YAĞMUR SONRASI

YAĞMUR SONRASI

  

 

YAĞMUR SONRASI

 

 

İÇİNDEKİLER

Bu eller Kimin?                                 1-4

Eskimeyen öpücük                            5-8     

Sen Kimsin?                                      9-13

Niye Durgunlaştın Hocam?              14-17

Şairlere Verdim Küheylanları           18-20

Dünya Böyle ölüyor İşte                    21-25

Zulamdaki Kadın                              26-30

Bu Siz misiniz Beyefendi?                31-34

Ak Poşu                                             35-37

Özür Dilerim Hüseyin Pehlivan          38-40

Sakarya Caddesi Silme Hüzün          41-42 

En Güzel Enayi                                 43-45                         

Boş versene                                       46-48                         

Herkesin Çizgisine                            49-51

C’nin Gözyaşları                               52-54

 

O.B yaşamöyküsü                            55

 

 

 

 

BU ELLER  KİMİN?

 İkinci Dünya Savaşının üstümüze abandığı yıllar. Faşist kabarma Avrupa’yı alt üst ediyor,  insanlık birikimlerini yiyor. İmparatorluğun döküntülerini derleyip toparlamakta olan Tütrkiye, Birinci Dünya Savaşının yaralarını saramamış daha. Uluslaşma/kültünleşme süreci  tamamlanamamış.

 

Bir dağ köyünden getirdiğin ürkeklik/ eziklikle sırılsıklam, parasız yatılı bir okuldasın; insan olabilmenin kapısını aralamışsın, ama vuruk dalların hâlâ eğgin. Okul giysi verememiş; ayağı çarıklı, dizleri, dirsekleri yamalı köylülüğünle  gömülmüşsün sınıfın gerilerine. Hani şu  “Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde” diye bir manzume var ya, işte o işleniyor Türkçe dersinde. Köylü çocuğu için, anasının dizinden ötesi gurbet. Orhan çocuk, bilmez mi gurbeti?…

 

 Bir Ayten var ön sırada, her dersin çekip çevireni. Siz yoksunuz. Kiminize bir iki kırık dökük  cümle kurma sırası ya gelir ya gelmez. Hele sen, lütfen sınıfa iliştirilmişsin. O Ayten ki, sınıfı dolduran kocaman ceviz ağacı. İzin verilirse, bir iki cılız ot yeşerebilir çevresinde. Ayten de Ayten’dir. Dudu dilli, yapısı gelişkin, erkekliğe çağrı çıkarır sürekli. O haspadır parçayı açıklayan.

          - Aferin, diyor Mehmet Bey, bundan daha güzeli olamazdı, benim daha fazlasını açıklamama gerek kalmadı.

          Pergelli adımlarla dönüyor sırasına kraliçemiz.

- Örnek alın örnek!… Köyden çarığınızla poturunuzla toplamışlar sizi buraya, sizi nasıl adam edeceğim, bilmem ki…

 

          Kadını arkada gören köyden gelmek mi, pısırık gövdenin damarlarını kabartan yeniyetmeliğin kanı mı, o güzel kıza, çalımlı giysilerine çelme atma güdüsü mü,  bir şeyler dürtüklüyor seni.

-        Öğretmenim, bir de ben açıklıyayayım mı?

-        Daha nesini açıklayacaksın be!…

 

Mehmet Bey, pencerenin önüne varsa, ışığınızı kapatır. Yalçın dağdır. Dudakları kısık, gözleri fırtına öncesinde, sana bakıyor süngülü. Adımlarının sesi, kulak duvarlarınızı zorlayarak, hızlı hızlı  dönüyor sınıfı, birkaç kez.

          - Gel ulan, tahtaya!…

          Soruyor söylüyorsun, tuzaklı soruyor yanıtlıyorsun. Saygısız bir dille bıçaklamaya isyanın tınısı var sesinde. On altı yıl medrese eğitimi görmüş babanın, vaaz havasını kuşanmışsın.

          - Sen kimden ezberledin bunları? Başka bir okul kaçkını mısın? İikinci kez mi okuyorsunun bu sınıfta?

          -Hayır!…

          Bu ‘hayır’da bir orduluk başkaldırı kabarmış. Sezmez mi Mehmet Bey?

- Çök yerine, diyerek sana yöneliyor. Çizmesi, popona erişmeden sıvışıyorsun sıranA 

Kendi konusunda sürekli okuyan bir babanın oğlu olduğunu, ilkokula okuryazar başladığını, kimi romanları, burdan önce devirdiğini bilir mi Mehmet Bey? Senin görüntün, neyi yansıtabaiir ki?.. Altı yaşında işe koşmuşlar, zorlukluklar, ilk öğretmenin olmuş. On sekiz yaşındaki oğlu vurulmuş ağıtlı bir ananın dizi dibinden gelmişsin buraya. Acılarda piştiğini söylemeyez, savunmanı yapamazın, Mehmet Beyin çizmeleri hazır. Pusuyorsun.

 

Derdin olmuştur Mehmet Bey; o, kocaman/dövüşken bir horoz; sen, kanadı kırık, pinini yitirmiş bir civcivsin. Gagası üstündedir.

         

Bir Cumartesi, bayrak töreni yapılacak. Öğrenciler, kafesi aralanmış kuşlar gibi, kendi yönüne kanat vuruyor. Törenin alanına yönelişin hızı kesik. Nöbetçi öğretmeni Mehmet Bey, işi düzenli olsun, tez bitsin istiyor, kente atacak kendini. Ağabeylerden birine, senin bulunduğun öğrenci öbeğini göstererek:

          - Mithat, şunları bayrak törenine sürsene! diyor.

          Demir kazık oluyorsun, ayakların sökülmüyor. Mehmet Bey kadar irikiyım, mehmet kadar manda gücünde olamamak eksikliği, oyuyor içini. Öbektekiler gitmiş, sen kalmışsın.

-        Yürü ulan!!…

-        …………..

-        İt herif yürüsene! Duymuyor musun!…

- Hocam, ben götürürüm, diyor, irikılyımlıkta Mehmet Beyden aşağı kalmayan Mithat ağabey, ekliyor:

-        O, benim köylüm, şimdi gider

Aynı köyden değilsiniz, köyleriniz çok yakın. O, senin aileni tanır, sen de onun güreşçiliğini, kavgacılığını bilirsin. Zaman zaman sahip çıkar, senin gibi ufaklıklara, hemşehri ayağıyla. Mithat ağabeyliği daha da büyür. Bu ilişkilerin halkasından yakalayıp götürüyor seni, dizinin içine.

Herkes, yerini almış. Tören başlamıyor. Mehmet Bey, müdürünün yanında. Müzik öğretmeni, müdürün gözüne bakıyor, ‘başla’ buyruğu için, yok… Yıllar sürüyor, bu  saniyeler. Seni çağırıyorlar. Diziden sökülüp müdürün müdürün önüne varıyorsun, hem dağılacak, hem de çözülüp birinin suratını biçecek zemberek gibi.

- Müdür Bey, bu herif İstiklâl Marşına gelmemek için direniyor, Türk değil galiba. Derslerde de böyle bu!

Müdürün  gözleri bir çift süngü, arık gövdeni deldi delecek.  Susuyorsun.  Ne yapacaksın, ne edeceksin?… Bakabildiğin gözlerde, hırsa benzer bir şeyler yalazlanıyor. Müdürün yanında çok rahat dikilen bayanın gözlerine ağmamış hırs dalgası; merak ve üzüntü karaşımı, sana yönelmiş gözleri. Ana bakışının, belli belirsiz pırıltıları, vurup sönüyor onda. O bakış, isyanının kapılarını kırıyor, boşanıyorsun:

-Öğretmenim, bu toprağın çocuğuyum. Babam Balkan’da yaralanmış, iki amcam Kurtuluş Savaşında şehit olmuş. Ağabeylerimden ikisi asker şimdi, yurdu bekliyor. Ulusal Marşa çağrılmadan gelirim ben. “Bu öğretmen, Mihthat ağabeye  ‘Şunları bayrak merasimine sür’ dedi. Sığırlar sürülür, insanlar yürür, diyorsun.

 

Müdürün dudakları kıpırdayacak gibi oluyor, söz çıkmıyor ağzından. İki kaşı, birbirine yaklaşıyor, alın çatı kabarıklaşıyor. Kararsızlık yeli vuruyor gözlerine. İşte o an, elâ gözlerinde , dünyanın bütün balları gömeçlenmiş o bayan, elini uzatıp, yavaşça çekiyor seni yanına. Eli, saçlarını okşayarak omzuna inen çiçek demeti. Mehmet Beyin gözlerine  ‘kılıbık müdür’ yazılacakken, siliniyor hemen. Ana sıcaklığının içinden süzülen bakışıyla, seni kişileştiren bayanın yüzündeki anlatım, yetiyor müdüre.

- Mehmet Bey, geç yerine!

Müzik öğretmenine de:

- Siz de başlayın hocanım, buyruğunu veriyor.

O güzel/ana öğretmenin yanında katılıyorsun marşa, boyun uzayarak, marşın lezzetiyle avurtlarını şişirerek. Kurtuluşu gerçekleştirenlerin tınısı var sanki sesinde.

 

O güzel bayan müdürün eşi, Türkçe öğretmeni Sabahat Hanım değil miymiş. Gözlerin onun çobanıdır artık, uzaktan güder oluyorsun kurtarıcını. Biraz kraliçemsi bu bayan, ama tafrasız. Pantolon giyiyor, o tarihlerde, çizmeleri de ayağından düşmüyor, ruju, boyası eksik değil. Hoş kokusu asılıp kalır, geçtiği yerlerde dakikalarca. İstanbul kızıymış. Bu yayla kırının ortasında kıpır kıpır sevencenlik bohçası; aç aç kokla; aç     aç, renklerinin bahçesinde esenlen. Yeni çıkmış kitaplar, dergiler koltuğundadır, o giyim kuşam ve davranıştaki kadınların aksine, görüntüsüyle bağdaşık.

 

Mehmet Bey, haritandan silinmiş, Sabahat öğretmenin sınıfındasın artık. Ağzı terbiyesizliğe tıkalı, ama gümrüksüz, davranışı katı sınırları tanımamış, giyinişi cömert, güzel öğretmenine doğru, anayla sevgili karışımı bir şeyler  akıyor galiba derinlerinden.

