KAVRAMLARA ŞAŞI BAKMAK

KAVRAMLARA ŞAŞI BAKMAK

 

KAVRAMLARA ŞAŞI BAKMAK

İçeriği eksiksiz, sınırlarını taşmamış anlatım ve akılla varırsınız, mantıksal düşünüşün kapısına. Öyle mi yetiştirildik? Kurtulabilmiş miyiz, mantıksal/düşünsel boşluklardan? Çağımızın anlayışını yakalayamayışımızın nedeni ne?
 
Ahmet Haşim'in bir şiiri işleniyordu. İçinde pencere sözcüğü mü, pencereyi anıştıran bir sözcük mü geçti ne?
 
-  Zaten, bütün pencereler toprağa bakılmak için yapılmıştır, dedi.
-  Ya hamamın pencereleri öğretmenim?
- Kim lan, o b.k. yiyen? dedi, birkaç kez. Tınmadım. Arkadaşlar benden yana bakmış olacaklar ki, tepeme dikildi:
-  Niye yanıt vermiyorsun?
- O dediğinizden değilim. Ya numaramı ya adımı söylerseniz yanıt veririm.
-  Gel bakalım tahtaya!..
 
O, kürsüde, ben kazık gibi dikiliyorum. Sınıfın gözleri, geceleyin üstüme tutulmuş güçlü projektör. Bekle bekle sıkıldım. Geçip oturdum yerime. Bir şeyler çiziktiriyorum, bütün dersler için kullandığım biricik defterime.
 
- Kim otur dedi sana, lan b.k yiyen?
- ...................
- Bana ya numaramla ya adımla seslenmeniz gerektiğini söylemiştim.
- Ne yazıyorsun orada 403?
- Mektup yazıyorum.
- Kime?
- Ortaöğretim Genel Müdürüne.
- Sanki okuyacak, senin mektubunu da...
- Okur okur, dayımdır!
- Affettim evladım, affettim.
 
Ders bitince okul müdürüne gittim, böyle bir öğretmenden kırık alırsam, başka öğretmenlerin sınavını isterim, dedim. Adı Fikret'in adını anıştırdığı için, kendisini Tevfik Fikret sanan öğretmenim, pabuçları delik, dizleri yamalı, günaşırı sıtma nöbetlerinde çırpınan çocuğun, 1945'lerin Ortaöğretim Genel Müdürünün yeğeni olamayacağını kestiremiyordu.
 
Adı Fikret'li, ağzı sövgülü öğretmenim gibi olmayacaktım. Her şeye, iblisine sorularla tavır koyacaktım. Yeniyetmelik çağımda, onurumun bıçaklanmasına tepkiden midir, o yaşta okumaya başladığım dünya klasiklerinden, edinimlerinden midir, kavramların içini doldurmaya çalıştığımın, eleştirel düşünüşe yöneldiğimin ayırdında değildim doğrusu. Ama bu aykırısına yöntem, öğretmenliğimde de sürüp gidiyordu ki bende, ilk girdiğim sınıfta ilkin:
 
- Çocuklar, sıralara sıkışmışsınız. Şu kalorifer peteklerini, aşağıya koyacakları yerde, yukarıya yapsalardı, daha rahat otururduk değil mi, der,
- Öğretmenim, ısınan hava yükselir, petekler yukarıda olursa üşümez miyiz? diye yanıtlamalarını umardım. Çok bekledim. Sanki öğretmenim küçülmüş, birçok öğrenci olup sınıflarımı dolduruyordu.
Birini, pencerenin önüne çeker:
- İlkin, ne gördüğünü söyle bana! dediğimde, karşıdaki evleri, ağaçları saymaya başlarlardı.
- Kuzum, pencerenin kasalarını, camı görmüyor musun ilkin? Yakınını göremeyen, uzağını görebilir mi hiç? dersem, garip garip bakarlardı "çattık deliye" gibisinden.
 
Onunla da kalmaz, başka birisine:
 
- Bak, pencereden, şu yol nereye gidiyor? diye sorduğumda, yolun doğrultusunu, yakında ulaştığı yerleri söylerlerdi.
- Hayır, o yol bir yere gitmiyor, onun üstünden ulaşılıyor, o saydığın yerlere.
 
Aykırılıkları yoklayarak, görünenin ötesini elleyerek, iblisine sorularla düşünüş dizgesi kazandırmaya çalışıyordum. Türkçe/edebiyat okutuyordum: Anlatımın arkasını yoklayabilirlerse, doğru algılayabilirlerdi, anlatım boşlukları bırakmazlardı. İletilerini eksiksiz aktarabilme becerisini kazanabilirlerdi.
 
