görevde herkesin kişiliği
kendi üstüne” diye yanıtlardım. Okulda
çocuklarımız bize ‘öğretmenim’ derdi. Onların
bizim çocumuz olduğunu kimse bilmezdi.
13 Haziran 1975 günü İncesu’daki öğretmenler,
hemen her teneffüste:
-Nermin Hanım nasılsınız? Osman Bey
nasıl? diye soruyor.
- Ha anladım şimdi, diyerek karşılıyordu
onları, gazetede okumuşsunuz. Bizim için olağanüstü
bir şey yok. Kocamın şerefini iade etmişler
sadece. Teşekkür ediyorum, bize kötülük
yaptığını sananlara.
11. İrfan Ordusu
İrfan, Arapça’dan. Türkçe karşılığı bilme,
anlama, sezme, kültür. Eğitim görevlilerine, irfan
ordusu denirmiş.
Çağdaş eğitimciler Osmanlıca düşkünlerince
ayıklanmaya başladı ya, onlarla gırgır
151
geçmek için, irfan ordusuna kaydoldum demiştim.
Kahvecinin adı da irfan; nasıl da cuk
oturmuştu…
12 Eylül karabasanı, her şeyi suskuya kilitlemiş.
Vurgun, soygun, öldürüm, fuhuş vb.
lerinden başka her şey yasak. Okuduğunuz
gazete bile. Arkadaşlarımla buluşmak için
İrfan’ın kahvesine gidiyorum.
Herkes oyunda. Söz, sohbet uzun sürmüyor.
Suya tirit söyleşiye dayanamıyorum.
Pencere kenarıydı yerim. Bakışı geniş: Kızılay’ı
Cebeciye bağlayan anayol işlek, arabalar vızır
vızır. Cebeci Camisine uzanan bir ana yol
daha var, Ona, iki yanından birçok bağlanıyor.
İnsanlar akıyor her yana. Say ki insan sergeni...
Gazete okuma bittikten sonra, gelen gidene
bakarak, onları hallerinden nitelendirir,
kişilikleri üstüne kendimce yorum yapardım.
Kıl kuyruklar vardır, sizinle yüz yüzeyken
ağızlarından bal akar. Öbür uça vardıklarında
ise, sizin hakkınızda verip veriştirirler. Bir
çayınıza bin teşekkür sunarlar. Onlardan biri
camekânda beni gördü. Sağı solu kolladı. Sonra
gelip yanıma oturdu. Çay ısmarladım ya:
- Senin gibi değerli adama haksızlık ettiler.
Buralarda boş boş oturuyorsun.
O, tuvalete gidince küçük bir kâğıda TOLET
yazıp, uyduruk fötrüne iliştirdim. Kalktı.
Kapının dışına değin yolcu ediyorum. Karşı
camda TOLET yazılı.
- Görüyor musun o yazıyı. TOLET kiralık
demek. Şapkanı çıkar bak, onda ne var? Ulan,
152
ben boş değilim, düşünüyorum.
12. Müfettişliğe döndüm
Kurtuluş Ortaokulu’nda 13.10.1975’te göreve
başladım. Danıştay, müfettişlikten alınışıma
karşı verdiğim dilekçeyi kabul etmiş ve
yürütmeyi durdurma kararı vermişti. MEB’nin
kararı uygulamayacağını görünce, 06.04.1976
‘da isteğimle emekli oldum. Kurtuluş ortaokulunu
teftiş ettiğimde beni sevgi ve saygıyla
karşılamışlardı. Emekli olurken aynı duygularla
yolcu ettiler: O arkadaşlarımı saygıyla
anıyorum.
İktidar değişti Danıştay kararı uygulandı.
1.sınıf bakanlık müffettişi olarak (24.02.1978)
göreve başladım. 27.07.1978’de başmüfettişliğe
yükseltildim. 26.02.1979’da da müşavir
müfettişliğe. 10.11.1980 ‘de Teftiş Kurulu
Başkan Yardımcılığına atandım. Ben yönetimi
sevmedim. Onlar da beni içine sindiremiyordu.
08.12.1980’de isteğimle başkan yardımcılığından
çekildim.12 Eylül karabasanı beni
kıymadan 08.12.1980’de isteğimle emekli oldum.
Teftiş Kurulu inceleme üyeliği ve Bakanlık
Müfettişleri Derneği Başkanlığı da yapmıştım
153
 
 

43

Yine Mahmut Makal’dan
 
Amasya’nın Saraydüzü semtinde Mustafa
Kemal’in Kurtuluş plan ve stratejisini hazırladığı
yere, kimsenin içeriye alınmaması ve gizli
olmasından dolayı ‘Karanlık Oda’ denmiştir.
“Amasya’da ‘Karanlık Oda’nın yerine dikilecek
anıtın Kurtuluş Savaşı ruhunu yansıtır
olması konusunda heykeltıraşı bilgilendirmek
için İstanbul’a gönderilmiştim, 1962’nin
başlarında. Oraya varmışken, hocam Enver
Kartekin’i de ziyaret edeyim, dedim: Kendisi
Makine Fakültesi’nin sekreteri idi o zamanlar.
Enver Bey’in odasında birkaç profesör de
vardı. 1960 ihtilal hükümetinin hazırlattığı ‘İlköğretim
Yasası’ndan söz açıldı. Prof. Civaoğlu
yasayı savunuyordu. Ben eksikleri üstüne
bastırdım. İlköğretimin içinden geldiğim için
yasanın boşlukları, uygulanamazlığı üstüne
bilime, mantığa dayalı savlarda bulundum.
Hocalar, diretemediler. Öğretmenim Enver
Kartekin:
-Biz Köy Enstitüleri’nde işte böyle gençler
yetiştirdik, deyince, orada bulunan bastı bacak
biri, Köy Enstitüleri üstüne çok amiyane
şeyler söylemeye başladı. Öyle bir ağız ki,
edepli DP bucak başkanı bile söylemezdi böylesini
kolay kolay.
Anladım ki, bu adama bilimden, mantık154
tan söz etmek, para etmeyecek:
- Köy Enstitülerini gördünüz mü? Hakkında
yazılanları okudunuz mu? Gereken incelemeleri
yaptınız mı? diye sorduklarıma yanıt
vermekten çok, mugalata yollarını kullanıyor
adam. Meğer profesörmüş de… Baktım akıl
yolu sökmüyor:
- Adınız neydi beyefendi dedim, söyledi.
- Ha, o adam siz miydiniz?
- Ne olmuş? Ne demek istiyorsunuz?
- Fakültenin bahçesinden geçerken dinledim.
Öğrenciler sizin ananızdan söz ediyorlardı.
Şey…
Adam bir kükredi. Şöyle bir gözüyle benim
gövdemle kendisininkini ölçtü. Vurmaya niyetlendiği
tokattan vazgeçti.
- Sakin olun beyefendi, dedim. Ben böyle
bir şey duymadım. İftiranın, yalanın insan üzerindeki
tepkisini, size somut olarak göstermek
istedim. Sizin gibiler bize 25 yıldır sövüyor, iftira
ediyorsunuz. Biz, bu denli ilkel tepki göstermiyoruz.
Çünkü yaptığımızın doğruluğuna
inanıyoruz. Siz, Cumhuriyet Türkiye’sinde
profesör olacakınız. Hem de pozitif bilimlere
dayalı bir fakültede öğretim üyeliği yapacaksınız.
Mahalle karısı ağzıyla, hiçbir veriye, bilime,
mantığa dayanmayan şeyleri sıralayacaksınız.
Size yazık demiyorum. Partilerin ocak,
bucak başkanlarını, sizinle birlikte bağışlamak
istiyorum.”
Ben kulaktan dolma bilgilerle yargı biçenlere
‘nakliyeci aydın’ derim. Onlar kavala
155
benzer, kavalın ağzından ne üflenmişse ona
göredir ezgileri de. Bu olayı ‘Nakliyeci Aydınlar’
başlığıyla yazdığı için teşekkür ediyorum
Makal’a
Kaynak: Faust’un Dediği:M.Makal,1990
basısı,s.135-136. Bozkırdaki Kıvılcım: M.Makal,
1992 basısı,s.47,48.
Bu olayın (19.6.201o: 4:7 ) internete aktarıldığını
gördüm. Benim unuttuğum bir fotoğrafım
da eklenmişti yazıya. Yeniden Köy Enstitüleri, ‘Osman
Bolulu Anlatıyor’ başlığı altında internete
koymuşlardı.İietiyi.
156
 
