BIYIKLI, SÜTYENLİ ÇOCUKLARIN YÖNETİMİNDE

BIYIKLI, SÜTYENLİ ÇOCUKLARIN YÖNETİMİNDE

 

 

BIYIKLI, SUTYENLİ ÇOCUKLARIN YÖNETİMİNDE


Koca koca okulları bitirmişlerdir, kapı gibi diplomaları vardır, kamu görevleri üstlenmişlerdir, toplumun etkin köşelerini tutmuşlardır. Usturuplu laf ederler. Öyle de bilecendir ki tavırları, tutumları. Birirleri, onlardan çözüm bekler toplum sorunları için.

O da ne? Kendilerinden kamusal,toplumsal beklentileriniz olan bu bıyıklı ya da sutyenlı çocuklar, ara sıra göz attıkları gazeteden, yalan yanlış edindiklerinin üstüne oturtmamışlar mı yargılarını!.. Hazır/uyduruk reçetelerden aldıklarıyla tartışmaya girişirler, kamplara ayrılır, düşman olurlar. "Nereye dayandıklarını, görüş ve inançlarını nereden aldıklarını" sorarsanız, bocalarlar. Gösterecekleri bilimsel kaynak, bilimsel kitapları yoktur. Edinilmiş deneyimlerini basamak yaptıklarını da söyleyemezler.

Toplumun ön koltuklarını tutmuş böylesi kafalarla mı algılayacaksınız çağın gidişini, onlar mı çözüm getirecek açmazlara? Adamların ellerindeki reçete, deva olmuyorsa, ne yapsınlar?.. Yarım yamalak ezberledikleri bu kadardı, işte onları aktarıyorlar. Yetmiyor mu size? İşlevini bilen kişiden çok birer kavaldır bunlar: Bir ucundan hangi nefes üflenmişse, son ucundan yayılan ezgisi aynı diye neden kızıyorsunuz, saygın gövdeli, saygın oturuşlu, saygın özentilerde dolaşan baylarımıza, bayanlarımıza?..

Kafalarını başkalarının kanılarına kiralamış böylesi insanlar, nereden geliyor, kim saldı bunları başımıza? Laboratuvarsız, yaşamdam kopuk, tek kitaba çakılmış okullarımız mı, kendi doğrusunun dışında doğrular aramayan öğretmenlerimiz mi? Kendi özünden yozutmuş, yabancı yöntemleri aktarıp, sık sık onu da değiştiren eğitim uygulamamız mı, özgür düşünceye kapalı toplumsal düzenimiz mi?

Bir ilkokulda (1950) "Tabiat kuvvetleri" ünitesini işliyordu bir meslektaşım. Rüzgarın kırdığı dalı göstermiyordu, köyün kara değirmenine giderek öğrencilerine, suyun taşı nasıl çevirdiğini gözlemletmiyordu. Dört duvarlı sınıf yetiyordu ona. Bir başkası "çayırda" ünitesini işlediği bahar gününde, okulun önündeki çayıra çıkmaya zahmet buyurmamıştı. Duvara astığı resimli lehvadan otu, ağacı, kaplumbağayı, yılanı çıyanı vb. öğretiyordu. O, "Bu ne? diye sordukça, öğrenciler, "Kurbağa öğretmenim, ot öğretmenim!" yanıtını veriyordu. Öğretmen ot oluyordu, kurbağa oluyordu, ama o, öğrettiğini sanıyordu.
 
Sadece ilkokulda mı?.. Bir yükseköğretim kurumunun edebiyat bölümünde rastladım büyümüşlerine: Biri Peyami Safa'nın en büyük romancı olduğunda ısrar ediyor, öteki Halit Ziya üstüne romancı bulunmaz savındaydı. Hüseyin Rahmi'yi göklere çıkaranıysa, "cahiller" diye dudak büküyordu onlara. Tartışma değildi yaptıkları, iddialarını dövüştürüyorlardı. Sonra kendileri de kavgaya durdu.