Veliler gelirmiş müdüre, "Bu ne biçim öğretmen, Türkçe/edebiyat dersleriyle ne ilgisi var bunların?" yakınısıyla.
 
Kavramlara şaşı bakan, ağzından çıkanı kulağı duymayan, tek kanallı kafalar, genel yaşamımızda yok mu sanki? Otuz yıl önceydi, yurt gezisine çıkan başbakanımıza, emekli bir yurttaş:
 
- Geçinemiyoruz, sıkıntıdayız, diyordu.
- Geçinemiyorsan, başka ülkeye git! diye azarlanıyordu.
 
Başbakan düşünemiyordu ki:
 
- Ben bu toprağın adamıyım, üretimin temeliyim. Sizin yönettiğiniz o devlet benim esenliğim için kurulmuştur. Sizi oraya zorla oturtmadık. Yönetemiyorsanız, sizin başka ülkeye gitmeniz gerekir, denilebilir kendisine.
 
"Ya sev, ya terket!", "Ya sahip ol, ya defol" yazılarına rastlıyorum dolmuşlarda. Akılları sıra, yurdu, insanlarını çok sevdikleri için kullanıyorlar bu sloganları. Peki, bu toprağa birlikte emek verdik, onun birikimlerinde yoğrulduk. Burada birbirimize katlanarak yaşamayı öğrenmek, daha iyisi değil mi? Hem ülke kimin babasının üstüne kayıtlı ki, kim kimi kovacak denileceğini hiç akıllarına getirmiyorlar.
 
Orada da kalmıyor, anlatımdaki mantıksal boşluk, kavramların içini doldurmadan düşünmek, anlatmak.
 
Açın, bakın bilimsel kitaplara, ansiklopedilere: İ.Ö., İ.S. diye tutturmuş gidiyorlar. Doğru mu bu? Aklı evvelin biri, milattan önce (M.Ö.), milattan sonra (M.S.)'yı, sözüm ona Türkçeleştirmek için İ.Ö., İ.S. yapmış, kabul edivermişiz, irdelemesiz.
 
İsa doğdu (Miladî 1. yıl) ................ İsa öldü (Miladî 33.yıl)
         İsa bu aradaki 33 yılda yaşadı.
İ.Ö, İ.S, demek tarihin 33 yılını yok saymaktır. Bu 33 yılda tarih yok mu, insan yok mu?..
 
Böylesi yanlışların temelinde kavramlara şaşı bakmak, anlatımın ne olduğunu bilememek yatar. Doğru anlatım; dili düşünceyi örgütler, düşünceyi; uyanık tutarak, amacına doğru, işlevselliğini ıskalamadan yürütür. İletisini, karşısındakine sağlam, eksiksiz, yanlış yoruma yer vermeyecek biçimde aktarır.
 
Mantıksal, dilsel boşluğa düşmemek için kavramlarla düşünmek gerekir. "Kavram, insanın anlama ve nesnelerle bağlantı kurma yetisinin, dolayısıyla dili uz kullanma yetisinin temeli ve ürünüdür." Kavramları içlemi, kaplamıyla kullanabilirseniz, mantıksal boşluğa düşmekten kurtulursunuz. Kavramları sözcüğü bağlarsanız, nesneleri tam niteleyebilir, soyutu-somutu, geneli-özeli, tümeli-tikeli ayırabilirsiniz. Oradan eksiksiz anlama/anlatma katına ulaşabilirsiniz.
 
Kavramlara şaşı baktığımız için, yazınsal anlatımla düşün yazıları arasındaki ince ayrımı göremiyoruz, zaman zaman. Her ikisinde de mantıksal, düşünsel boşlukların ayırdında değiliz, çoğu kez. Yetke sayılan ,inanılan, güvenilen birinin boşluklu yargısı, hemen kabulleniliyor, geçerliğini sürdürüyor ilanihaye (sonsuza kadar). Uyduruk gerekçesi de var: "Galatı meşhur, lugati fasihten yeğdir... (Yerleşmiş yanlış, doğru söze yeğlenir.) Olur mu öyle şey? Anlatım, diyeceğini doğru demezse, iletisini eksik, yanlış, ters yoruma açık bırakırsa, ondan doğru algılanabilir misiniz, sağlam yargı çıkarabilir misiniz? Eksiğin, yanlışın eşlemi de eksiktir, yanlıştır. Eksikliklerde, yanlışlarda sürüklenir gidersiniz, doğru düşünüş dizgesi kuramazsınız.
 