 

44

Açıklar Livası (*)
 
Sınavla girdiğim Türkiye ve Orta Doğu Amme
İdaresi Enstitüsünü bitirmişim( 31.07.1964).
Kamu yönetimi uzmanı olmuşum. Geçin eski
grevime dönmeyi, açıktayım.
Karı koca açıktayız
Eylül ortalarıydı. Eve vardım ki, çocuklar
okula gitmemiş. Sordum Nermin’e, hasta
olduklarını söyledi Öteki odadan taşıp gelen
sesleri, onların, kedi yavruları gibi alt alta üst
üste oynadığını söylüyordu.
Anladım, ayakkabıları giyilecek durumda
değil. Hiç elimden çıkarmak istemediğim kitaplardan
birkaçını kaptığım gibi, Süngübayırı
sokaktan anayola yuvarlandım, dolmuşla
Kızılay’a, sonra Kocabeyoğlu Pasajı’nın alt katında,
vaktiyle dergisinde yazdığım Aydın Sami
Güneyçal, kitapçı: Alır da satar da. Koltuğumun
altındaki kitaplar 30-40 liradan aşağıya
verilmezdi. O da yeterdi, üç çocuğun ayağını
giydirmeye. Aydın, ‘Hoca yabancı değilsin,75
nasıl?’ ‘İnsaf et be Aydın, 100 versen, zarar
mı edersin?’ 100 lira cebimde, evin yolunu tuttum.
Çocukları alıp, indim Cebeci Postanesinin
önüne. Oradan Demirlibahçe’ye giren sokağın
( Açıklar livası: İşinden atılmış, işsiz güçsüz
kimse).
157
başında, bir ayakkabıcı vardı. Üçüne, kışın da
giyebileceklerinden aldık. Sevinçle yola koyulduk.
“Durun” dedim. Ellerine birer çikolata,
ceplerine de para. İlk kez kanat çırpan kuşlar
gibi uçtular. Yavrularının ilk kanat vuruşunu
gören ana kuş örneği, çırpınıyordu yüreğim.
Dünyayı ıslatan, beni yıkayan gözyaşları
Anayol kıyısına çöküvermişim. Şakır şakır
bir yağmur. Başım iki elimin arasında, hüngür
hüngür ağlıyorum. Dünyayı sarsan çağıldama,
sel seylap, yeğin yağmurdan mıydı? Gözlerimden
akan yaşlardan mıydı? Acayip bir titreme,
içinden-dışından acayip bir ıslanma! Acılarımdan,
densizliğimden ayıyor muydum? Hatalarımı
hatırlatan, aklımı başıma devşiren bir
yunaktı, o rüzgârla savrulan, iliklerimi ıslatan
yağmur.
Densiz baba
Evlenmeden önce çocuğumu olur mu olmaz
mı diye doktora gitmiştim. Çocuğum olmayacaksa
evlenmeyi düşünmüyordum. Çocuksuz
dünya, çiçeksiz dünyadır. Çocuklarım için
yüreği söküp verebilirdim. Peki ne yapmıştım
ben? Eşimi iş siz kalmasına neden olan bendim.
Şimdi, öğrenciliğimde ekmeğimi satarak
edindiğim kitapları satarak, onları doyurmaya
çalışıyorum.
Bir kitap: Can simidi
YARDIMCI TÜRKÇE YARDIMCI BİLGİLERİ
adlı kitabımı (1964, 4.bası), parası sonra öden158
mek üzere, Ankara Ajans-Türk Matbaasında
bastırdım (5.000) Okulların dizelgesini edindim.
Her okulun Türkçe öğretmenine, örnek
bir kitapla, kısacık bir mektup. İstek yağıyor.
Postaneden para alırken, havale memuru beni
büyük bir yayınevi sahibi sanıyor. Ajans Türk’e
borcumu ödedim. Bu kez ‘Şemalarla Dilbilgisi
Özeti’ adlı bir kitap bastırdım.
Kalemimi kılıç yapacaktım (!)
Öğretmenliğe dönemezsem, gazetelerde çalışırdım.
Gazete yazarlığına heveslenmiştim.
Bir süre yazdım da. Aklım sıra düzenle kavga
edecek, bana yaptıklarının acısını çıkaracaktım.
Benim gibi başına buyruklara değildi, o
iş. Olmadı.
Çocuklar, çocuklar
Ankara-Yenişehir, Yeşilırmak Sokaktan geçiyorum,
okulların yeni öğretim yılına başladığı
gün. Minik insanlık çiçekleri, baharı yaşayan
doğa gibi cıvıl cıvıl, çiçekli. Sevdiğine koşan
kız gibi sekiyorlar. Onlara dalmışım. Başımı
kaldırdığımda kendimi duvara kapanmış, ağlar
buldum. Ağlayan dede-amcayı merak eden
merak eden miniklere aldırmadan ağladım ağladım.
Gözlerimden yitmiştim
Beni ağlatan acı çocukluk günlerimden
1941’ den katran karası, sancılı bir tablo
depreştirdi.
Savaş yılları, bir ağabeyim öldürülmüş, iki
159
ağabeyim askerde.Babam 65 yaşında. 200 lira
salma parası isteniyor. O zaman öğretmenimizin
maaşı 41 lira 25 kuruştu. Yokluk diz boyunu
aşmış.
Öğretmenimiz kentli. Başarılı görünerek,
köyden kente gitmeyi düşlüyor olmalı: Bizi, 23
Nisan’a hazırlayacak: 1,2,3. sınıfların başında
tek şeritli; 4 ve 5. sınıflarınki çift şeritli izci şapkası
olacak. Ayağımızda beyaz lastik ayakkabı;
bacağımızda kısa lacivert pantolon, eğnimizde
ak gömlek olacak.
Anam beceriklidir: Ağabeylerimden kalan
kara pantolondan, kısa bir pantolon uydurmuş.
Tarlamızın pamuğundan ak gömlek.
Ayakkabı ve şapkayı da, sanırım ekmeklik
buğday satarak almışlardı.
Herkesten önce, uçarak okula gittim. Öğretmen
kimi zaman, dersi bana anlattırırdı ya
da küçük sınıfların başına gönderirdi.
- Gel bakalım tahtaya, deyince, yine öyle
yapacak sandım.
İri adımlarla yürüdüm tahtaya.
- Şuna bakın, bu ne rezalet! Böyle olanları
bayrama almam, mezun da etmem.
Dünya yitti. Zifirî bir karanlık, yerimi bulamayacağım.
Ş. kızla yan yana oturduğumuz
sıraya gitmedim. Arkada bir sıraya sıvıştım.
Yanyana durduğum o kız, bir ev resmi yapardı.
İki penceresinin birinde kız başı, ötekisinde
oğlan. Kız resminin altında kendi numarası,
oğlanınkinin altında benim numaram.
Acemi işlenmiş bir mendil vermişti bana. Koynumda
saklardım. Geceleri de koynumdaydı
160
mendil. Beni ısıtırdı.
Kızla yan yanalığımız, birbirine abanıktı.
Dirseğim domurmaya başlayan turunçlarına
değdiğinde, ateş basardı beni. Erkek bir kartal
olur, dağların doruğundaki yüce kayalardan
bakardım dünyaya.
O kızın yüzüne bakamadım ömrüm boyunca.
Gözlerimden yitmiştim.
O öğretmen gibi olmayacaktım. Öğrencileri
acıtmayacaktım.O kişiye ‘kabuk aydını’ demiştim.
Yazdım da sonra.
Ama bağışlıyorum onu. Öğretmenlik tohumu
atmıştı beynime…
Yunus’layın okul dışı kalmak bir başka dışta
kalışı hatırlattı
Yunus Koca düştü aklıma: Taptuk Emre,
Yunus’un eylediği eğri odunları beğenmemiş.
Sille tokat Yunus Emre’yi dışarı atmış. Yunus
Baba ayınca bakmış ki ayağı dışarıda, başı içeride:
“Ohh demiş başım içeride kalmış.”
Ne denli acısını çeksem, ne denli kovalansam
da, başım eğitim kapısının içinde. Öğretmenlik
yapmazsam, ömrümce mutsuz olacağım.
Cemal Aga (*)
Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel, Tunalı Hilmi
Caddesindeki evimizin önünden geçerdi
kimi zaman, üst açık bir arabayla. Çocuklarımla
selam dururduk. Gülümseyerek el sallardı
bize.
Cemal Aga’yı ulusal kimlikli, ince yürek161
li ve burnu büyük olmayan kişiliğinden ötürü
çok sevmişim. İnsan gibi insan olmasına
karşın, değerinin bilinmemesine yazıklanmışımdır.
Ona bir mektup yazdım. İçine eşim,
çocuklarımla birilikte çekilmiş fotoğrafımızı da
koymuştum.
Kısa bir süre sonra Köşk’ten gönderilen
bir arabayla bizi aldılar. Özel Kalem Müdürü
Galip Balkar (Büyük Elçi iken Asala öldürdü.)
bizi dinledi. Görevimize döndürülmek için gereğinin
yapılacağını söyledi.
Nermin, Haymana Ortaokulu’na atandı. O
bile yeterdi bize. Milli eğitime göre, asıl suçlu
benim ya, bir yıl daha süründürdüler beni.
(*) Cemal Gürsel’e ‘aga’ deyişim, onu önemsememekten
değil, ‘aga’nın, Kök Türkçedeki anlamından
ötürüdür.
2011 yılındaki Türkiye, bana ‘darbeci başı’ diye
anılan Cemal Gürsel’i düşündürdü. Onun insanlığını
sergileyen bir yazıyı, gönderdiğim dergi yazımı
yayınlayamadı. Günümüzdeki gidişten rahatsızlığımın,
kanıtı olmalı.
{ Bu bölüm ‘Bir Gülün Aydınlığında’ (Kanguru
Y.Temmuz 2011) kitabımdan aktarılmıştır.}
162
 