 

Her  şeyi, köylü anana yadırgı, her şeyi tanıyabildiğin bütün kadınlardan başka bu kadın, bir yerlerini çökertiyor, ufalıyor seni. Kırıp döktüğü senden, birleştirip, yeni bir yapı kurabilecek mi? Yoksa kendisini zordan kurtarmış öğretmenine  âşık, düşçü döküntüsüne mi gerileyeceksin? Yo, yooo!…O, dört dörtlük bir İstanbul kızı, müdür hanımı. Değişik bir havası var, salt kendisinden. İlk bakışta, başkalarınca buraya yakışmıyormuş gibi, ama  o buranın yerleşik tamamlayıcılarından biri; bahçenizde, ebenizden atanızdan bugüne açıp duran gül omcası. Dünyayı, kumral başına sığdırdığı dilinden belli. Ana yaşında. Sense, çarıktan postala gecebilmiş köylü parçasısın. Olur mu hiç?…

 

Kenti, kentliyi tanımamışsın daha. Okulun, ötekilerine benzemiyor, kırın ortasında bir eğitim köyü. Bucak merkezi köyünüzde, tek partili düzeninin dayağıyla ünlenmiş karakol komutanı ile atını övmeyenleri kamçılayan bucak müdürü denen iki kentli kırmasından, ne bilmişsen kentli için, o kadarı var sende. Bütün kentliler bunlar gibiyse, neresine özeneceksin, neyini beğeneceksin?  Boğalı Dağlarında koyun güt de, yüzleri senden ırak, kendileri cehenneme direk olsun. Sabahat Öğretmen, kentli imgeni yıktı ilkin: Sevilecek insan ülkeni genişletti.

 

Okulunuzda sanat, yazın kitapları, ders kitaplarına ön alırdı. Sabahat Öğretmenin okuttuğu kitaplar, bunların da ötesine geçiyordu. Kurşun kalem parasına özlemli cebinizin ulaşamayacağı kitapların, dergilerin sergisinden donanıyor/doyunuyordunuz. Hem de resmi görüşlerin sınırını aşarak. O kitaplarda bezendi içiniz, onlarla donandı kafanız, yüreğiniz inceldi. Diliniz değişti, yürüyüşünüz dikleşti. Düşün adamı, yazar olma düşleri kuruyordunuz. Algılamanız, ders kitaplardından boyutluydu. Hele sen, kitap tutkunuydun. Öğle yemeklerinin ekmeğini satıyor, edindiğin parayla, üç günde yeni bir kitap alabiliyordun. Yeni kitapları, Sabahat Öğretmenden önce okursan, ondan kabul görüyor, yüceleniyordun. Ekmeksiz yemekten ötürü arık düştüğün için, arkadaşların ‘Canlı Cenaze’ adını taksalar da sana, önemli olan, o kitaplarla Sabahat Ögretmene eklemlenerek gönenmekti.

 

Demokrasiye geçilecek, çok partili düzen gelecek deniyordu. Sevindiniz. Ama özgürlükler için esmedi  rüzgâr.  Geçmişin tortularından pay alarak iktidar olma yoluna girmişti siyasa. Beğemediğiniz düzen değişecek, özgürlüklere açılacağız derken, az çok var olanlar paraçlanıyor, tersine bir kara yel esiyordu. Kara yel, ilkin aydın çevreleri vurdu. Sabahat Öğretmenler de savruldu gitti. Öksüzdünüz sanki. Eskisi gibi sürdüremeyecektiniz ediminizi, tutumunuzu. Yeni dalgalarda yitmemek için, beyninizin kıvrımlarında saklıyordunuz, o güzel öğretmenlerden, erimli kitaplardan devşirdiğiniz mayayı.

 

Sabahat Öğretmenler gitti mi, kitaplardan size sinen koku uçtu mu? Yoksa seninle mi gezdi dolaştı yurdu, köşe bucak? Senden öğrencilerine mi ağdı?

İnsanı katıksız sevdinse, doğayı ana kaynak saydınsa, yurdunun acılarıyla kökeninin bilincinde saydamlaştıysan, dalların evrene dönükse; Sabahat Öğretmenin elleriyle örülmüştür bu dünya. Küçüklüğünde, öldürülen ağabeyenin öcünü almak için tutuşurdun, kandavasına adanmıştın. Bugün değil öç alma, yanlışa düşen herkese acıyabiliyorsan, içindeki ökteler budanmış, yüreğin güzelliklere yayla adayıysa, kini ,yüreğine hiç konuk etmediysen, saksılarında çiçeklerin dibine sokulan ısırganları bile yolamıyorsa ellerin, bu elller, çokçasına Sabahat Öğretmenin elleridir.

 

          ESKİMEYEN ÖPÜCÜK

 

          Ne onun bana, ne benim  ona, ne ötekilerden birinin başkasına üstünlüğü vardı:  Açlığımız, ayazımız, ortak, tatil günleri, kenti pencereden seyrederdik, ceplerimiz, boşuluk doluluk yarışına çıkmaya cesaret edemezdi. Bakımıza düşen kızları gördükçe, kimimiz içten, kimimiz dıştan ohlardık. Her birimizin yatağı ayrıydı, ama aynı  düşleri görüyürduk galiba. Birbirinden üstün olmamak, aynı sıkıntıları bölüşmek, insanları daha kolay biribirine yaklaştkırıyor galiba. Hele de yatılı öğrenciyseniz. Bir de yaşamın olanaklarını sömürme yarışına girmemişsiniz daha. Birbirinizden koparacağınız ne ki?…Öğrencilik günlerinin anısı, eksilmez tanıdını, buradan alıyor sanırım. Özlemi yitmeyen dostukların, çoğu da oradan.

 

O günlerin Hüsmen’i değişmiş, kapalı kasabanın nabzını yakalamış, milletvekili olmuş. Sık sık uğruyor bizim kesime. Maymun iştahlılığını ‘ti’ye alırdık ya, ’bakın, ne ne oldum’ demeye mi getiriyor desem , burnu büyük  görünmüyor. Eski günlere sığınmak, onu rahatlatıyor, yeni yeri, ona yadırgı düşüyor da ondan mı, hep bizi arayışı? Eski günlere çağrışı bitmiyor, birlikte oturalım, eğlenelim, içelim istiyor. Öğrenciliğimizdeki çıplak şarapla yetinmeyeceğiz elbet. İkramda bulunacak öğrencilikteki sıra arkadaşına. Sıcak önerilerinin ardı arkası kesilmiyor. Başkanının özel kalem müdürü Piç Fikri, Hüsmen’inin yedeğinde hep. Hemşerimmiş, bu Piç Fikri. Öyle yakınlık gösteriyor ki, her insan gibi, aşırı iltifat, bir yerlerimi yumuşatıyor galiba.

 

 Akşamları demlendiğim Federasyon Bahçesinde,  benden önce masayı donatmış, bekliyorlar. Aman, nasıl karşıladılar, sıyrıl sıyrıbalabilirsen.  Eh, eski dostluk, sağlam sakat bir bir hemşerilik var. Rakıyla birlikte eski günleri yatırıyoruz masaya. Yaşam ortaklığındakiler, söz sohbet yoksunluğuna düşer mi hiç. Çingene İsamil’in zurnası gibi, uzun çalıyoruz sözü. Birimiz alıp, ötekimiz veriyoruz. Ne sakıncamız var, ne  yardırlığımız.

-        Buralarda, aylardır bekâr yaşıyorsun, bu akşamı renklendirelim.

-        Hayır, bu kadarı yeter, sağ olun!

Gamın kasavetin gölgesi  inmiyor masamıza. Herkes , birbirinin  akolle kabaran abartısını kolay yutuyor. Şakanın içine gömülmüş abartı, bir kez düştü mü ortaya, herkes bir ucurndan tutup, bir yenisini patlatmaya çalışıyor.

-        Sıkıyönetim yasağı başlayacak, kalkalım, deniliyor.

Yolda ‘sana bir sürprizimiz var’ deyip, ikisi, iki yandan koluma girdi. Geldik Millî Müdafaa  Caddesine. Niçin dikiliyoruz  bu satte, bu caddede? İçkili kafa, sorar mı hiç?  Meğer önceden telefon edilmiş. İki otomobil dolusu sekiz kadın. Hacıana kılıksı:

- Hüsmen Bey, işte çiçeklerimiz.

- Seç, içlerinden birisini, diyorlar.

- Dünya kuruldu kurulalı, erkekler kadınları seçiyor, içlerinden birisi, beni beğenecek mi bakalım, siz işinize bakın.

- Ben seni beğendim diyerek abanıyor balık etli, bal gözlü bır kız. Burda görmeseniz, hiç ona yakıştıramazsınız, yaptığı işi. İmrenceyle bakarsınz, hiç olmazsa, göz altından.

İçi dolu ya da boş olsun, beğenilmek, insanı kolay teslim alıyor ki, direnmeden katılıyorum onlara. Üç kadın, üç erkek biniyoruz arabaya. Kırmızı Değirmenmiş gittiğmiz yer. Aşk yapacakmışız orda. ‘Aşka yapılmaz, yaşanır’ diyen yanım nerde benim şimdi?… Bize ayrılan odalara çıkacakmışız.

- Siz çıkın, işinize bakın, ben alt kattaki lokantada bir iki kadeh daha atarım, bu kızla sohbet ederiz, diyorum, hayvan yanımı uyuşturmak istiyorum herhalde.

 

          Yukarı çıklımıyor, hatır gösterisi mi, dostluk saygısı mı neyse, yeniden içkiye duruyoruz. Beni seçen kız, kızarmış ekmek istiyor. Daha yemeği gelmeden ekmeği, öyle bir kemirişi var ki, sanki aç kurt…

 

          Ekmek, beni 1942’lere sürüklüyor: İkinci Dünya Savaşında köylüler, ekinlerinin belli oranını, devlete teslim etmek zorundaydı. Ekinlerimizi kağnıyla Amasya’ya götürmüş, teslim sırasını bekliyorduk. Büyüklerimiz kente dağılmış; biz çocuklar kağnıları koruyacak, öküzlere bakacağız, Kılıçaslan Medresesinin böğründe.   Çuvalların üstüne tünemiş, sözüm ona dekoratif yazı denemesi yapıyorum, hani bu yıl ortaokula girme heveslerindeyim ya. Yan pencereden bir kadın çığlığı, ama nasıl, sanki yangın var.  Azarladığı çocuğu, karneyle alınan ekmeği getiriyor fırından, bir ucundan biraz tırtıklamış da, ondanmış kadının feryadı. Bir ananın yavrusuna, bir çimdik ekmek için, bu kerte öfkelenmesini kavrayamıyorum. Biz köylü çocukları yalınayak, katıksız olsak bile kara somundan yoksun değildik hiç olmazsa, çünkü.

 

          O akşam, ofis kafilesi, kağnıların yanına çullarımızı serdik, orda yatacağız; öküzümüz medresenin duldasında,  yükümüz başucumuzda. Yel vurmayan bir köşede yakılan  mumun ışığına serilen yaygının üstüne döküldü çörekler, yağlılar. Birlikte doyunuyoruz. Medrese yıkıntılarının bodrumundan çıkan iki küçük, sofranın kıyısına dikiliyor. Onlara da veriliyor olandan. Gittiler. Biraz sonra çocuklardan oğlanı:

          - Amca, annem semaveri yaktı, babam evde yok, sizi bekliyor. Biz de doyduk, dışarı çıkarız.

          Bu ne demek, ekmeği aldılar ya, yeteri kadar? Çocuk dünyamızın kitabında, bu sorunun yanıtı yok.  Mustafa Çavuş, sofra bezini dört ucundan toparlayıp çocuğun eline tutuşturuyor:

          -Oğlum, anana selam söyle, babanla birlikte afiyetye yeyin bunları.