Her birini, ayrı ayrı yokladım sonradan. Ola ki bir bildikleri vardı da, sunuş eksikliğinde olurlardı hani. Sordum, yeğledikleri yazarların hangi yapıtlarını okuduklarını, kanılarının dayanağını. Okumamışlardı, o yazarları. Birisinin dayanağı, o tarihten otuz yıl önce yazılmış öznel bir edebiyat tarihiydi. Ötekininkiyse, yakında sayfalarını çevirdiği bir dergi. Üçüncüsü, lisedeki edebiyat öğretmeninden aldıklarını sırtından atamamıştı. İleride, lise ve ortaokullarda edebiyat, Türkçe derslerini okutacak bu gençlere bu bilgileri yetecekti (!).

Böylesi eğitimin çarkından geçenler, yaşamın içinden, deneyerek ya da güvenilir kaynaklardan araştırarak, dahası öğrendiklerini irdeleyip, üzerinde düşünerek kanıya ulaşmayı nasıl başarsındı? Başkalarının oluşturduğu hazır yargılar, onlara kolay geliyordu, armut ağacının dibine dökülen armutları toplar gibi doldurmuşlardı heybelerine. Ağızları birilerine kiralanmış, söyledikleri öz malları değil: Kendileri dokumadıkları gibi, bulduklarını üstüne küçük bir işleme dahi kondurmamışlardı. Şu kent içinde yük taşıyan kamyonlar vardır, gelir müşteri bekler alanlarda, onları düşündüm. Yük kamyonuydu bunlar, yük kamyonu!.. Üstüne taş koyarsanız taş, soğan koyarsanız soğan, çöp yüklerseniz çöp taşıyacaklardı. "Ne koyarsanız, götürürüz abi!" Ne kolay!..

Kişisel görüş ve düşünce edinmek için niçin yorulsunlar? Ondan sonra, bir de kişisel tavır takınacaklar, özümledikleri doğruların savunusuna çıkacaklar, başları derde mi girecek?.. Olur mu, rahat yaşamak varken?.. Uyarsın umuma (imama), kalabalığın ırmağında akar gidersin, kazasız belasız.
 
Ucuz, peşin kanılarının kalesi yıkılırsa, ya da kendilerini yedenden daha cerzebelisi çıkarsa ne gam? O dükkan olacağına bu dükkandan alınmış olsun, ne var yani? O şeyh yerine bu şeyh, o dede değilse ötekisi; bu partiyi bırakırsa, bir başkası.. Bağlanacak bir yer olsun yeter. İstimi orada gelecek, kanı çıplaklığına düşmeyecek ki adam... Haa, alışkanlığını bırakmanın acısı oturursa içine, eskisine basarsın küfrü; yenisinde yerini sağlamlaştırmak için, en hızlı olmaya çalışırsın, hemen de alışırsın. Bir bakarsın, o bağlanışın önderleri katına çıkmıssın, milletvekilliğine kadar yolun var. Dahasına bile...

Tek ve doldurma kanı adamlarıyla aydınlığa ulaşmayı mı bekliyorsunuz? Madalyonun iki yüzünü aşıp, üçüncü yüzünü mü arıyorsunuz, giderek madalyon gerekli mi dıye soruyorsunuz? Kuzukuzu hep bir yönde sürüklenirken, kiminde bizim kanımızı taşımayanlarla kavga ederek, içimizin kaşıntılarını rahatlatırken, ne gerek var? Ayrı kanılarda, ayrı düşüncelerdeymiş gibi, kayıkçı örneği dövüşe barışa akıp gidiyoruz işte!

Kim demiş onu, "Herkesin aynı düşündüğü yerde, hiç kimse bir şey düşünmüyor demektir."? Aynı kanılarda bukağılanmak durağanlıktır diye. Hadi canım sende!...
 
 
Etiketler:

Yorumlar (0 )