 

45

Ya Öğretmenliğin Denilirse?
 
Öğrencilerime İNSANLIĞIN SOLMAZ GÜLLERİ
demişim. Bu adla yayınlanan kitapta
(Yargıcı Matbaası.2000) belleğimde kalanla
yazdığım anıları 29 başlık altında anlatmıştım.
Aynı kitabın Kültür Bakanlığı baskısında
(2002) konu başlığı 50’ye çıktı
Öğrencilerim aradığında: “Beni, nereden,
neyle anımsıyorsun” diye sorardım. Çünkü, en
uzun görev yaptığım yerde ancak üç yıl kalabilmiştim
Arayan öğrenci sayısı arttı. Üçüncü
baskı daha oylumlu olacak. Uzun etmeyeyim.
O kitabın Kültür Bakanlığı baskısının önsözünü
aktarmakla yetineyim.
İşte önsöz:
Kim, Kimden Çekindi?
“ Değişik yerlerde binlerce öğrenciyle yaşanmış,
çalkantılı bir hayatın içinden çekilmiş
anılardır bu kitaptakiler. Kendimi soyutlamadım
yazdıklarımdan. Çünkü onları yaşayan
üzüncü, erinciyle duyumsayan bendim. Edimlerimin
psikolojik temelleri, koşulları ve ortamı
bilinmeliydi ki, anlatım somutuna otursun,
gerçekliğinden soyunmasın. Eksikliklerimi de
söylemezsem, inandırıcılığı azalırdı. Böyle bir
tutumla yazdım anılarımı.
Meslek yaşamımdan, öğrencilerime ilişkin
anılarımı seçerken, içinden geçtiğim yılların
kesitlerine, kıyısından köşesinden değindim.
163
Bu anıların tabanında toplumun kısık fotoğrafları
(enstantaneleri), iyi niyetleriyle öğretmen
Osman Bolulu da olacaktı elbet. İstedim
ki, okur, olumsuz örneklerden, neyin olmayacağını
çıkarsın; olumlusundan güzellik payı
alsın.
Peki, anılarım buradakiler kadar mı? Hayır!
Ama yazmak, ayıklama, anlatım bir tür
söz mimarisidir. Konunuzun sınırlarını aşmayacaksınız.
Sözü çekip çevireceksiniz. Eğitime
ilişkin olmayandan sakınmalıydım.
Anılarımda, tam anlamıyla, nesnel olabildim
mi? Sanmam. Günü gününe titiz notlarınız
yoksa, anılarınızın gömüsü belleğinizdir.
İnsan belleği bencildir: Kişinin kirli çamaşırlarını
sarkıtmaz penceresinden, allı pullularını
asar. Ben de öyle yapmış olabilirim. Bellek
bencildir dedimse de, kişi olarak bencillikten
uzak durmaya çalışır, kişilerin onuruna saygımı
korurum. O nedenle yer adlarını, kişi
adlarını açık açık yazmadım. Ola ki birilerini
incitirdim. İnsanoğlunu eğitmek için elli yıl çabalamış
bir adama da böylesi yakışırdı.
Beni yürekli, dik adam olarak niteler çevrem.
Bu anılardaki atak tavra bakarak, siz de
onlar gibi yanılmayın! İnsanlık değerlerinin
hiçlendiği, ulusal değerlerin kağşatıldığı, yalanın,
saptırmacanın egemen kılınmaya çalışıldığı
zaman ayaklanmış, zulme karşı durmaya
çalışmışımdır:
İnsanlık ödevimi aksatmamak, sorumluluk
bilincimi korumak için. Çünkü o ödev duygusunu,
sorumluluk bilincini bana kazandıran
164
insanlıktı, ulusumdu. Onlara borcumu ödemek
zorundaydım. Yoksa, öyle yiğitlik, ne gezer
bende?
İnsanlıktan çekinmişimdir, ulusumdan
çekinmişimdir. Onlara saygıda kusur etmek,
neredeyse korkuya dönüşmüştür bende. Sınıfa
girişte, toplum karşısına çıktığımda hep
içimde oldu bu korku. O korudu beni başına
buyruk, ötekisiz yaşamaktan. Tek değilim diyerek
tek’in özgürlüğünü yaşayamadım enine
boyuna. Saydıklarıma tutsak, siz isterseniz
buna saygılı deyin öyle bir adamdım.
Öğrencilerimden bile çekinirdim. Onlar
güçlenerek büyüyecek, bense yaşlanarak
edimsizliğe, etkisizliğe düşecektim. Yarın, benden
hesap sorabilirlerdi. Onlarla aynı masada
otururken, gözlerinin içine bir çift süngü
bakabilecek yüzüm olmalı ilkesine bağlandım,
öyle davrandım.
Meslek alışkanlığı ve gereğiyle, öğretmenler,
biraz buyurgan tavırlıdır, üstten atar. Tamı
tamına bundan arındığımı sanmıyorum. O nedenle,
öğrencilerim benden çekindiyse, onları
biraz aldatmış sayılırım.
‘Sınıfa tek kafayla girersiniz ama karşınızda
en az 30-40 kafa vardır. Her şeyinizle, elinizi
pantolon cebine sokuşunuza varıncaya değin,
denetim altında olduğunuzu unutmayın!
Çocukları yargılarken, onların yaşındayken,
kendinizin ne olduğunu unutmadan muamele
edin öğrencilere’ diyen Mustafa Nihat özön öğretmenimdi.
Onun bu sözleri, dört yıllık meslek
bilgisi öğreniminden daha boyutlu ve kavratı165
cıydı. O, benim eğitbilim akademimdi. Yalnızca
öyle mi? Nesnel metin inceleme yöntemini,
uz düşünme disiplinini de ondan aldım.
Bu anılarınmı okuyan öğrencilerim, yazılandan
hoşlanırlarsa, ona teşekkür etsinler.
Eksikleri benim hesabıma yazsınlar.
Anlattıklarım genellikle olumlu havada görünüyor.
Olumsuzunu yaşamadım mı? Öfkelenmedim,
darılmadım, yakınmadım mı hiç?
Eksikliğim yok muydu? Dört dörtlük bir öğretmen
miydim? Yok canım sen de! Yanlışlarım
dağlardan yüce. Ne yazık ki onları silemem
artık. Bu yaşta, bu anlayışta öğretmen olmalıymışım
diye hayıflanmıyorum. Geriye dönüşe,
doğa yasası izin vermez ki. Yazdıklarımdan
birileri birkaç olumlu kırıntı elde edebilir mi
umusu benimki.
Anılarda insanlara olumlu bakışım, inadına,
bilinçli. Öğrenimimin büyük bölümü dayağı,
tehditi, aşağılamayı eğitim aracı sayan
süreçte geçti. Anadolu, binlerce savaşın, vurgunun,
yılgının yaşandığı yer. İnsanı sinikleştirilmiş.
Ama burası bir kültür gömüsü, insanlık
değerlerinin harman olduğu barışık bir
coğrafya. Önünü açtınız mıtansık (mucize)
yaratabildiğine Mustafa Kemal hareketi
örnektir. Onun çocuğu olarak olaylara,
durumlara olumlusundan yaklaşmak, umut
pencerelerini ışıklı tutmak görevimdi benim.”
{ İnsanlığın Solmaz Gülleri, Kültür
Bak.Y.2002, s.1-4}
166
 