          Çocuk duralıyor. Mustafa Çavuş, daha sert:

-        Hadi bakalım, al git bunları! Gözüm görmesin seni bir daha!…

 

Doymuş muyduk, torbalarda yedek azık var mıydı, bilmem. Yeniden çıkarılmıyor. Kimsenin ağızını bıçak açmıyor.  Çulların üstüne kıvrılıyoruz; uykuya daha zaman varken, köylünün bir araya geldiğinde çuval çuval laf öğütme alışkanlığını ıskalayarak.

 

Kirli, çapraşık bir resimdi yaşadığımız, ama akını karasını seçemezdim, o yaşta. Algılaması dar, sezgisi erimli yüreğimle kıvranıp duruyorum. Mustafa Çavuşu düşünüyorum. Adam öldürmüş, hapisteymiş, yakınlarda döndü köye irikıyım gövdesiyle, cakalı yürüyüşüyle. Hep çekinirim ondan, gizli bir korkudur yüreğime saldığı. İviğini civiğini tanırım da köyümüzün, bu adam, sondan gelmiş bir yabancı sanki.

 

Tarla, bağda selamı eksik etmez oldum Mustafa Çavuşa, sonraları. Ortaöğrenime başlamışım ya, ergin birisiymişim gibi davranıyor bana:

- Aman yeğenim, okumak gibisi var mı, cahillik zindan. Okumakla yalnız ekmeğin kulpundan tutmayacaksın, adam olacaksın adam, diyor. Dost oluyoruz giderek.

 

          İkinci içki faslı da bitti. Dilimiz ağırlaşmış, bilincimiz dumanlı. Başladığım yerdeki adam değilim artık. Odalara çıkılacak, ısrarları üstümde. Kösnül damarlarıma yenik düşmeliyim ki, ben de çıkıyorum, adının Fatoş olduğunu söyleyen kızla, bize ayrılan odaya.

          Kız soyunmaya başladı bile.

          - Sen de soyunsana, diyor. Daha kıravatımı bile çözmemişim. Vurulmadan kapı açılıyor, o da nesi? Sırım gibi, karayağız bir delikanlı.

-        Ne var, niçin geldin aslanım, diyorum sertçe.

- Silinecekleri getirdim beyefendi, diyerek komidinin üstüne beyaz bir şeyler bırakıyor. Öfkeli mi, utangaç mı, yırtık mı, rengi silinmiş, eğgin bir yüz.

“Biraz durur musun?” Ölü tepkisizliğiyle  dikiliyor delikanlı. Kıza ‘Şu delikanlıya, iyice bak.”dedim. Kıza soruyorum:

- Gördün, oğlan benden genç, yakışıklı. Gönül işi olsa, hangimizi seçerdin?

- Seni.

Ne desin, zavallım? Para konuşur burda. Hüsmen verecek parayı, ama  takıldı kafama bir kere. Konuşmayı sürdürüyorum:

-        Kaç lira alınıyor, iş başına?

-        110.

-        Niçin 100  değil, 125 değil de  110?

-        10’nu polisin.

- Polis biliyor mu şimdi bu işi? Yıllardır onların izlemesindeyim. Zaten gönüllü değildim, bu işte yokum kızım.

- Hayır hayır! Polis doğrudan bilmez de, patron her çıkıştan 10 lira pay ayırır onlara.

- Peki, bunun kaçı sana?

- 40’ı.

-        Kalan 60?

-        Patronun.

-        Ama ben patronla yatmayacağım ki…

 

          “Nerelisin’le başlıyorum söze. Akhisarlı bir tütün ırgatının kızıymış. Tütün tarlasında başına gelenlerden uzanmış yolu buraya. Tütün tarlasında doğmuşum ben, onun zifiri bulaşmış kundağıma, bilirim acısını da yeşlini de… Ananızın memesinde  tütün zifiri vardır, sütünüze karışır. Bir yılda 14 ay işçilik ister tütün. Acısını tütünü üreten çeker; keyfini, tütünün ağaçta yetiştiğini sanan aracı. Sömürü düzeninin tipik örneklerinden birisidir tütüncülük.  Çarpık düzeninin üreten kesimi köleleştirmesi üzerine odaklanan söyleşinin sonunda, ikimiz de gözleri yaşlı çıkıyoruz odadan.

 

          Aşağıda lokantdayız. Bizi, kadeh tokuşturan iki dost gibi buluyor ötekiler, geldiklerinde.

- Bakın bu kıza elimi sürmedim. Kasaptan alınacak et değil o.

Piç Fikri:

- Erkekliğinde bir şey mi var? Koskoca gövdenle…

-        Ulan sen ananı getir de …..diyerek  Osmanlı tokatı, Fikri yerde.

 

          Kızları aldığımız yere dönüldü, sabaha yakın satte. Nedense başka konuların şahinleri dokunmuyor böylesine.  Hacıana kızlarını bekliyor. Ayrılırken Fatoş boynuma sarılıyor. Nasıl bir öpüş, baharda sırtını güneşe vermiş yoksul gövdenin emdiği sıcaklık kadar hoş, yaylalardan koparılmış, üstü çiyli bir çiçek demeti. Dudaklarımdan gövdeme yayılıyor, damarlarımın keyfinde kösnül bir eriyiğe dönüşüyorum sanki.

 

          O kirli gecenin karanlığında çoban yıldızıdır Fatoş’un öpücüğü, otuz yıldır sıcaklığı eskimeyen.

 

 

          SEN KİMSİN?

 

          Sen kimsin?

           Kurtuluş Savaşına, ‘Seferberlik’ demiş halkımız. Hep birden, ele ele, omuz omuza, ‘kurutuluş’a koşulduğundan olsa gerek. Onun ağıtlı ezgilerine, coşkulu ulusal marşlar ekleniyor, kültürel gömümüzde kalanlar diriltililiyor, Doğu kuşatmasının çapakları siliniyor, evrensele dönüyor yüzümüz. Abecemizi, yazımızı kendi dil ve düşünüşümüze uyarlıyoruz. Değişim, dönüşüm, gelişime koşulmuş ulusumuz. Dünya bunalımda olsa da, Türk ulusu kendine yetinik, özüne güvenli. Öyle bir yıl 1929.  O yılın Ağustosunda, Boğalı Dağlarının eteğindeki bir tütün tarlasında düşmüşsün toprağa. Ulusal değer bağnazlığın oradan mı, o nedenle mi, evrensellik sivrileri, yan bakar sana?

 

          Tütün tarlada  yeşildir. Yeşil umuttur. Sonra kara sarıya dönüşür. Acıdır tütün. Umudun ışığını, hep yanık tutuşun ve sonra özlemlerin kara’ya itilişine  kırgınlığın, tütün tarlasından mı?  Kuşluk zamanıymış doğuşun. Karanlıklara itelendiğinde, senin aydınlığının canlı kalışı, o sabahtan mı karışmış kanına? O tarla, dağ eteğinde, bir vadinin ağzına serilmiş. Ovayla dağ arasında, görülmez, tutulmaz esintiler olur; gündüzün geceye, gecenin gündüze dönüştüğü saatlarde. İçindeki sürekli esintiler, oradan mı?  Doğar doğmaz derenin suyunda yumuşlar seni. Ana karnı sıcaklığından soğuk suya vuruluşundan mı, kimilerine, dıştan uzaklığın; yine içindeki  duruluk kirlenmiyorsa, o dağ suyundan mı aldın duruluğunu?

 

          Boşluklarını kasıntılarına aktaranların, iç kamburlarını bağıra bağıra yürürürsün, dik.  O dağdan bir şeyler mi, aşırmışsın ne? Biraz sıkılsan, yabansılığını sırtına çeker,  doğaya vurursun.Toprağa düştüğün günlerde bulamadıklarını mı arıyorsun? Yoksa törensel ayrıksılığını örtülemek için mi tarlada, kırda bayırda, ağaç altındasın? Otlarlın ucundan maviye uzanışın, yapraklarla bahara dönüşün, esintileri yürek vuruşlarına aktarışın…. Doğada sıkıntılarını eritişini anlıyorum da; geceyse kitaplardan doğayı, insanın derinliklerini çıkarmaya çalışmanı; olmazsa dünyayı Vivaldi’nin Dört Mevsimine dönüştürmeni, nereden  devşirdiğini bulamıyorum, bir türlü. O çatlak, köylü ellerinle klasik Batı müziğini, nasıl yakaladın sen? Ağıttan başka ne vurmuştu ki kulaklarına?

 

          Çoban Abdullah, gözleri menekşeli, saçları buğdaylı, dal gibi bir delikanlıydı, 18’inde. Yanına vardığında kucaklıyor seni, havaya atıp tutuyor; biraz korkuyorsun, için oynuyor, ama ağabeyinin ellerinden ısınıyor, kuşlanıyorsun. Ne çok isterdin, bu hoppalanın yinelenmesini: Bir yukarıda mavi sonsuzluk, bir ağabeyenin menekşe gözlerinin ışıltısı, ikisi arasında gidip gelmek; ağabeyinden sonra, hiç yakalamayadığın uçkunluk…  Yalınayak ardına düşerdin, koyun sağmaya giden ananın. İkinci ağabeyin Abdullah, seni göklere fırlatsın diye. Onun menekşesinden sonsuzluğa yükselmek!… Gökyüzünün, derya denizin bitimsizliğine dalıp gitmek, bungunluğunu sonsuzluğa boşaltıp arınmak, o günlerden mi sızmış damarlarına?

 

          Hani insanlar, can alıcı sorunlarına koşulmaz; güçsüzlüklerinden mi, girişim eksikliğinden mi, yoksul akılları tükenmesin diye mi?…Ama incir çekirdeğini doldurmayan kısır duygularından ötürü ölesiye kavgaya dururlar. İşte öyle bir kavagadan mı, nedir; çoban ağabeyin, o yaz, Boğalı dağlarına götüremedi sürüyü. Biraz da derviş yapılı babanın inadından, ananın diretmesine karşın, Akdağ yaylasında otlaracaktı koyunlarınızı.

 

          Boğalı Yaylasında olduğu gibi, iki günde bir göremiyordunuz, çakır ağabeyini. Arada Yeşilırmak vardı. Özlemliydiniz. Anandaki kuşkuları, korkuları sezemezdin sen, ozaman, hem o, açık eder miydi ki?… Ananla dama serdiniz yatağı. Yaz gecelerinin serinliğini emmekten, yıldız düğününe katılmaktan çok, ağabeyinin ışığını arardınız. Karşı dağdaki çoban ateşlerinin içinde, ağabeyininki bir top kırmızı güldü. Bir sıcak selamdı o, sevgi demetiydi; ananla birlikte tutunurdunuz, o gülün dallarına. Çoban ateşleri, içinizi aydınlatır, ateş öykülerine başlardı anan. Dahasına gider, yıldızlar üstüne, ne masallar uydururdunuz. Yıldız düğününün erinci, ateş masallarının sıcaklığıyla varırdınız uykuya. Akşamları şaraplanan denizlere dalıp gidişin, o gecelerin başlangıç bölümünden mi?