Yazınsal metinde de düşünsel metinde de öz, bakış açısı (daha çok yazınsalda), yeni alan açmak, insanı bulunduğu yerden ileriye taşıma çabası yatar, alttan alta. Ama gene de yazınsal metinle düşünsel metin, tıpkısı tıpkısına birbirine benzemez. Düşünsel metin kesin dile dayanmak zorundadır. Sav'ında boşluk bırakmayacaktır. Kesenkes alanını dolduracaktır. Yazınsal metin uçkun dili yeğler, dans eden dil, canlı kılar onu. Sözcüklere perende attırır, şaklabanlığa düşmeden. Yazınsal metin olgulardan yola çıksa da, düşe yöneliktir, somutu, soyutla emiştirir. Çağrışımlardan alır ileriye uzanımını, düşleri gerçek sanımında görüntülemesini. Olayların, gerçeklerin içinde sizi bir akıntıya katar. Onun serüveninde sürüklenirken, içindeki küçük düşünsel, mantıksal boşlukların ayırdına varamazsınız: Dilin kullanımındaki ustalık, kurmacanın size yeni dünyalar açması, anlatımın çekici kurgusu, sarmalına alır da sizi, güzelduyu yelinde savrulur gidersiniz. O yazınsal güzellikler içinde, bir iki mantıksal, düşünsel boşluğu bağışlarsınız.
 
Düşünsel anlatım da, yazınsal anlatımın yöntemlerinden yararlanır. Ancak o, düşünsel, mantıksal boşluk götürmez hiç. Sav'ın karşı sav'ı; ucun karşı ucu olduğunu unutmaz. İçi dışı, yanı yönü, aklın terazisinde tartar, mantığın süzgecinden geçirir. Hangi durumun, hangi koşullarda geçerli olacağını da hesap dışı etmez hiç. Neden-sonuç ilişkilerine dayanacaktır, eleştirecektir, irdeleyecektir, geldi-gittisinin hesabını tutacaktır. Gerektiğinde çözümleyecektir. Düşünüş dizgesinden, hiç mi hiç şaşmayacaktır. Savını kanıtlarken, karşı savları çürütmeyi, içinde tutacaktır. Yargısını sağlam temele bağlamak zorundadır. Düşünsel metnin kötüsü, insanı, yanlışın kuyusuna iteler; iyisi, yeni düşünüşe yöneltir. Salt yargısına tutsak kılmaz insanı yine de. Kesinliği, bir yeni aşamasına kadardır. Kendisini eleştiriye kapalı tutmaz; olasılıklara, gelişmelere açıktır kapısı.
 
Kurgu, yöntem, ana izlek, ileti akımından çok kesin sınır mı var, yazınsal metinle düşünsel metin arasında? Değil. Yukarıda ayrımlamaya çalıştığım niteliklerin, belirtilenlerin ağırlığı, hangi yanı ağıyorsa, ona göre bağlamlaştırmaya çalıştım. Her ikisi de birbirinden yararlanır, bir yerde, iç içelikleri söz konusudur. Ama şu bir kesin gerçek ki, düşünsel metnin anası, yazınsal metindir: Dile kıvraklık kazandırarak, düş gücünü kamçılayarak, anlağı (zekâyı) işleterek, insanı bulunduğu konumdan daha ileriye iteleyerek, yeni çevrenler açarak, sezgiyi anlayışta somutlaştırarak, en önemlisi düşünüş dizgesi kazandırarak bilimsel düşünüşe yönlendirir insanı. İnceleyin, göreceksiniz, yazınsal metin katından gelmemiş kimi bilim adamlarının dili çapraşık, anlatımı karmaşık ve sevimsizdir. Yazın'ın (edebiyatın) suyunu içenlerinkiyse, yormaz sizi, roman rahatlığıyla okursunuz onları.
 
Anlatımda mantıksal, düşünsel boşluk bırakmanın suçunu, tümden bilimsel metinlere mi yıkalım? Yok, yok! Kimi yazar, şöyle böyle bilimsel düşünüş dizgesinden uzaktır ya da yazarken yazarken, dilin mantıksallığı dolayısıyla, sezgisel olarak bilimsel düşünüş dizgesini yakalamıştır, kıyısından köşesinden. Yazınsal metin oluşturabilmek yetenek, duygu genişliği, gözlemcilik, doğallık ister ilkin. Doğayı, çevrenizdekileri ihmal etmeyeceksiniz. Görüntülü yaşamdan yararlanacaksınız. Olayları, gözlemleri, olguları anlatacaksınız, özlemleri, düşleri söze dökeceksiniz, insanın çocuksu, saf yanını barındıracaksınız anlatımın içinde, doğal olacaksınız. Çağrışımlar saklanacak anlatımınızda.
 