 

46

Birkaç Alıntı
 
(İnsanlığın Solmaz Gülleri’nden)
1. Değerlerimizi Harcayanlara selam (!)
24 Kasım 2001, gece yarısı telefon çaldı:
Reşadiye’den Temel Özcan arıyor:
- Öğretmenim, öğretmenler gününüzü
kutluyorum. Sizin ve annemin (Annem dediği
eşim/öğretmen Nermin Bolulu) ellerinden
öperim.
- Teşekkür ederim Temel. Nasılsın?
- Bugün,öğretmenler günü, ilçenin bütün
erkânıyla kutlandı. Ben sizi anlattım.
-Ne dedin?
Temel anlatıyor:
“Osman Bolulu Öğretmenimiz, dersine vaktinde
girer, vaktinde çıkardı. Bir gün gecikmişti.
Saatine baktı : “On üç dakika geciktim. Özür dilerim”
dedi. Sonra ekledi: Ben ayda üç yüz lira
maaş, otuz altı lira da ek ders ücreti alıyorum.
Ayda doksan altı saat derse giriyorum. Hesaplayın
bakayım, bir saate ne düşüyor.Ödeyeceğim.
Onunla sınıf kitaplığına kitap alacaksınız.”
“Olmaz öğretmenim “dedik. “Beni borçlu
bırakmaya hakkınız yok” diye diklendi. “Dersin
hepsi gitmedi. Öyleyse on beş dakikanın
parasını ödeyin” önerisinde bulunduk. “Hayır!
Gedikli namus olmayacağı gibi, eksikli hizmet
de olmaz” deyip bir saatin karşılığı parayı sınıf
başkanına verdi. Ondan sonra normal dersimi167
ze devam ettik.
Konuşmamı, şu sözlerle bitirdim: ‘Bizim kırk
altı yıl önceki öğretmenimiz böyleydi. Böyle öğretmenler
yetiştirdi bizi. Adaletli, esenlikli bir
yurt ve yönetim bekledik. Türkiye’nin değerlerini
heder edenlere selam, öğretmenime saygılar.
Selamımın anlamını anlıyorsunuz ya!..”
(*) Temelin bu konuşması Reşadiye ve Tokat
gazetelerinde yayınlanmış. Kesiğini gönderdi
bana.
2. Ne Çok Yendiniz Beni Masa Tenisinde
Yapmasaydım diye düşündüklerimden birisi,
bir müdürün tafrasına öfkelendiğim için,
müdürlük isteğinde bulunmak. Hemen de kabul
edildi: 26 Kasım 1956, Taşova Ortaokulu
müdürüyüm. Önceki müdür, yönetim yetersizliğinden
alınmış. Okul, altı ay, stajyer öğretmenin
vekilliğiyle işlemiş. Öğrenci, başıboşluğu
alışkanlık edinmiş.
Bahçeye voleybol, basketbol sahası açtırıyorum.
Öğrencileri yönetime katıyorum. Salona
pinpong masaları konulmuş.
Gündüzleri müdür; geceleri kollukçu: Sokaklarda
öğrenci izliyor, evlere kadar uzanıyorum.
Ama o delişmen yaştaki çocukları birden
bire disipline etmek, okula ısındırmak için, ne
kadar birikimim var, ustalığımın derecesi ne?
Son dersten sonra, öğrencileri evine bırakmayıp
okulu okuma odasına çevirmek, spor etkinlikleri,
öteki sosyal etkinlikler, hemen dü168
zenli gidişe çeviremiyor başıbozukluğu.
İşler, gide gide rayına oturuyor, ama günlendir,
aylardır ayakta, dolaylı didişmede olmak,
sinirlerimi germiş, öğrencilere karşı hayli
sertleşmişim. Hırpaladıklarım olmuş. Çocuklardaki
kırıklığı, nasıl onarabilirim? Masa tenisinin
dakikası kırk para. Kim yenilirse, o
ödüyor dakikaların parasını. Hırpaladıklarımı
seçiyor, onlarla masa tenisi oynayıp yeniliyorum.
Biliyorum ki, içlerinden “Sen beni hırpaladınsa,
ben de seni yendim, para ödettirdim
ya” diyorlardır. “Aferin sana! Bak beceriklisin.
Öteki tutum ve davranışlarında aynı özeni
gösterirsen,başaramayacağın iş olmaz.” sözlerinden
sonra omuzlarını okşayınca, öyle dikine
yürürlerdi ki, meydan savaşı kazanmışçasına.
Ey, yılların ötesinde kalan insanlık çiçekleri,
ne çok yendiniz beni masa tenisinde… Helâl
olsun sizlere!
3. Sorumluluk Bana Ait
Taşova Ortaokulu bitirme sınavı başlayacak:
Sorular, yanıtları, görevliler hazır. Saati
gelmiş. Bakanlık müfettişlerinden ikisi damlıyor
okula. Saatlerine bakıyorlar:
-Sınav saati gelmedi mi?
-Geldi.
-Sorular, yanıtları hazır mı?
- Hazır, deyip kapalı zarf içinde sunuyoruz.
- Oooh, çaylar, kahveler! Neyi bekliyorsunuz
öyleyse?
169
- Efendim, komşu köyden gelecek üç öğrencimiz
var.
- Sınavın tarihini, saatini ilan etmediniz
mi, öğrenciler bilmiyorlar mı?
-Bilirler tabii. Yolda olmalılar. Onları aldırmak
için cip gönderdim.
-Sınav yönetmeliğinden haberiniz var mı?
-Var müfettiş bey, satırı satırına bilirim
-Öyleyse, neyi bekliyorsunuz müdür bey?
-Efendim, en ince ayrıntısına kadar düzeneklenmiş
makineler bile hata yapar. O çocuklar,
yıllardır köyden gelip gittiler, hiç aksatmadılar.
Bir aksaklık için, onları mahrum etmek
istemiyoruz.
-Akrabanız mı o çocuklar, yoksa başka bir
şey mi var? Kişilerin hatırı için sınav geciktirilemez.
Hemen başlayınız. Yoksa işlem yapmak
zorundayız.
-Yapınız, göreviniz. Ama lütfen dinleyiniz:
Onlar haziran döneminde okulu bitiremezlerse,
bu yıl yatılı meslek okullarına giremezler.
-Vaktinde gelselerdi efendim.
-Onlar eşya değil, insan! Bir engel söz konusu
olamaz mı?
-Sizin bir ilişkiniz var galiba.
-‘Galiba’ ile yargı belirtemezsiniz beyefendi.
İlişkiye gelince; onlar da Türkiye’li ben de
Türkiye’liyim. Onlar da köylü, ben de köylüyüm,
Bilirim köy koşullarını, köylü alışkanlığını.
Bu yılı yitirdiler mi, onları tarlaya sokarlarsa,
bir daha çıkarmazlar… Bu kadar emek,
boşa mı gitsin? O köy hayatı, verdiklerimizi
de, birkaç yılda sıfırlar. Daha önemlisi, onla170
rın öğretmeniyim. Öğretmen ana baba demektir
bence. İnsan çocuğunu, küçük bir aksama
için feda eder mi?
-Bilecenliğin gereği yok. Sınavı başlatınız
hemen!
-Hiç kimse, sınavı başlatamaz, sorumluluğu
bana.
Öğretmenler huzursuz; müfettişler haydi
deseler, kalkacaklar. Müfettişler soru yanıt
zarflarını alıp müdür yardımcısının odasına
geçiyor, soru ve yanıtlarını incelemeye başlıyorlar.
O arada, telaş içinde geliyor öğrenciler.