 

          Karşı dağdaki yüzlerce ışık arasından ağabeyininkini seçer bulurdunuz. Işıltısı, zamanını biraz aşırdıysa, avcı önünde kekltiniz, pır pır. Sen de seçer olmuştun ağabeyinin ateşini.  ‘İşte ana!’ diyebildiğin geceler, onun ateşinden insan sıcaklığına ulaşırdınız, o da gelir sokulurdu yatağınıza gövdesiz.  Ana oğul, kucak kucağa, bebe beşiğindeki uykuların derinliğine gömülür giderdiniz. Işığı seçemedin bir gece. Susuyordun, içinde burgularla. Ananın göğsü körük. Üç gece, pıtrak tarlası oldu yatağınız. Yorganı teptiniz. Gecenin ayazı, ateşinizi söndüremiyordu.  Ananın masalları susmuştu. “O ateşlerden biri ağanınki” dese de, sesi bibirliydi, kara kuyulardan yankılanıyordu. Sarmaş dolaş, birbirinize  sevginizi sindirerek uyumak nerde?… Debeleniyordunuz; kâh ananınki, kâh seninki, eliniz ayağınız birbirine çarpıyordu, Sözlerinin tadı sağılmış, kurumuştu.

         

          Dördüncü gün, ağabeyinin vurulduğu haberi geldi. Kağnıyı koşup gitti büyükler. Seni götürmediler.  Kaç yaşındaydın ki, minik  adımların, nasıl ulaşabilirdi o dağlara? ‘ Çam ağacına sarıp göbeğinden kurşunlamışlar, üç günde ölüsü kokmuş’  diye söyleniyordu köylüler.  Gücün yetse, boğacaktın onları, ağzının kıyısından sövebiliyordun. Seni halana emanet etmişlerdi, dışarı salmayacaktı. Sundurma direğinden  aşağıya sıyrılıp düştün yola. Tozlara, kızgın saca basar gibi, basa sıçraya, karşıladın kağnıyı. Öküzlerin yürüyüşü, ananın yüreği kadar ağırdı. Yorganı açıp ağabeyini öpmene izin vermediler. Yalnız cami avlusunda ölüsü yıkanırkan görebildin, şişip değişmiş gövdesini, kiniyle pörtlemiş tek göz gibi bakan  tek kurşun deliğini. Üç gün beklemiş ölüden yayılan kokuda, seni havaya atıp tuttuğu kırlardaki çiceklerinin kokusu vardı sanki, tiksinmedin, çektin içine.  Yıllar sonra Sabahattin Ali’nin Kağnı öyküsünü okduğunda, o cinayet biçimlendi, somutlandı, aptapotlarını sarkıttı içine. Kaç kez okudun o öyküyü; gözlerin siyim siyim, kinin kara kuyularına sarkarak?…

 

          Koca kentlerde, birbirine karşı dikelen  binların gölgesine sığınmış sokaklarda sıkılagelmişsindir. Bunalırsın, gözlerin , sonsuzlukları arar. Ağabeyinin dağ doruklarında kalan gözlerini mi kuşandın?

 

          Ananın devinimsiz resmi çizilmemiş hiç, belleğine. Sürekli iş üstündedir, üretir, kendi uğraşının aralağında birilerinin yardımına da koşar. Niçin ölesiye işe vururdu kendini? Kendisinden on altı yaş büyük; gözü, kendi yeşiline ters düşen elâ; Teni, papatyasına inat toprak İsmail Hocayla gizli uyumsuzluğunu örtülemek için mi didinirdi? Sonraları, öldürülen oğlunun kanlı giysilerini kucağına alır, sabahlara kadar çığrışırdı. Evinize dallarını sarkıtan ağaçta sürekli öten baykuş, uğursuzluğunu gerçekleştirdiği için mi, ananın çığlıklarına yenik düştüğü için mi, çekip gitmişti?  Gündüzleri, daha bir işe düşer oldu Hatice kadın. İşten mi alınrı intikamını?  Söyleyegeldiği “İşten alçak, itten alçak!”  sözünü, daha çok yineler olmuştu. İbrişim sesi, urganlaşmıştı.  Babamın adıdır diyerek  gül yaprağından  sakındığı seni, patakladığı oluyordu. Dövünce ıslanan yüzünü, zulasına saklar uzaklaşırdı. Titizlenmesinin, hırçınlaşmasının irdelemesini yapacak yaşta değildin, ama su katılmadık çocuk sezgisiyle, onun ağıtlarına sızan karanlığa, gizli gözyaşlarına katılırdın, gecelerin dedrinliğinde.  Acıları paylaşmak, başkalarının kara yazgısını bölüşmek, oradan mı ağmıştır sana? Ve hep iş üstünde oluşun, anandan kalıt mı?  Gençlik kanının çağıldadığı günlerde, vuruk kadınlara kösnül yaklaşımdan çekindiysen, onlara kardeş yakınlığı duyduysan, anan soyu mu sandın onları?

 

          Büyümek, tez büyümek isterdin, masallardaki dev olabilir miydin?… Bileklerin titremedern silah tutubalir miydin?  Bir tabanca bulsan, minik gövdenin hangi yeninde saklayabilirdin? … Deli küheylanlar gibi koşardın büyümeye. Her sabah, tereyağlı pekmezle pişirilmiş yumurtalar, ne hımbıldı, boyunu uzatmaya yetmiyordu. Hadi palazlandın, okula başladın. O, mırıl mırıl okuyan babandan, ikide bir raflardan çektiği kitaplardan  ne bulaştı sana ki, okulu, kitapları sever oldun, öğretmenlerinin gözünde yüceliyorsun, övgülerinden gönenç alıyorsun.  Ağabeyinin öcünü almayacak mısın? …Katilleri belli değil dense de, kimse mahkum olmasa da, siz bilmiyor musunuz, ağabeyini öldürtenleri?… Şu baban tok sözlüdür, diktir de niçin, niçin ağabeylerinin eline bir silah tutuşturmaz ki? O civanlarını da yakmak istemiyor herhalde İsmail Hoca. Sen küçüksün, senden ummazlar. Hem küçüklerin cezası da az olurmuş. Tez büyümeye bak aslanım!

 

          Karadağ Savaşlarına katılmış dedelerinden kalmış çift namlulu silahlar vardı, duvarlarınıza asılı. Kılıç yavrusu kamalar da, o tabancalarının yanında parıldar dururdu, geçmişinizin bayrağını dalgalandırırcasına. Abdullah ağabeyine kıydı ya silah,  sizden tüyecek. Yok… Babanın, gümüş kaplamalı tabancasını, kuşağına yerleştirdiğini sezerdin, dağa bele çıkarken. O da yok… Sandık sepet ara yok… Buğday çuvallarını dibine dal, yok!… Samanlık, ahır, zula, nereye dalarsan yok!… Dayılarının evini yokluyorsun, onlar tarladayken, uçmuş!… Onlar da  “ Bu küçük, delibozuğun biri, tabancayı tartamaz bileği, kendisini yedirtir.” diyesilermiş.  Ağabeyini yaktığı için, zebanilerden  kötü saydığın  silahlar, evcilik oyununda eş seçtiğin kızdan çok, özlemlilik kazanıyor, çatışkılardasın. Öç alma duygusu var ya öç, hızı, her şeyi aşıyor, dünyanı kapatıyor.

 

          Harmanda dövenin üstünde kitap okuyorsun, darılmıyorlar. “Hadi, gölgede oku bari” deyip azatlıyorlar seni. Bu okul, bir başka mikrop mu, seni öç alma duygularından savuran? Akşam sabah mezarında fatiha okuduğun ağabeyine utanmalı mı edecek okul seni?…

 

          Derken köy enstitüsünde buluyorsun kendini. Atın arpa yemesi gibi, küyür küyür kitap okunuyor orda. İnsanın, ötekilerinin yanında değer bulabilmesinin yolu, kitap sayfalarından geçiyor. Okuyacaksın, okuyacaksın da, kin dağlarını toz edemezsin yine de. Amanın, bu kitaplarda ,senin uzanamadığın ne dünyalar var, onlara tutuluyorsun. Samasun’un Derbent’inde okuduğun Pol ve Virjini’de   Pol’le birlikte Karadeniz’in daglarında yitiyor, Virjini’yle bırakıyorsun sayfalara, gözlerinin yağmurunu.

 

          Öğretmenlerin, birbirlerine sorarlarmış: “Şu çocuğun güldüğünü gördünüz mü hiç?” Zorunlularının ötesinde, kızlarla da konuşmuyorsun, Sorarlarsa yanıt veriyorsun özelde ve genelde. Öğrenciliğin gereklerinden yoksun değilsin, ama sert, kısık, tepkilisin. Hele  alnını kapatmış saçların, çatık gür kaşların, düz ağız çizgin, öyle bir resim çiziyor ki, koyu karakalemden, ışık sızmamış. Pısırık oğlan, çerçevesine sığmayan durumlarda, zaptedilmez yılkı atı, başını alıp gidiyor dik dağlara. Tepkisi, eleştirisi bağışlamasız.

 

          Okulunuzda, edebiyat, sanat, düşün kitapları, ders kitaplarının önüne geçmiştir, her türlü dergiyi okuyabiliyorsunuz, kısıtlamasız.  Kitaplar kuşatmıştır dünyanı, onlarda savruluyorsun, onlardaki yaşam, senin somut yaşamından ileri gerçek.  Aşkı konu edinenleri, yenityetmelik kanını Amazonlaştırıyor. Kompozisyon derslerinde ön alıyorsun, okul gazetesinde yazdıklarından, adını biliyor büyük, küçük sınıflardakiler. Çapını genişletmenin aracı kalemin.  Öğle yemleklerinin ekmeklerini satıyor, o parayla üç günde bir yeni kitap alabiliyorsun.  Yarışmada birincilik kazanan kompozisyonunu beğendiği gün hocanım,  seni sınıfın ortasından boydan boya kucaklamış, öpmüştür. İlk kez, anandan ayrı, hem de kentli  bir kadın kucaklıyor, kollarının çözülmemesini istememişsindir. O gece, düşlerin, düşleyemeceğin güzelliklerin okyanunusunda çalkalanmıştır, Utanarak ama gizli zevkini, mahpusun zulasındaki sevgili saçı gibi, saklamışsındın o düşün.

 

          Edebiyat öğretmenin, kız erkek arkadaşlığını hoş görür, öteki öğretmenlerinden biraz daha yelpazeli. Şiir yazan senin, böylesi eğilimlerden uzaklığını, gizli aşka yorar. Takılır: “Gizli aşk çektiğin için mi, böyle kapanıksın?” der. “Âşık olsam, size olurdum; gözleriniz eşek sıpasının gözleri kadar hüylalı, derin.” sözün  üzerine  rengi bozarır, suratı asılır gibi olur, ama azarlamaz sınıfın ortasında. Sonraki derslerden birinde, “Gittim, eşek sıpasına baktım, gerçekten anlamlı gözleri. Bu deli oğlan, iyi gözlemci, yazar olabilir. Kendisine teşekkür ediyorum.” diyerek bir kera daha kucaklar seni.