Ehh, insanın dörtte üçü duygudur derler. Hepimizin içinde çocukluk, saf bir köşe vardır. Düşsüz insan olmaz, çağırışımlar, katılıktan kurtarır insanı. İçinde yaşadığımız doğa olgularından ayrı olabilir miyiz? Bize ilişkin bunları somutlaştırıp kişileştiren, bizim maceramızı işleyen, o, bilimsel düşünüş katına erişememiş yazarların anlatımları, hiç yabancı gelir mi bize? Hemen tutulur, severiz onları. Bir anlamda, ilkelliğimizle kenetleniriz onlara. O doğadan gelen yazar takımının, yaşam biçim ve koşullarından ötürü; keskin gözlem yeteneği, uygulamaya yatkınlığı, çoğu kez iyi bellekleri vardır. İşte bu, kendi konum ve tutumlarından ötürü zorunlu oldukları, varlık nedenleri, kişilik etmenleri olan yanlarını, sunuşa döktükleri zaman, yadırgı düşmezler, bizdendirler. İçlerindeki dokumanın iplik seyrekliğine, aldırmayız pek. Salt doğal yanına yaslanan yazarlar, bizi, düşünüş dizgesinin kapılarına zor götürür. Ayırdında mıyız bunun?
 
Anlatım, anlatımda mantıksal, düşünsel boşluk deyince, hep yazılı metin üretenlere mi yöneleceğiz? Yok canım sende! Yaşam baştan başa bir anlatımdır, anlamadır, algılama biçimidir. İşte bunu kavrayamadığımız için, öncesinde örneklediğim olumsuzlukları yaşıyoruz.
 
Kafalar tek kanallı, bir biçim düşünüyoruz, öyle dillendiriyoruz kendimizi. Hepimiz aynı biçimde düşündüğümüz için, yeni düşünüş üretemiyor, aynı söylemlerde dolanıyoruz. Aykırılıkları yokladığınız, görünenin arkasına kaydığınız zaman, birilerine göre sevimsizleşiyorsunuz.
 
Aykırılıkları yoklamadan, mevcudun ötesini ellemeden, iblisine sorulara yanıt aramadan düşünüş dizgesi kazanabilir, anlatımdaki boşlukları yakalayabilir misiniz?
 
Gerek yazınsal, gerek düşünsel/bilimsel metin, dahası günlük anlatım, eleştirel düşünüşten nasiplenmedikçe, sadece bir aktarımdır. Bir anlatım; salt duyguya yaslanıyor, ayrıntıları göremiyor, raslantılara inanarak yargı biçiyor, neden-sonuç ilişkilerini gözönünde tutmuyor, madde ile özü ayıramıyorsa, eleştirel düşünüşten yoksundur, irdelemenin tohumunu ekemez. Olduğunuz yerde dönendirir sizi. İrdelemesiz anlatım, eleştiricilikten yoksun düşünce, tek kanallı kafalar yaratır: İki renkli; siyah-beyaz... Tek yolda yürür, tek görünüme çakılırsınız. Yargılarınız tek seçeneklidir. O seçenek bitti mi, siz de tükenirsiniz. Mızrağınız tek ve tek yöne... Onu attı mı, savunmasız kalırsınız. Şaşkınlık, umarsızlıktır sizi bekleyen...
 
Hani böylesini yeğlemeyelim, böylesinden kurtulalım diyorum ya, kolay değildir ha! O, adı yetkeye çıkmışların, genel kabul görmüşlerin, ün tahtına kurulmuşların mantıksal boşluklarını, düşünce örgütsüzlüklerini yakaladınız mı, cin atına binerler, ifrit kesilirler. Bozgunculuktan başlayıp vatan hainliğine kadar, beğenin beğeneceğiniz kara damgayı. Cemaatlerini toplayıp yapıştırırlar alnınıza. Dışlanırsınız. O çağcıl görünümleri, söylemleri örtünmüş tiranların, etmeyeceği yoktur.
 
Gene de aldırmayın onlara, korkmayın boşluk tiranlarından! Aykırılıklara özenin biraz. Aykırısına sorularla, düşünüşlerle, boşlukları yamana yamana oluşturulmuştur doğru anlatım, eleştirel düşünüş. Onlarla çıkılmıştır bilim katına, oradan varılmıştır, uygarlık yaylasına.
 
Düşünsel, mantıksal boşluksuz metinler, kitaplar size!.. Ama kavramlara şaşı bakmadan, kavramların içlem ve kapsamını ıskalamadan... İşte o zaman sıkılaşacak düşünsel örgümüz, daha bir yeşillenecek hoşgörülü birlikteliğimiz!
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
Etiketler:

Yorumlar (0 )