Sınavı başlatıyoruz. Sınav salonunda, o üç öğrenicinin
çevresinden ayrılmıyorlar.
-Sınav kâğıtlarının incelenmesinde, bizimle
birlikte olmanızı rica etsem müfettiş beyler!
Tarafsız davranıp davranmadığımıza bakar,
gerekiyorsa, bize yol gösterirsiniz.
O üç öğrenci, haziran döneminde, iyi dereceyle
okulu bitirdi. İkisi ilköğretmen okuluna,
birisi ziraat meslek lisesine girdi. Emekli
olmuşlardır belki. Bana verilen ‘ihtar’, hangi
arşivin tozlarına gömülmüştür. Arayan soran
olamaz; çünkü yirmi bir yıldır emekliyim.
4. Ellinci Aptal
Ortaya yönelmiş yaşına, esmer güzelliği
yakışmış, ciddi giyimli bir hanımefendi. Ne çağırıcı
bakıyor öyle? Gözünden fışkırıyor iç güzelliği.
Bu gül omcası gözler, başka türlü ba171
kamaz benim gibi yaşlıya. Çağımız mı bizim?
Gözümün açısını değiştiriyorum. Uzaklaşmıştır
düşüncesiyle başımı çeviriyorum ki, yönü
bana. Gelip kucaklamasın mı?
-Öğretmenim, öğretmenim, diyor, sımsıkı
sarılmış.
-Kız Yasemin, sen misin?
Teknik öğrenim görmüş, bir kamu kuruluşunda
yöneticiymiş.
-Nasıl, dedim, benim öğretmenliğim gibi
sert mi, senin yöneticiliğin?
-Yok öğretmenim, ‘Ellinci Aptal’ı oynuyorum,
sevilen, sayılan bir yöneticiyim, yumuşak.
‘Bayan Hoşgörür’ derler bana. Kural dışına
çıkarlar azıtırlarsa, işte orada size benzerim.
Ellinci Aptal bendim. Neden mi, Nasıl mı?
Dersin bitiminde gelecek konuyu verir,
daha sonraki derste, eskisiyle yenisi arasında
bağlantı kurarak işlerdim konuları. Sınıfa girdim:
Günün tarihi, dersin, öğretmenin adı yazılmış
karatahtaya, konu karşısına da “Konu
belli değil.” Ya unutkanlığıma iğne batırmak
istiyorlar ya da muziplik. Bir gözleri tahtada,
ötekisi bende; ne yapacağım? Konuyu vermeden
sınıftan çıkmış olabileceğimi sanmıyorum.
Çünkü hiç atlamamışım, o güne değin.Kendime
güvenin ötesinde, biraz da asabi zamanıma
rastlamış olmalı ki, tahtaya “Konu belli değil
deme, konu belli / Bu sınıfta aptalın sayısı
elli” yazıp çıktım kürsüye. Derse başlayacağım
sırada, havada narin bir parmak.
-Ne o, bir şey mi diyeceksin?
172
- Öğretmenim, biz bugün kırk dokuz kişiyiz,
ellincisi kim?
Sınıfı, gözümle tarar, tamam görünüyorsa,
‘yoklama’ ile zaman yitirmez, hemen konuya
girerdim. Göz kararım, yanıltmış; arka sıradaki
iki delikanlı yayılarak oturmuş da…
-Mürekkepli bir kalem al gel buraya kızım.
Bilirler dobra sözlere darılmadığımı, hatta
hoşlandığımı. Ama yine de çekinik adımlarla
geliyor kızımız. Sınıfın meraklı gözleri ikimizde.
Not defterini uzattım:
- Bul numaranı, sözlü notu olarak ‘on numara’
at bakayım.
İtiraz mırıltıları.
-Mırıldanmayın, kim ne diyecekse, kalksın
söylesin. Belli ki, ellinci aptal benim. Doğru
söze hacı emminiz, bir şey demeyeceği gibi,
Osman emminizin de bir şey söylemeye hakkı
olamaz. O, ağır kaçan sözümün yanıtını aldım,
hak etmiştim. Görevim, size kitaplardaki konuları
öğretmek değil sadece: Bildiğini, dosdoğru
söyleyen, hakkını koruyan insan olacaksınız.
Yasaklarla dolu, korkuyla sınırlanmış yerde
gerçeklerin geçerliği olamaz.
- Ama hocam, ne bildi ki?
- Daha ne bilsin? Öğretmenin, düşünüş,
söyleyiş açığını yakaladı. Sözü, yerine cuk
oturttu. Siz de yakalayın öğretmenin, düşünce
ve söz boşluğunu, size de vereyim on numarayı.
Ben anadili öğretmeniyim. Bu ders, sadece
dili kuralına uygun kullanma alışkanlık ve
becerisini kazandırmak için yapılmaz. Anadili
dersleri, bir düşünüş eğitimidir. Güzel kızım
173
sana teşekkür ediyorum.
5. Allah Cezanı Versin Osman Bey
Askerlik dönüşü (Aralık 1961) Amasya Kız
Enstitüsü Türkçe öğretmenliğine atanmışım.
İlk kez derse giriyorum. Benden önceki nakış
dersiymiş. Bohçaların kimi masaların üstünde
kimisi sıraların gözünden taşıyor.
- Çıkarın işlemelerinizi, çevirin arka yüzlerini!
- Bu saatte Türkçe vardı.
- Olsun, Türkçe dersi de yapacağız çoook!
İşlemelerin ters yüzüne bakıyor, sahibinin
adını, numarasını sorup, onlara söylemeden
not atıyorum. Ne yaptığımı sezenler var, fısıldaşıyor,
‘Ne oluyor?’ gibisinden bakıyorlar.
-Bunlar Türkçe notu değil, ders yapmadım
ki not vereyim. Bu yazdıklarımı bir zarfa koyup
saklayacağım. Bir iki ay sonra, kompozisyon
notlarınızla karşılaştıracağız. Birlikte, bir
ders çıkaracağız bu işlemden.
-Haa, hatırlatayım. Kompozisyon sözcüğünün
okullardaki anlamı; öğrencilere duygu
ve tasarımlarını sıraya koyup açık, etkili
bir biçimde anlatmalarını öğretmek amacını
güden yazılı anlatım çalışması. Genel anlamı
ise; ayrı ayrı parçaları bir araya getirerek bir
bütün oluşturma biçimi ve işi. Diyelim ki iki
hanımefendinin konuk salonu aynı genişlikte,
ikisinde de aynı eşya var. Fakat salonların düzenleniş
biçimleri farklı.
Bunlardan birine baktığımızda düzenleniş
ve uyumu bize hoş geliyor, beğenimizi alıyor.
174
Ötekisini beğenmiyoruz. Neden? Düzenleniş
farkından. O zaman kompozisyon demek, bir
işte, oluşumdaki düzenlemede uyum demek
anlamını çıkarabiliriz.
Okula, öğrenime ilişkin söyleşiye başlıyoruz.
Neleri sevdiklerini, nelerden hoşlanmadıklarını
soruyorum. Öğretmenlerden neler
beklerlermiş, nelerinden hoşlanmazlarmış öğretmenlerin.
Ders kaynatılıyor bakışları var,
sevinenler de yok değil.
-Sizi dinledim. Beklentilerinize uygun öğretmenlik
yapmaya çalışacağım, deyip dersi
nasıl işleyeceğimizi, hangi araç gereçlerden
yararlanacağımızı belirtiyor, edinecekleri kaynakları
yazdırıyorum.