 

          Seninle daha çok ilgilenir olmuştur öğretmenin. Konuşurken konuşturur da,  parça bölük sözlerinin arasından içine sızmıştır, sen bilemezsin. Prosper Merimee’nın Colomba’sını, ödev vermiştir sana.  Okursun, sınıfa anlaltır, eleştirisini yaparsın. Orada Korsikalı bir subay vardır: Mösyö Orso Anton, Fransız Harsiyesinde okumuş.  Kız kardeşi Della Rebia, tipik bir Korsikalıdır, yerel geneleklerinde. Klıç kuşanmış, devlet katında yer almış kardeşin, Korsika geleneklerine göre, aileninin öcünü almasını bekler. Ama yok!… Düş kırıklığına uğrar.  Okumuş kardeş yitmiştir. Kitaptaki yaşamı irdelerken, kandavasının ilkelliğine değinirsin, kitabın, kültürün insanı değiştirip dönüştürdüğünü, yeni insan yarattığını vurgularsın. Korsika’nın geleneklerini tuzla buz ederken, kendi içindeki kini de budadağının ayırdında değilsindir.

 

          Okumak, derine yapışmış, damarlarına işlemiştir, dostluğununuz perçinli. Yüzyıllar öncesinin düşünürleriyle akrabalık kurarsın. Kavgasız, deneyimlerini aktarırlar sana. Beynini donatırlar.  İçinin bezekleri oradan. Senin iç mimarın onlar. Onlarla beyninin kollarına tutunur, yeniden doğurursun kendini.  Kitapların gözesinden  kaynaklanan güzellikler, ırmaklaşarak, senden öğrencilerine yürür. Kitaplar içinden yontmuştur seni. İnsanlığın, başkalarını da yaşamak, duyumsamak olduğunu, daha derinden kavramışsındır, bilincin saydamlaşmıştır. Değil öç almak, yanlışa düşen düşmanlarına da acır olmuşsundur. Geç canlıları, ağaç ot, dağ taş dostundur, sevgidir dinin.

 

          Ama o dağdan getirdiklerin, dokularından çıkmamıştır hepten. Elli yıldır yontula yontula , istediğin niteliğe erişemeyişin ezikliğindesindir, hayıflanırsın. O, ilkel yanın, başkaldırıcılığının Spartaküs’ümüdür? Hadi, olumsuzluklara dikelişini hoş göreyim de, “Kitaplar iğdişleştirdi beni, töremi işleyemedim.” diye bir tortu varsa içinde, Sahi, sen kimsin?

 

 

          NİYE DURGUNLAŞTIN HOCAM?

         

 

Yıllar önce bıraktığın yere dönmek, bir yerlerde ayak izlerin kalmış mı, sıcaklıklara kırağı düşmüş mü, onları aramak, anılardan medet ummaktır. Onun için mi gidiyorsun, 25 yıl öncesinin Reşadiye’sine?

 

Anımsamayı, sönen, gölgenenen dünayadan zevk kırıntısı saymış Ahmet Haşim. Sönmeyi, gölgelenmeyi kabullenmiyor, dünyaya mı yansıtıyoruz?  Gelmiş geçmiş bunca canın, ne kadar özlemi birikmiştir, şu ovaya düze?  O geleceğe devredilemez duyumsamaların yığıntılarından oluşmuştur şu dağlar?  Hangi ağırlıkları, ne kadar yarım kalmışın düşün acısını sırtında taşıyor doğa, biliyor muyuz?  Gençliğin deli kanı, deli su; coşkusunu koşturur, çevresini, olguları özümsemekten çok, kendisini sürükler, daha ilerisini yoklama güdüsüyle. Düze indiğinde, o geçilen noktalara takılıp kalan yaşanmamışılıklar depreşir. Anılar, geride kalanların özlememi midir, çatlağında narçiçeğini akıntıya kaptırdığımız günlerin hayıflanması mıdır?

 

Deli dolu yaşadım sanırdın, o coşkun çağın hızında. Sabah gün ağarmadan dağa taşa, ormanlara dalardın, ağaçlarla çiçek açardın, dumanlı tepelerin ardından kızlığını sarkıtan güneşle öpüşür, kösnürdün. “Dağlar çiçek açar, Veysel de dert açar” dizesini algıladığını sanırdın. Gerçek dertleri tanımış mıydın sanki? Seninki, olgunlaşmanın özünde saklanan dert imgesini kendine katarak olgunluk kuşanma özentisinden başka neydi ki?

 

İlk günlerde ısınamamıştın Reşadiye’ye. Sadece  Koyulhisar yolundaki çam ağacıyla dosttun; o ırak, yolsuz, uğrak dışı kasabanın ördüğü yalnızlığı, çam ağacıyla bölüşürdün. Birlikte söylerdiniz aynı türküyü:

Benim kaderimi yaşıyor,

Koyulhisar yolundaki çam ağacı;

Uzakta, tedirgin.

Cömertçe dallarını yola bırakıyor,

Gölge vermeli ağaç dediğin.

 

Karşı vadiden kopan kara bulut,

Kanadındaki alaca düş mü ne?

Üfür şöyle, dallarımı avut,

Katılayım garipçeden, türküne.

 

Kısır taşlara dayadım kökümü,

Göklerden gayrı tutacım mı var?

Yalnızım, bilemedim büyüdüğümü,

Dağlar, hey kararnlık ormanlı dağlar!

 

Dönek dinlenek değil ki yerim,

Kişioğluna düşsün serinliğim,

Uğultulara karışır giderim,

Başıma kakılmasın, meyvesizliğim.

 

Ağaç, seninle bile benim  kaderim,

Deli yüreğim gibi efilesin dalların.

Ben de senin türkünü söylerim,

Mahzun., nâçâr insanların….

 

          Zamanla ısındın, küçük kasabaya, dostların oldu, sevdin sevildin. Ama ilişkiler epriyor, dostluklar eskiyor. Her gün; yeni dokumalar, yeni renkler, başka arayışlar çıkarıyor heybesinden, yeniliği de bundan. O eski ilişkilerin çözülüşü, örgülerindeki eriş arkaç ipliklerinin seyrekleşmesi, bir yerde zaman. Ounun için, eski yerlekleri, yıllar sonra ziyarette, bir çözülüş kuşkusudur, arka duvarınızda saklanan. Bir tek, o çam ağacıydı, değişme kukşusu taşımadan efileyen yeşillik.

 

          İşte o kasabaya, 1953 Reşadiye’sine gidiyorsun şimdi. Nasıl karşılanacağım, o, can bağıyla kenetlenmiş ilişkiler silinmiş midir sorusu, vurup duruyor  derinlerinde. Delişmen günlerinden bir parça kalmış mıdır, kıyıda köşede beklentisiyle varıyorsun, bir akşam üstü.

 

          Önce kimseyi aramayacaksın, zaman ne götürmüş, ne getirmiş onlara bakacaksın, bir yabancı gibi. Ola ki, geçmişteki bir densizliğini hâlâ saklayan birisine toslayıp yüzgeri edersin. Hasan’ın lokantasına oturuyorsun. Eski günlerin tazeleğini verebilir mi diye hemen rakını istiyorsun. Coşturduğu kadar uyuşturur da. Acıyla karşılaşırsan, rakı bir limandır. Hani hep söylerdin, o masalarda; “Rakı acıdır da , dosttun kalleşliğinden, akrabanının mihnetinden acı değildir.” Ona sarılıyorsun. İnsanoğlunun mayasından hiç sökülmemiş mi kaçaklık? Kaçaklığın biletini, genellikle rakı keser. Çek bakalım! Yabancılığın sürerse, sabahleyin o çam ağacına gidersin, bu kez türkü değil, bir ağıt söylersiniz, dönersin geri.

 

          Hasan giriyor, Hasan, yine o Hasan da, yılların yükü omzunda, lacivert saçlarının boyası calınmış. Hasan’dan çok şey gitmiş, sana yönelik aşınması da var mı, sus bekle!

-        Hocama baktınız mı?

Koşuyor, yıllar sonra karşılaşan hapisane arkadaşlarının sarmaş dolaşı. Gözlerinde yaşlar, ama sabahın güneşinde gül üstüne düşmüş ciy parlaklığında.

 

Yirmi dakikada, altmış kişi: Hacı karşılaşmasındaki saygıyla donanık, ama onun sıkılgan suskunluğundan ırak; yitirilmiş sevgiliye kavuşmanın ışığıyla bezenmiş yüzleri.

 

Ah benim halkım, unutkandır da bağlandığına ölümüne bağlanır, rızaya bukağılanmıştır, kabuğunun rahatlığına düşkündür. Kendisini şaşırtmasız seveni, durağanlığını zorlamış da olsa, sorgusuz sualsiz gönlünün tahtına oturtur.

 

Çalışkandın, görevini tam yapıyordun, onlara eksikliklerini göstermekten sakınmıyordun. Delibozuğun birisiydin… Seni sevmişlerdi, içlerindeki gizli isyanı dillendiren kökendeş  saydıklarından mı, bu kadar sevgi sunmuşlardı sana?

 

Söz sohbet kıvamında. Geçmiş günlerin panayırındasınız, Herkes, o günlerden bir bahar demeteni masaya sürmede yarışıyor.  Karayağız bir orta yaşlıdır, sonradan gelen:

-Hocam, beni tanımazsınız, öğrenciniz değildim. Ben de elinizi öpebilir miyim?

-        Seni hiç unutur muyum Metin?

Adının bilinmesi, Metin’i kanatlandırıyor. Herkes, adına vurgundur da biraz, Metin'’nki daha öte şu an. Kasabanın kamyon sürücüsü, güvenle oturuyor masaya. Kendisininkini beklemeden, birinin kadehini kaparak:

- Hoş geldiniz hocam, şerefe!

 

Metin’in nereden anımsardın? Onların sana yöneldiği oranda, halkınla özdeşleşmiş miydin, sorusu saplanıyor içine. Metin’i belleğine çakan  olaya dönüyorsun, masadan gizli. Haftada iki kez, Koca Mümin’in kamyonu giderdi Tokat’a.  Öteki günlerde ulaşım kesik. Arada bir de  Metin’inki gibi  iş kamyonları… Niksar’dan sebze yüklemiş Metin, Reşadiye pazarında satacak. Sürücü yanına aldı seni. Yolda iki genç çıktı arabının önüne. Kızın elindeki kınadan, yüzündeki utangaç sevinçten; oğlanın gözlerindeki ışıltıdan belli, yeni evlenmişler, Reyşadiye’ye el öpmeye gidiyorlar. Sürücü yanında, ikisine yer yok. Gelin, seninle Metin’in arasına sıkışacak, oğlan kamyonun üstüne razı. İçin götürmüyor, bir sakta açmış iki çiçeğin biribirinden ayrılmasını. Sen geçiyorsun kamyonunu üstüne, Utana sıkıla, teşekküre, teşekkürler ekleyerek biniyorlar sürücü yanına.  Başkaları da var, sebze çuvallarının arasında. Onlarla söyleşiye dalıyorsun.  Dokuzdolambaç denilen Allahın belâsı yerde, Metin’in cahhıraş sesi:

-Fren boşandı, herkes kendisine sahip  çıksın!