-Bakın, isteklerinizi sordum, benimkileri
söyledim. Öğrenmek, öğretmek bir alışverişe
benzer: Satacak satmaya, alacak almaya istekli
olmalıdır ki, alışveriş sağlıklı gerçekleşsin.
Şimdi yaptığımız iş, bayağı bir pazarlık.
Kimileriniz bu saati boş geçmiş sanabilir. Ama
alışverişe girişenlerin, önce tanışması gerek
değil mi? Tanımadan yapılan alışverişte yanılma
olabilir..
“Günaydın”la giriyorum sınıfa. İlk günlerde
“Günaydın hocanım” diye yanıtlıyorlar. Belki
de ilk günkü yadırgamanın acısını çıkarıyorlar.
Bir ikisi:
-Affedersiniz hocam, ağzımız alışmış da, diyor.
-Olsun, zararı yok. Okulda on beş bayan
öğretmenden sonra, tek bir bay öğretmen… On
beş kilo balın içine, bir kilo şeker katarsanız,
175
o da baldan sayılır. Hoşuma da gidiyor hani.
Ben de bir bayanın oğluyum, eşimle sevişerek
evlendik, üç kızım var. Gülüşüyorlar.
Giderek kaynaşıyoruz. “Günaydın hocanım”,
“günaydın öğretmenim’e dönüşüyor.
İkinci ayın sonunda, nakışlarının ters yüzü
için öngörülen notlarla kompozisyon notlarının
örtüşüp örtüşmediğini tartışıyoruz. Vardığımız
sonuç: Yaşam bir bütündür. İnsan
bildiklerini, becerilerini; burada böyle, şurada
şöyle yaparım derse, bu bütünün dokusu bozulur.
Gerek toplumsal, gerek kişisel tutum ve
edimimizde ilkeli ve tutarlı olmalıyız. İnsanın
işi, onun iç dünyasının aynası, kişiliğinin dışa
yansımasıdır. -Gelecekte ev ocak sahibi olacaksınız,
konuk gelsem kabul eder misiniz?
-Buyur öğretmenim, buyur!
- Konuk salonunun tertipli temiz olacağını
biliyorum. Ama sedir altlarını, köşe bucağı da
yoklarım ha!
Gülüşüyorlar.
-Bu gülücükleri unutmayın ki, sizi ziyarette
kahvemi zevkle içeyim.
Bir pazartesi, aynı sınıfta ilk ders benim.
“Günay”dın sonra, herkeste kısık bir gülümseme,
dudaklarının kıyıcığına saklanmış. Beni
sevdiklerine inanıyorum artık. Ama nedir, çaktırmadan
gülümser bakışları?
-Nasılsınız bakalım?
-İyiyiiiz!
Kısık gülümsemeler, neredeyse yüze vuracak,
ne yapsam ki?… Bunun altında bir şey
var ama ne?…
176
-Dün pazardı, ne yaptınız, nerelere gittiniz?
-Topluca sinemaya gittik efendiiim.
Gülümsemeler belirginleşti. Haaa, düğüm
burada. Onu nasıl çözeceğim
-Filmin adı neydi?
-……………
Gülümsemeler, sesliye dönüşmek üzere:
Anlaşıldı filmle ilgili. Arka sıralarda, biraz ekece
Nursel’in kulağına eğilip soruyorum:
- Allah Cezanı Versin Osman Bey.
-Anladım, dünkü film hoşunuza gitmiş.
Gösterimden kalkmadıysa, bu akşam ben de
izleyeceğim. Ne güzel, vurucu bir adı var. Hadi
bakalım, şu filmin adını, hep birlikte tekrarlayalım.
Duraksıyorlar. Önce bir ikisi katılıyor bana.
Sonra bütün sınıf, on –on beş kez “Allah Cezanı
Versin Osman Bey”le sınıfı çınlatıyoruz.
Filmle ilgili düşüncelerini yazacaklar, gelecek
derste okuyup tartışacağız.
Teneffüste hocanımlar şaşkın, soruyor:
-Muallim Bey, sizin sınıftan taşan bağırtılar
neydi? Koro mu?
Anlatıyorum: İçlerini boşaltmasaydım,
dersle ilgilenmeyeceklerdi. Hele bir de kızgınlık
gösterseydim, benim adım “Allah Cezanı
Versin Osman Bey”e çıkardı.
Kırk yıl sonra, şehirlerarası telefonla, öğretmenler
günümü kutlamak için arıyor o kızlarım.
Emekli olalı, otuz yılı aşmış, ama onların
öğretmeniyim gene ben, onlar da öğrencim.
177
6. C’nin Gözyaşları
Ankara-Kızılay. Sakarya Caddesine geçeceğim.
Hani, kalabalık içinde giderken, nedenini,
nasılını açıklayamayacağınız bir uyarı
almış gibi olur, birisinin size, ısrarla baktığını
duyumsar, başınızı çevirdiğinizde, o gözleri
yakalarsınız. İşte öyle, gözlerimiz çakıştı. Giyimini
yakıştırmış, efendi tavırlı, genç adam,
bana yöneldi. Gözlerinden tanımaya çalışırım
insanları. İçin aynasıdır göz; yalanı, yanlışı,
yapmacığı gizleyemez, sahibi büyük aktör değilse.
Geçmişin karanlığına itilmiş ilişkilerin
izi, hiç silinmez gözlerden. Belleğin ışığını tuttunuz
mu üstüne, şıp diye düşer aynanıza, ilk
duruluğuyla geçmiş. Bir yerlerde tanımış, birliktelik
kurmuş olduğum kişileri, adından çok,
gözlerinden yakalar, oradan çıkarırım kim olduğunu.
O gözlerin bir titreşimi, usta bir postacı
gibi götürür sizi, aradığınız adrese… Bu
gözleri tanıyorum ben, hem de çok yakından?
-Efendim, beenn…
-Dur bakalım, sen R…’den C… değil misin?
-Hocam, elinizi öpmek istiyorum, eğiliyor
ellerime.
-Yok yok! El öptürmem ben.
Kaskatı kesiliyor C. Yağmur sonrasının güneşli
havası, yüzünü terk ediyor, başına kara
bulutlar çavmış. N’oldu şimdi buna? Geçmişi
arar gibiyim. O da duraksamalı. Soru dolu gözümden
kurtulabilse, bırakıp gidecek.
-Hocam, bize çok iyilik ettiniz. Çocuktum,
bilemedim, aleyhinizde ifade vermeye zorladı178
lar bizi. Bağışlayın.
- Ne ifadesi yavrum? Sizler, geçmişimin
bahçesinde solmayan çiçeklersiniz, beynimin
albümü onlarla güzelliğini koruyor.
-Ah, sormayın ‘O, bir yabancıdır, buradan
sürdürür, biz doyururuz sizi ‘ dediler, aldandım.
Yıllardır, içimde kanıyor bu aldanmışlık!
Particiler, babamı da kandırmışlardı: ‘Elin yabanına
mı, kendi adamamıza güveneceğiz?’ diyordu.
Ah evladım, kırgınlığımdan ötürü el öptürmüyorum
sanmış. Oysaki el öptürmemek vazgeçilmez
ilkemdir..
Anımsıyorum: Bir sabah ilk derste, sıraya
yığılan bir öğrencimi, omuzladığım gibi hükümet
tabibine götürmüştüm. Açlıktanmış. Araştırdım;
üç yeniyetme, dokuz kilometre uzaktaki
bir köyden yaya gelip gidiyor, her gün. Üçünün
de benzi soluk, üçü de tutuk. İnsanüstü
çaba gösteriyorlar, dersi izlemek için. Yanlarına