Neye, nasıl sahip olacaksın? Atlamayazsın, atlasan, altı uçurum… Bir umut, sebze çuvallarının arasına gömülüyorsun. Nasılsa, kamyonu durdurabiliyor metin, arka tekerlerin yarısı, uçumurum kıyısını aşmış olarak.

 

Kim bilir, böyle kaç varta atlattı Metin, unutur. Sen unutabilir misin hiç? Öteki ilişkilerden anımsıyor diye seviniyor Metincik. Sense can korkusundan. Metin’le öyle işiklirenin olmamıştı ki… Onun sevincini bozamazsın, kopukluğunun burgacını dillendiremezsin. Kendi içine çekiliyorsun.

 

Burnun, halkın omzundan yukarı çıkmamıştı. Daha bir sevmişlerdi seni,  bürokrat tafrası kuşanmadığın için. Metin’i sadece can korkusundan anımsıyordun. Halkla iyi ilişkilerden öte bir getirin var mıydı burasına? Öğrencilerine, kitap bilgisini aktarabilmiş olmak yeterli miydi? Sultan Reşat zamanında ilçe olduğu için Reşadiye demişlerdi buraya. Ondan başka, ne girmişti buraya, gelişme adına, o da gelişmeyse (?)… Cumhuriyet’in yönetim kadrosundan başkası, pek uğramamıştı bu kasabaya.  Masanın görüntüsünde, yirmi beş yıl öncesinin  siyah-beyaz fotoğrafının değişmediğini seziyorsun. Küçük kabasaların dar hemşeriliğindeki sıkı örgüden gönenmek, kısır bir yaşamı yinelemekten başka nedir ki?… Onlar ki, oturduğun başkenti, gecekondularıyla kuşattıklarında da aynıydılar. Üstelik biraz daha çözük, şaşkın, ilkel dokuları bozulmuş: Ne köydüler, ne kabasa, kent değildirler hiç. Seçim zamanları, gecokonduları arasındaki yolakları, iki kamyon asfaltla karartan, kara yüzleri alkışlıyordular: Senden büyük yok. Türkiye seninle gurur duyuyor diyerek, kuyrukların kuyruğundaydılar yine. Hani, senin ayak izlerin? Onlardan biraz daha üst düzeyde doyunmuş, giyinmiş, adı adı aydına çıkmış olmak, sana yetecek miydi? Onlara çam ağacı kadar yakınlaşmış mıydın, aynı türküyü söyleyebiliyor muydunuz, ezgisi uyumlu?

-Niye durgunlaştın hocam, seni rakı tutmazdı.

Açılamadın, dudağında iğreti bir gülücük takarak baktın onlara.

-        Hadi Şerefe!

Kadehler tavanı deliyor. Kaldırdın kahedini ezik, kolların onlarınki yukarı gibi yukarıya da, meyvesiz dala uzanır gibi. Şerefe, şerefe  de, hep rakı da mı?…

Elleşerek hangi şerefleri ördük?….

 

 

          ŞAİRLERE VERDİM KÜHEYLANLARI

 

Tarih kitaplarını düşün, anıtlara bak, utku kazanmışlar, adı büyükler atlara bindirilmiştir, görkemlisinden. Eskiden ordular devingenliğini attan alırdı. İnsanı insana kavuşturmuş atlar. Uygarlaşmada at izi, yok mu dersiniz?.. Ama her şey başkalaştı, değişti: At, avrat, silah denilmiyor artık. Gelinler artlara bindirilmiyor, mutluluk düşlerinde at imgeleri çizilmiyor. Ya sen, değiştin mi, atlardan kopabildin mi? Kırsal çoçuğuydun, bütün canlılarla ana bacı kardeştin de, sendeki at sevgisi, nereden kaynaklanıyor, anımsıyor musun?

 

İkinci Dünaya Savaşı yıllarıydı, bir avuç buğday, altın değerini zorluyordu. Buğdayanız öğütülecekti. Köyününüzün değirmencisi, hakkından çoğunu yürütürdü. Eksilmeyecekti, tek doyum kaynağınız. Seni atın üstüne oturttular, Ömer Ustanın, iki köy aşırı değermenine yolladılar. Buğday öğütelecek, Ömer Amca, seni yükün üstüne bindirecek, köyününüze dönecektin. At, yolu bilirdi. Küçüktün, inersen, bir daha binemezdin.

 

Yeşilırmağın vadilerden kurtulup düze yayıldığı, çevresinde çalı çıngıl ürettiği, bük bürük birbirine örülmüş, tabanı sulu Koramu düzenden geçiyordun. Cılga bir ayaklık, iki can gecemezdi. Yerde oynaşan ne varsa yılan çıyan, böcek, kaplumbağa, onları izliyordun atın üstünden tatlı tatlı, nasıl olsa ata tırmanamazlardı. Belki de ayağına dolanan yılandan ürktü Doru. Bulutların alabora olduğunu anımsıyorsun, ondan sonrası karanalık.

 

Anlatırlardı: Hele anan, bin duayla anlatırdı, Doru’nun yemini, daha da bollaştırmıştı ondan sonra. Senin atla iç içe yaşamana kızmazdı, eskisi gibi. Neden mi?   Yüküyle köye varan Doru, kişneyip dururmuş, nerdeyse sırtından yükü bile aldırmayacak, hep geriye geriye ayak atar. Un indirilince hemen bir koşu tutturmuş, arkasından zor yetişir sizinkiler. Düştüğün yere gelmiş, şaha kalkar, daha çağrılı kişnermiş, kendisini izleyenlere dönerek. İşte orada, başı bir yalıma çarparak kanlanmış, baygın bulurlar seni. Tarlalarda çalışan köylüler söylemiş: Doru, bir süre çevreye kişneyip durmuş da kimsecikler varmamış yanına. Ondan sonra köyü yürümüş delice.

 

Doru’ya küheylan derdin, sözcüğün anlamını bilmeden. Büyüklerden mi kapmıştın o sözcüğü, gerkemli anlamını sezinleyerek herhalde. Eskiden de atınız var mış, ama uzun yıllar atsız kalmışsınız. Senin bildiğin zamanlarda gelmişti Küheylan sizin kapıya. Taydı. Kardeşindi, babanın sonuncu oğluydu sanki, öyle özenle büyütülmüştünüz. Küheylanın yüke tutulmadığı günlerde gördüğün ya o, ağlayan at?… Bilinci kazanılmamış sezgi alanlarını, nasıl kuşatmıştı, anlatsana!

 

Hayli küçüktüm. Boğalı yaylasına gidiyoruz. Yükümüz kağnıda, büyük ağabeyim önde, babam yanda, ben de yükün üstüne tünemişim. Gölgesigüzel denilen bir ormanımız vardı. Orayı geçiyoruz. Bir at kişnemesi duyuldu, yavuklu çağrısı tınısında. Babam durdu, kağnı durduruldu, dünya durdu. At kişnemesidir ornmanı kuşatan, iliklerimize dek işleyen. Sık dalları aralayarak, bir beyaz at süzüldü yanımıza. Babamla at, yılların özleminden sonra buluşan iki dost gibi sarmaş dolaş.  Atın gözlerinden yaşlar boşanıyor. Babamın yüzü bize dönük değil, ormana. Omuzları sarslıyor. İnip bakmak istiyorum. Ağabeyimin gözleri yasak dolu. Babamı, sırtı bizden yana, çömelik bırakarak yola koyuluyoruz. Merakım yanıtsız, gözlerim arkada. At, yavrusunun başını okşar gibi, babamın omuzlarını yalıyor, babamın yumuk gövdesi sarsıntılı…. Nedir bu?… İçimiden kızıyorum ağabeyime.  Niye bıraktık babamı? Ama töremiz var, ağabeyime soramamam ki. Sorsam bile, yüzü söylemem diyor zaten.

 

Ne zamandı, bilmiyorum, herhalde biraz palazlanladığımda olacak, kafama çakılmış merakın yanıtını ağabeyimden alıyorum. Meğer o at, Babamın Kurtuluş Savaşı sırasında, iftiraya uğratıldığında, mahkeme giderlerinden ötürü, orman içindeki Gürcülere satttığı atamızmış.

 

Niye satılmış atımız? Ağabeyim anlatıyor: Balkan Savaşına katılıpyaralanan babam, Kurtuluş Savaşının biraz öncesinde dönebilir köyüne. Onun yokluğurda dul kalan  kızkardeşi, Pehlivan Muhtarın kardeşlerinden biriyle evlendilirilir. O karmaşalı açlık yıllardında, eksik eteğin başına  bir erkek gerektir de…

 

Bu imam nikâhlı evlilikle kadının malı kocasına geçiyor ve şıppadak Pehlivan Muhtara satılıyor. Üç bağ : Pehlivan Muhtarın, İsmail Hocanın ve bacısının. Ortada kalanı Hoca satarsa, Pehlivanın bağı büyüyecek. Hoca ,oyuna gelen kardeşine küstür, üstelik bacı da ölüvermiştir.  Türlü baskılara karşın, bağı satmamakta direnir. Ama bir kulpunu bulup bağa konmakta kararlıdır Pehlivan. Hocanının inadını yenemiyor. Ne yapsın? Erbaa İsyanından dolayı gücü artan bucak müdürünü alır akrasına. Hocayla isyan arasında bir ilişki kurup, onu içeri attırabilirlerse, bağ kucağına düşecek.

 

Bizim köyden Abbas Efendi, Maraş’ta yüzbaşıymış, Kuvâyı Milliyede. “Köyünüzü Rumlar bastı, ananı bacını dağa kaldırlar.” haberini alınca kopup gelir, yanındakiler buraların çocukları. Rumları darmadağın etsin, yedi köyü zulümden kurtarsın Abbas Efendi, gene de isyancıdır. İsyanı bastıracak Cemil Cahit Paşanın karargâhı Erbaa’dadır. Ona ulaşmayı becerir pehlivan. Köyleri basan, kadınları kaynar pekmez leğenlerine oturtan, şalvarlarının içine kedi sokan Rumları silip süpüren  komşusu Abbas Efendiye düşman değilse Hoca; Balkan Savaşına katılıp orada yaralanması, iki kardeşinin Yunan Savaşında yitmesi, ne yazar, o da Kurtuluş Savaşına karşıdır (?).  Düzen tamamdır. Hoca bağı satacak kurtulacak.

 

Öküzlerini satar, Tarlasını satar, atını satar İsmail hoca, bağı satmaz. Satılanların ederi, bağınkinin kaç katıdır, ama zalime, düzenbaza boyun eğmek yok mu, odur İsmail Hocayı ayaklandıran. Sonunda aklanır Hoca.

 

At sevgim, dilecedir; hele beyaz at gördüm mü içim, gel-git’li okyanuslara döner, çalkanın çalkanır da durulamam. O alabora içinde, babam gelir oturur yüreğimin başına, o mazlumluğuyla dorukluğunu emiştirmiş adam. “ona borcunu ödedin mi?” diye sorar dururum kendime. Ezilirim, cehennemlere düşerim. Çıkar için, insanlara atlarını (muratlarını) sattıranlara kinle kabarırım, kini en büyük yük saymama karşın.

 

Kızlarımı beyaz atlarda gelin etmek isterdim, olmadı. Değişen kültürden onları çekip alma hakkım olamazdı, bu değildi babalık. Ahh, ahh, atsızlık, muratsızlık mı? Hoş, atları siyasal beygirlere çevirdiler, banka reklamlarında dolarlarla, marklarla koşturuyorlar sadece.

 

Hepten göçtü mü küheylanlar? Yok, yok, yok! Şairlere verdim küheylanları: Alacaklar kalemi ellerine, açacaklar imgenin bayrağını; koşan bir at figürü çizecekler, çokgen. Figür salt at görüntüsünde  kalmayacak öyle; bir yanıyla tazıyı (köpeği) andıracak; çevikçe yaygınlaştırılan ata göğüs çıkıntısı verilecek, rüzgârla arkaya savrulan yelesi kadın saçlarına dönüştürülecek, kösnük bir kadın saklanacak görüntünün içinde. Oluşturulan figürün eline bir yay verilir, üstüne atılmaya hazır bir ok yerleştirilir. At murattır, hızdır, amaca koşuyordur; kadın kösnüldür, dişidir doğurgan, inceliktir, aşktır. Tazı sadıktır, avını yakalacaktır; Ok, hedefini vuracaktır; rüzgâr devingenliktir, esenliktir, kirli tozları siler süpürür. Hiçbiri durağan değildir; hız, amaca koşu, coşku yatar tümünün altında, çıkışa hazır. Okur binsin gitsinler bunlarla ütopyalarına, değişsin, dönüşsün, yeni dünyalar kursun.

 

Şairlerin küheylanları varken korkmuyorum, benim dünyam yıkılmadı ki…

 

Küheylanlarım koşuyor…

 

 

          DÜNYA BÖYLE ÖLÜYOR İŞTE

 

Aynı soğuk sıralarda oturur, aynı karavanaya kaşık çalar, bir köylü cigarasının nefes nefes bölüşür, bir ders kitabını, ikimiz üçümüz birden okurduk; yoksunlukta kenetlenmiştik. Neydi  paylaşamadığımız, niçin kızıyordum Ahmet’e? Kim bilir, yeniyetmelik çağımızın kıvrak kızları yanında, küçük düşürmüştür beni. O, kazık boylu, sırım gibi bir delikanlı; ben, yeniyetmeliğin kanıyla devinen bir ufaklık. Soğuktuk, birbirimize.

 

Okulun verdiği asker postallarını giyerdik.  Gündüzün ıslanan postallar, sabaha kazık kesilirdi, ısıtıp yumuşatmadan giyemezdiniz. Postalımı yumuşatmak için sobanın başına varamazdım. Kolay mıydı 1.40 boyla ,yırtıklarını halkasını yarmak?  Sıtmalı gövdemle yeni düşeceğim, baştan belli. İşte o gün, ısıtması için, postallarımı bir arkadaşıma verdim. Biraz sonra, burnuma sürtünerek, pat diye önüme  düştü. Bentlerim yıkıldı, zembereklerim boşandı. Ahmet’ti, postallarını fırlatan. Minare kırığı adını verdiğimiz Ahmet’le araçsız vuruşmaya oranım eksikti. Sınıfın aralığından bir odun kapıp sobanın başına ulaştım:

-        Ulan 434, yüzünü dön bakalım!..

Adını söylemiyordum. 434, aldırmadı bile.  Omzunu silkeleyerek:

-        Ulan 434, sana söylüyorum, dön yüzünü!

Mandanın boynuza konmuş sinekmişim gibi  bakıyor,tınmıyordu. Zıvanadan çıkmıştım. Ama arkadan vurmak, erkekliği sığmazdı. Boylu boslu, güçlü de olsa, yüzünü dönermez dönmez, bir iki kuvvetli odun indirecektim, o vakte kadar pes ederdi elbet… Dönmedi 434.

-Dön ayı! Dön Minare Kırığı!.. .Kalleşce arkadan vurdu diyeceksin sonra.

Saçlarından tutup yüzünü çevirmeye çalıştım. Kalktı, uzadı, uzadı gerçekten minare oldu. Neresi gelirse, orasına çakıştırıyordum. Gerelimiyor herif. Bana mısın demiyor. Vuran da benim, duvarın köşesine doğru gerileyen de. Odunu yedikçe üstüme geliyor, kıskaç daraldıkça daraldı. Köşeye sıkıştım. Ve sonra… odunu kaptı elimden. Cephanesi tükenmiş, bataklıklara düşmüş kumandanlara benzedim. Tarihte okuduğumuz Prut bakatlıklarında sanıyordum kendimi. O Baltacı, ben deli Petro’ydum. Baltacı kadar da azametliydi herif.  Kaçamazdım. Ellerimle  dişlerimle, tekmelerimle, bütün organlarımla karşı koyuyordum. Yok… yetmiyor. Çaresizim, elinden sıyrılıp kapıya yöneldim.

- Bravo, Minare kırığı, diyordu, sobanın başındakiler, alaycı gözleri üstümde. Güçlünün yanında olmak, ne kolaydır, şu insanlar için:

 

Alaya alınmıştım, kaçamazadım artık. Önceki gün, sınıfın aralığına atıverdiğimiz bel küreklerinden birini kavradım, daha bir hırsla saldırıya geçtim. Alan dar, bel küreğini döndürmek zor. Ne olursa olsun, başka  dayanağım yok ki benim.  Vurdukça üstüme geliyor. Olan oldu: Bel küreği elimden alındı, kendimi yerde buldum. O kocaman gövde üstümdeydi. Yerler çamur; hem ne çamur, iki sınıftaki yüz elli öğrencinin çiğnediği vıcık vıcık çamur... Çamur bulamacında hayli yoğrulduk. Yoğrulduk dersem de, yoğrulan bendim. Kirli çamurlara burnumun kanı karıştı. Kandan, kanatan da kanatılan da korkmuştur, nedense. Kanlar, oluklaşınca  bıraktı.

 

Kavgayı aralamayanlar, bu kez, Ahmet’e söylenmeye başladı. Öyle ya, kanı akıtılan bir zavallı vardı ortada. Herkese, insanlığını gösterme fırsatı çıkmıştı:

- Ulan ayı, utanmadın mı, çoçuğu boğmaya?

- Deve, iş  bu kadar ileri götürülür mü, deseler de, onların da cesareti yoktu, doğrudan işe karışmaya.

-        Şikâyet et, biz tanığınığız, diyorlardı.

 

Şikâyet edersem, haklı görübelirdim: Yaralıydım, ayrıca sorgucular, ikimizi  yan yana görünce:

-        Boyundan utanmadın mı, derlerdi ona.

 

Ahmet dikeliyor, “Ulan, gelip bulaştın, başıma iş açtın.” gibisinden ters ters bakıyor,  o da seziyordu, sonucun nereye varacağını. Kalabalığa dönüp:

- Şikâyet etmeyeceğim. Ben çıkardım kavgayı. Kim idareye duyurursa, onun da anasını…

-        Haktır sana, it oğlu it! dediler arkamdan.

Yüzüm yerde uzaklaştım. Bir dersliğin lavabosunda elimi yüzümü yıkadım, üstümü başımı düzelttim. Okul revirinde “düştüm” bahanesiyle burnumu tamponlatıp, kanının dindirttim.

 

Dünyada sığınacak yer klamamıştı bana. Okulun üst yanındaki tepelere vurdum. Baharları, üstüne  uzanarak roman okuduğumuz kırların otları, asker postalımı delip ayağımı acıtıyor, kılıç olmuş kılıç!… “Nasıl, kaygısızca çiğner miydin bizi “ havasında kötü otlar .Yürüdüm. yürüdüm, yönsüz. Tepelerin yukarısındaki ormana daldım. Ağaçlar, niye böyle dik? Her zaman, ana gibi kucaklayan doğa, nasıl nobranlaşır? Koyu gölgelerinde kitaplar üzerine tartıştığımız ağaçların dalı, düşman süngüsü, yolumu kesiyor. Orman serin değil, soğuk: Çok sevdiğim, coşkulu gönlümü serinleten loşluğu, zindana kesmiş, üşüyorum. Dünyanın suratı asık.

 

Doruktaki kayaların tepesine tırmandım, pis dünyaya iğrenerek baktım, ne var, ne yoksa hepsinin sülâlesine okudum, bi güzel kalayladım dünyayı. Kayanın tepesinden genç bir pars gibi, genç bir ağacın dalına atladım, dalla birlikte indik yere.  Dalın incecik  kanatlarını yolduktan sonra elimde kalan köteğini, önümdeki filizlere vura vura indim Ahmet Ağanın Dereye. Gözeden içtikçe içim  soğuyordu biraz. Yüzüme vurduğum su, gözyaşlarımı alıp gidiyordu, iki suyla  temizleniyordum.

 

Bu eziklikten sıyrılmadan, bu sular, eskisi gibi içimi serinletebilir miydi?  Kırılan yerlerimi sarmalıydım. Ama nasıl?… Gücüm yetmediği için ufalanmıştım. Zayıf mı zayıf, kara kuru, sıtmalı bir çocuktum. Arkadaşlarım Canlı Cenaze derlerdi. Canlı Cenaze’likle öç alınabilir miydi?

 

Ülke geneli kıtlıkta, ekmek karneyle. Devletin okulu ekmek bulamamış, sabah kavaltısında, haşlanmış patates veriyor, sekiz zeytininizin yanına. Harçlığıyla, beslenme eksikliğini tamamlayanlar var. Sense, az buçuğu kitaba yatırıyorsun. Kitaplardan edindiklerinle,  öğretmenlerinin alkışını alıyorsun. Bu bakımdan arkadaşlarından büyüksün, pısırık görüntünün açığını kapatabiliyorsun.  O yönden arkadaşlarından büyüksün de, işte o öteki büyük,  burnunu çamurlara sürttü. Güçsüzlüğün, yıllardır yakanı bırakmayan sıtma kadar, biraz da kitap tutkunluğundan değil mi? Beslenmeni desteklemezsen, elbette Canlı Cenaze olursun, elbette dayak yersin!…

 

Harçlığını kitaba yatırmayacaksın hepten. Okul kitaplığı var, öğretmenlerinden ödünç alırsın. Her fırsatta kitaplığa sokulan burnunu dışarı çıkaracaksın. Cisim lakabını taktığımız Fizik Öğretmeni Cemal Bey gibi, kararında okyacaksın, her gün spor yapacaksın. Cemal Beyin kitabı ,elinden düşmezdi. Karda kışta, ayağında çorapsız giyilmiş  asker postalı, bacağında bir don, ormana çıkar, kırlarda, çevresi on kilometreyi aşan bir tur atardı, akşam sabah. Cin gibi bir adamdı; kafası dolu, bedeni güçlü. Ona benzeyeceksin, kitaplara biraz mesafeli duracaksın. Başka yolun yok!…

 

Ertesi sabah, songüzün ayazına aldırmadan, tepelere fırladım. Soğuk ciğerimi deliyor, içime işliyor. İşlesin!… Cemal Beye bilgili, güçlü, biraz tatlı kaçık gözüyle bakardı kimileri. Seni de o soydan sayacaklar, taklitçi diyecekler. Desinler, kırılan erkekliğini kurtaracaksın!