sokulduğumda, sadece ekmekle beslenenlerin
ağız kokusu, sızlatıyor burnumu. İçim
yanıyor.
Bu çocuklara öğle yemeği için, çevreden
umar bulabilir miyiz? Düşünüyor, arıyoruz
yok. Eşimle ben, maaşın üstüne, ayda otuz altışar
lira ek ders ücreti alıyoruz. Almadık saysak,
n’olur? Lokantacı Hasan, bu paraya öğle
yemeği verebilir belki, üç çocuğa.
Tanığıyım, Hasan iyi, hoş adam. Lokantasında
ara sıra içerim. Masama yığışanlardan
çoğu, hesap zamanından önce kalkmış olurdu.
Kızardım, ama kimseyi de uyaramazdım,
179
kabalık gibi gelirdi bana, töre dışına düşmekten
çekinirdim. Hasan üzülürmüş. Benim
masaya oturan oldu mu, çatalın ucuna bir
parça soğan takıp, gelenin burnuna uzatıyor:
“Soğan kokladın, hesaba ortaksın. Kim, neye
dokunduysa yazacağım. Hocaya yüklenmek
yok”der, muzip muzip gülerdi. Dediğini de yapardı.
Bu Hasan’dan doyurabiliriz bu çocukları.
Hasan’ın kazancı da öyle ahım şahım değil:
Kasabalı zaten evinde yiyecek bulamıyor ki, lokantaya
gelsin. Cumartesi, pazar, memur takımından
birkaç kişi demlenecek de… Dışarıdan
gelecek mi? Yok canım sen de. Yol burada
düğümleniyor. Haftada iki kez Koca Mümin’in
kamyonunda yer bulabilen ile gider il’e. Gelen
olmaz. Hasan da Alevi, çocuklar da. Onlar bilirler
ezikliği, lokma paylaşmayı. “Biraz da sevabına”
diyerek Hasan’ı razı ediyoruz.
“Hasan, rıza lokması olacak” şakamı, “Adın
bizden değil. Ama tadın bizden hoca”yla karşılıyor.
Böcü böcü gülüyor, kucaklıyor.
Erinçliyiz. Fakat kimileri, ne iyi öğretmenler
dese de, karşılıksız vermeyi bilmeyen anlayış
merakta: Niçin, doyurur elin çocuklarını,
bu iki öğretmen? O kadar varsıllarsa, bu kuş
uçmaz kervan geçmez kasabada işleri ne? O
yoksunlu yaşamda, birbirinden pay aşırmayı
şahinlik sayanlara yadırgı düşüyoruz.
Bu delibozuk öğretmenin işi gücü okulda,
varsa da öğrencileri, yoksa da öğrencileri, geceleri
de kolluyor onları. Cemaat dışı; kahvede
yok, lokalde yok, kulüpte yok. Karı koca
komşularla, öteki memurlarla içli dışlı olmayı
180
sevmiyorlar. O kadar insan sever iseler, niye
insan içine çıkmazlar? Bey, önceden köy enstitüsünde
okumuş. Sonradan bunlara hak tanımışlar
da yükseköğrenimi bitirip bizim okula
gelmiş. Köy enstitüleri, komünist mektepleri
değil miydi?… Haaa!…
Halkımız, istediği mitleri, masalları, eğilimine
göre olumlusuna-olumsuzuna kurgulamada
ustadır. Hem de polisiye yazarlarına taş çıkartır-casına. Bir bahane yaratır, bir şeye yamar bu olayı yakında. Kasaba politikacısı, eleştiriyi tanımaz bile, yatımına gelmeyen sözden ürker, köpürür. Hoşlanma-dığına kulptakmakta, hiç zorlanmaz.
Yeni iktidarla atağa geçmiş zaten. Taktığını tökez-letiyor. Benim için “Siz bunun ağzından, yeni iktidara övgü duydunuz mu hiç? Bir
Cumhuriyet, bir Atatürk tutturmuş gidiyor” der-lermiş.
***
O yıl, Hasan’dan doyundu üç çocuğumuz, derslerde açıldılar, iyi dereceyle okulu bitirdiler.
Bizim müdürün tafrasından bıktığım için,
T…. Ortaokulu’nun boşalan müdürlüğünü istemiş-tim.
Atadılar. Ayrıldım oradan
- Evladım, çocuklukta olur böylesi yanılmalar.
Şimdi nerdesin?
- İstanbul’da …. Şirketinde mühendisim.
- Aradan 15 yıl geçmiş. Yapacağını sanmam ya, adam öldürseydin, cezanı çeker, dışarı çıkardın. Yap-tığı yanlışın ağırlığını bunca taşıyan insan kötü olur mu? Sen insanlaşmışsın.
Gel bakalım, iki duble atalım. Geçmişin 181 güzel-liklerinden konuşalım.
7. Enam’dan
Ankara Radyosunda konuştuğum günün
akşamı (1993) bir telefon. İncesu’dan öğrencim
imiş arayan, inşaat mühendisiymiş.
Çankırı’daki işinden dönerken, arabasında
dinlemiş konuşmamı.
- Beni neyle anımsıyorsun?
- En’amdan. (Enam: Kimi âyet sureleri içeren
dinsel kitapçık.)
‘En’amdan’ ne demek? Âyet ve sureler, nasıl
dinsel ana kaynaksa, bir ulusun anayasası
da, toplumsal düzeninin özü kabul edilmek
gerekir. 1961 Anayasası, demokratik açılım
belgesiydi. Sanki yüz yıllık demokratik özlemlerimizin
yanıtıydı. Onu, ceketimin sol üst
cebinde taşırdım. Derslerin on, onbeş dakikasında
devletin yapısı, görevleri, yurttaşın hak
ve ödevleri bölümlerini açımlamaya çalışırdım.
Beklediğimizden iyiydi, güzeldi, orada sayılanlar.
Ancak ellinci maddeyi aştıktan sonra
“Devlet, bunları olanakları ölçüsünde gerçekleş-tirir” koşulu önünüzü kesiyordu. Olanakları ne zaman, kiminle, nasıl yakalayacaktık?
- İşte düğüm burada. Sizden öncekilerin gücü bu-raya kadar yetmiş. Bundan sonrası sizin. Sadece ken-dinizi kurtarmakla yetinmeyeceksiniz.
Ben köşeyi dönmesini beceririm, diyorsanız, köşe-nin öteki ucundan gelenle burun buruna çarpıştığınız zaman, ikiniz de sırt üstü düşersiniz. Bir gözü açık gelir elinizdeki182 leri kapar kaçar. Bir toplumun bütünü kurtulmazsa, sizin kurtuluşunuzun önü kesilir bir nok-tada. Hep birlikte sosyal, adaletli, hukuka saygılı düze-ni paylaşmak ve onu koruyarak esen olmak… derdim.
“Türkçe öğretmeninin, Anasaya ile ilgisi ne?” ya-kınıları.
Müffettiş geldi, soruyor:
- Anayasa ile işiniz ne sizin?
- Anayasa da bir metin, anadili metinler
üzerinde kavratılırsa, düşünüş eğitimine dönüşür.
- Başka metin yok mu?
- Var da, Anayasa hem bir metin hem öğrenciye
yurttaş olarak sorumluluğunu ve haklarını
öğretecek metindir.
İhtar cezası verildi. O ceza belgelerini, devlet
de arasa bulamaz şimdi. Ben yaşıyorum.
Yıllar sonra beni arayan öğrencilerim de yaşıyor,
(*) Alıntılar İnsanlığın Solmaz Gülleri’nden.
183
 
 

47

Öğretmenlerimiz
 
1402 ile meslekten çıkarılan
Ayhan ve Zeki Sarıhan’a armağan
21 Nisan 1983
 
Hani tren penceresinden, otobüs camından
Bakıp geçtiğiniz kıraçlar yok mu
Keçilerin bin tırnakla tutunduğu
Kimdir, orasını vatan yapan
Ayaklarınızdan ırak /kaşığınıza yakın bozkırlar
Yeşilini gözyaşıyla suladığımız
Göz göz, yerden bitme insan olurlar
Nokta nokta çalı kara çalı sandığınız
Karamürsel’e varırsan sarı saçlı gülerim
Kirtim kirtim dokunan coğrafyadan
Akhisar’da yüzleri sevim sevim gümüşlerim
Denizli’de özgür öğretmen olurum, doğruları
anlatan
Küfe taşıttığınız., komi diye seslendiğiniz
Çocukların gözlerinde bir şeyler yalazlanırsa
Posasını bırakıp kaymağını emdiğiniz
Tebeşirli parmaklarımla yazılmıştır haritasına
Kitapları rüzgârda, umutları akıttığı kanda
Sokaklara serdiğiniz doruk başlı delikanlı
184
Gür saçları duvarlarına gerili zindanda
Öylesine onurlu, öylesine korkusuz, canlı
Yürüyorsa tarihin zinciri halka halka
Yürüyorsa tarihin zinciri halka halka
Ayak basmadığınız topraklara serpmişim tohumunu
Eğer direnç suyu verilmişse bu halka
İnanın ki benim ellerim örmüştür bunu
Milönü’nde cehalet selini kıran dağşandır adım.
Koşullanmışlara inat / uygar başla
Vallahi, hiçbir zorluğa pabuç bırakmadım
Yolumuzu kapatamazsınız /çatık kaşla
Geleceğin kitaplarında tek satır
Adımızdan söz edilmeyeceğini biliriz
- Tarih ancak bayrağı dikenleri anlatır-
Ama biz,
İpek böceği sessizliğinde yarınları öreriz.
Yüreğimiz horlanmış çocukların ezik bakmasından
Umutları çaka çak varır kamunun yaylasına
Kucağımızda bir deste gül/ yurt coğrafyasından
Ellerimiz harç koymuştur / anıtların en hasına
185
* Bu şiir, 12 Eylül karabasanının, kamuda görevli aydınları işlerinden kovaladığı günün gecesinde yazıl-mıştı.
*Şiiri armağan ettiğim iki delikanlıdan başka üç yerde tanıdığım üç yiğit öğretmenin adı gizlidir.
Kırımızı ışık altında gitar çalan çocuklarımızın öldürüldüğü dönemde, onların adını açıklayamazdım.
* Şiirden iki dizesi İngilizceye çevrilmiş 9 Eylül
Üni. Eğitim Fak. girişindeki panoya asılmıştı
(1992).
* İki dörtlüğünü, İmece Dergisi (31.s. Temmuz
1011) arka ka-gındaki Hasanoğlan YKE öğren-cilerinin
üstüne almış.
186

 

48

İmece
 
“Sözlüklerimiz, söz birliği etmişçesine,
imece kavramını kırsalla ilişkilendiriyor, köyün
işlerini birlikte kotarmaya bağlıyor. Öte
yandan da bir toplumbilim terimi sayıyor. Bu
bakış ve tutum; imeceyi kentleşmemiş, uygarlaşma-mış kesimin edimi gibi tanımlamak, imeceye çağını doldurmuş, tarihsel bir kavram olarak yaklaşmaktır. Daha açıkçası, çağdaş yaşamın dışına iteleyerek, imeceyi bir bakıma
köylülük saymaktır “ İmeceye durmak;
ötekisiyle yüz yüze gelmek, birbirini iş, edim
içinde tanımak, ötekinin yerini / değerini saptamaktır.
İnsan, işiyle ötekisinden kabul alır.
Yaptıklarıyla gönenir, toplumdaki konumunu
sağlamlaştırır. İmece elleşmedir, toplumsal
yaşamı birlikte örmeye, sürdürmeye, geliştirmeye
koşulmadır. İşlerini kolaylaştırma, yaşamını
esenliğe almaktır. İmece, toplumsal yaşamın
harcıdır. Aslında, toplumsallaşmanın,
kentleşmenin,uygarlığa gidişin giriş kapısıdır
imece.Ne zaman ki imeceliyseniz, esenliğe ulaşırsınız.
Ne zaman ki imeceye katılmadan payını
çoğaltan kurnazlar egemen olmuşsa, toplumsal
yaşam kağşamaya başlar.”
“Uygarlık, evrensel bir imecedir. Kurtuluş
Savaşımız, ulusal direniş/ kurtuluş imecesiydi.
Onun üstüne kurulan Türk devrim ve
aydınlanması, bu imeceden almıştır gücünü.
187
Halkımız kurtuluş imecesine malıyla canıyla
katkı verdiği için, Kurtuluş Savaşını kendisinin
saymıştır.” ( O Bolulu, Yeniden Müdfaa-i Hukuk:
39/8.sayı, 2001)
İmece cemaate dönüşürken ne yapmışım?
Kötülük, olumsuzlukları sırtına yükleyecek
sorumlu ararsanız, sayısı hesap makinelerini
çatlatır. Onları,hiç bağışlamıyorum. Ama ben,
imecelilik cemaate dönüşürken ne yapmışım,
ona baktım.
Sürdümüşüm imeceli tutumu
* Ankara Dostları yazarlar topluluğu
içinde(1992-2011) içinde yer almışım. Söyleşilerimden
dört kitap çıkmış.
* Şairler ekibiyle şiir yıllıkları düzenlemişim
(Şiir Coğraf-yamız 1997-98-99, 2000, Damar
Yayınları, dört cilt.)
* Elli iki kişi hakkında yazı yazmışım.
* Başka yazarların kitaplarını tanıtmak
için yazdığım yazı sayısı 51.
* Bana gönderilen kitapların, ön kapağının
içine, gönderenin adresini yazarım. Kitap sahibine
ya bir kitap ya te-şekkür mektubu gönderir
ya da telefonla bildiririm teşekkürümü.
* Yazarlık miladının kendisiyle başladığını
sananlardan olmadığımı gördüm. Sözümle,
yazımla, tutum ve edimimle Köy Enstitülü kişiliğimi
sürdürmenin sevincini yaşıyorum
Kendimi abartılamak için yazmadım bu bölümü.
Aklı, bilimi kılavuz edinmiş, laik eğitim
188
dizgemiz, tersine döndürülmeseydi, Köy Enstitüleri
kapatılmasaydı, Türkiye’nin bugünkü
durumu ne olurdu, ona gönderme yapmak istedim.
 
 

    

Etiketler: köy enstitüsü

Yorumlar (0 )