 

Biraz daha herkesten uzak, biraz daha içe kapanık, bir kışı sporla geçirdin. Kalabalığın içinde bir noktaydın. İlk günleri, hastalanma korkusu çektin. Ama sonraları, hıncının itelediği spordan bayağı zevk duyar oldun. Kış yaz, yakanı bırakmayan sıtma belâsı yok oldu. Baksana, hastalık bile, üstüne gittikçe kaçıyor. Zorluklar da güclüden çekiniyor baksana! Gittikçe akrobatik numaralar yapıyorsun. Önceden uzak durduğun spor yarışmalarına alıyorlar seni. Artık Herkül’sün canım. Öyle kolay  kolay postu deldirmezsin.

 

Bahar geldi, yine kırlara dödüldük: kimimiz inekliyor, kimimiz okudukları üzerine tartışıyor, kimileri yeniyetmeliğin esintileriyle kıyı bucağı zorluyor, kaçak adımlarlıyla kız oğlan. Ahmet ile ben okuyanlardanız. Dıştan küskünlük yok, içten yanıyorum, ezikliğin sancısı sürüyor.

- Ahmet, dedim, kimi konulaarı anlayamadım, bana biraz matematik gösterir misin?

-        Hay hay, birlikte çalışırız.

-        Buralarda, herkes kendi havasında, şöyle ilerlere açılsak…

- Olur, deyince Ahmet, Ahmet Ağanın Dereye yöneldik. Gözeden içiyoruz, o , çok içsin, ben az; sinsi planım var, çok sudan ötürü, boğuşmada dalaklanmayacağım.

-        Ahmet, güreş tutulım mı?

-        Hadi be aslanım, bir savurmada yerde bulursun kendini.

-        Yenebilirsen, yenersin. Dayanamzsam, bırak derim.

 

Aşırı isteğim üzerine tutuştuk. Perdah peşrev, gücünü ölçüyorum, derken altıma düşüverdi. Ya dalgın yanına rastgetirmişsem… Kaçırmış gibi yaptım. Kalktı, kapıştık, yine altımda. Zorumu kullanmaya başladım, sırt üstü çevirmiyor, burnunu çayırlara sürttürüyorum. Utanılası bir zevkin doruğundayım. Yere devrilmiş, kalın bir kavak ağacının üstündeki hırslı keresteci gibi çalışıyorum. Zorlanıyor, kalkamıyor, hırsından titremekte.

-        Yenemezsin, şimdi kalkarsam, sana yapacağımı bilirim.

-        Kalk ulan Minare Kırığı!

-        Görürürsün sen, diyor zor solukların arasından.

- Ben, ne olduğunu görüyorum, burnunla çayırları sürüyorsun Minare Kırığı.

-        Çamurlara sürtülen kanlı burnunu unuttun mu?

-        Unutmadım da, ondan altımdasın.

 

Geçmiş, iyice depreşti. Bir elimi kolunun altından geçirip ensesini kavradım, bacağımı bacağına sarmaladım, boşta kalan elimle öteki elini haraketten alakoyarak bütün gücümü bir yana verdim, kanırta kanırta sırt üstü yatırdım. Sonra göbeğinin üstüne, bacaklarını, kollarını kolyacak biçimde oturup kollarını bastırdım. Ahmet’e gökyüzünü; bana, onun dudaklarını kemiren dişlerini seyertmek düştü. Böylece bir süre bekledim.

-Tamam mı , dedim bıraktım.

Elini yüzünü yıkadı, soluklandı. Zafer anıtı gibi dikiliyorum, yüzüme bakamıyor. Eski sömürgesine nasıl baksın, parçalanmış imparatorluk? Öylece bırakıp gitmek istedim.

 

Ne o, ben otların üstündeki sinsi ayak seslerini çok iyi tanırım, kır çoçuğuyum.  Ensemden yakalamak üzere… Uzun bacaklarına dalar dalmaz, yere vurdum. Bu, güreş değildi artık. Yüzünü yere çevirip, burnunu sürte sürte gözenin başına götürüp, bastırdım kellesini suya. Bir fokurtudur başladı. Davranışları, ‘aman’ işareti veriyor.  Sırt üstü dönderip, göbeğine oturdum. Bir elimle tutuyorum, ötekisiyle postalımı çıkarıp dayadım ağzına.

- Isır lan,şu postalı!

-        ………………….

-        Isır, diyorum sana! Bu, sobanın başında yüzüme fırlattığın postal.

-        Senin ananı…

Postalı, yüzünü çarpmaya başladım, kan fışkırdı, yüzü bayraklaştı. Kanla bayrak arasındaki özdeşliği anladım, o zaman. Benim bayrağım dalgalanıyordu. Kazananın, düşmanını bağışlaması, kendisini daha da büyültmesidir, bıraksam mı?…

-        Bırak, bırak, ne olunsun bırak!

 

Koyverdim, bir daha üstüme gelemedi. Okula ,ayrı dönmek istiyor. Ayrılmadım, özellikle birlikte yürüdüm. Yemekte aynı masaya oturdum. Tarih, kazananın, yenileni aşağılayıp karşısındaki gücün tepkisini susturmak değil miydi?… Lokmalar, boğazına tıkanıyor, gözleri dolu dolu. Doyundukça, hoşuma giden bu halden sıkılmaya başladım.

 

Şikâyetini bekledim, ses çıkmadı. “Erkek çocukmuş, borcunu ödedi” diye düşündüm. Merak edenlere, o bir şey söylemiyor, ben de zaferimi ilan etmiyordum. Ama herkes, kötü şeylerin kokusunu almakta ustadır, oldum olası.

 

Günler, aylar geçti; okul bitti. Bizim okul çıkışlılara, yükseköğrenimin bütün kapıları açık değildi. Benim düşlerimi Yüksek Köy Enstitisü süslüyordu, kapatıldı, o yıl. Okul, Ahmet’i, beni, birkaç ardakaşı Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okuluna aday göstermiş, birlikte gireceğiz sınava. Aynı amaca yönelmek, birbirimizi şikâyet etmemek dürüstlüğünde olmak, gerginliği yumuşattı. Teknik alanda gelişmeyi düşünmüyordum, sınava katılmadım: Ayrıldık. Okulu bitiren herkes gibi, aramıza yıllar girdi, izlerimizi  yitirdik.

 

Son kez, Ankara’da rastlamıştım ona. Zaman, bütün lekeleri yuyup arıtmıştı. Geçmişi ansıdık: Hüzünlendik, güldük de  biraz, çocuksu hallerimize. Öğretmenliği bırakmış, Güneydoğu illerimizden birinde Karayolları Bölge Şefiymiş. Durumu çok iyiyişmiş. Nişanlanacağından söz ediyordu, sözlüsü çok iyi, hoş bir kızmış, öğretmenmiş orada.

 

Birakaç yıl sonra, onun Köylüsü Galip’e rastladım, Ahmet’i sordum.

-Duyladın mı, dedi, nişanı için ile giderken arabası uçuruma yuvarlanmış, kendisi de parçalanmış.

Sustuk, sustuk… Ama benimki daha derinde. Ayrılamayorduk bir türlü. Ondan bir koku vardır diye Galip’e sarılmış sarsılıyordum. ‘Baba, baba, haydi gidelim’ diye eteğime sarılmış, altı yaşındaki kızım:

-        Baba, arkadışın mı ölmüş?…

Yanıtlayamadım. Ahmet de evlenecekti, onun da çocukları olacaktı, çocuklarımız da bizler gibi sürtüşecek, sevişecek, sert kayalardan atlaya atlaya düze inip durulan sular gibi dinginleşecekler; çapakları silinecek; dünyamızın  bir çimdik güzelleşmesine katkıda bulunacaklardı. Belki de bu özlemle, arabasının gaz pedalına fazla basmıştı Ahmet Kardeş.

 

Caddenin ortasında, gelip geçenlere aldırmadan, kızımdan utanıp çekinmeden, açık açık ağladım; hem de Ahmet’ten dayak yediğim günlerin acısından çok derin, uzun.

 

Sen bir ölüyü dövmüştün, işte böyle ölüyordu dünya!…

 

 

          ZULAMDAKİ KADIN

 

Yatılı devlet okullarında, belli ölçülerde giyim kuşama zorlandığımdan mı nedir, hoşlanmam öyle çıtkırıldım, özenli giyinmekten. Kim bilir, altı üstüne uygun giyinme olanağını, çocukluğumda hiç yakalayamamış olmaya karşı bilinçaltı birçtepki midir, bu tutumum? Buna karşın, neden Yedek Subay öğrencisi giysilerliyle katılmıştım, o şiir gününe? Ankara’nın kabul görmüş şairleri yanında, bir eskiğim olursa, onu örtülemek içindi belki de. Hiç de öyle olmadı:  Ankara Hukuk Fakültesi Salonunda, üç kez çağrıldım şiir okumaya, yüzlerce kişinin coşkun alkışını aldım. Yerime oturduğuda koltuk dar galiyordu. Uzak bir taşra kasabasından Ankara’ya gelmiş bir şairin, salonu çınlata çıntlata yinelenen alkışlarla, ne kadar kanatlanacağını düşünün… şişineceğini…

 

Şölen bitiminde birçok kişiyle tanışacağımı, bir yerde hafif demlenirken şiirden konuşacağımızı düşlüyordum. Kimse gelmedi yanıma, tatlı bakış bile sarkıtmadılar benden yana. Bu şehirli milletinin ilgisi anlık mı?…Salon, ağzı aşağı çevrilmiş çuvala döndü sanki de, dibinde bir yere talıp kalan saman çöpü bendim. Şiirleriyle herkesi etkilediğini, onlarla bütünleştiğini sanan adam yapayalnız. Salon mu boş kovandı, ben mi? Şiirlerime miydi alkışlar, sesime mi?

 

Neyse ki, bizim Dursun’a rastladım:

-        Hadi, şurada  bir meyhaneye oturalım.

-         Olur mu, üstümüzde Yedek Subay öğrencisi giysileri?…

-        Boş ver, dünya mı yıkılacak be!

İnci Sinemasının böğründeki salaş bir meyhaneye daldık. Kim gelir, askerî üstlerden buraya? Masa donandı, kadehleri tokuşturacağız. Dursun’ un gözleri bir yere dikilmiş, kaldıramıyor kadehini.  Gözlerin çakıldığı noktaya bakıyorum, bir binbaşı, loş köşede.  Kalkamayız, içemeyiz de, nolacak?… Binbaşının önüne varıp nizamî bir selam çaktım:

- Binbaşım, buradan başka gidecek yerimiz yok, ısmarladığımız rakıların parasını ödedikten sonra, başka yerde içecek paramız da… Ben ne olursa olsun, devam edeceğim, ama arkadaşım çekiniyor, bu zıkkım, arkadaşız da çekilmez ki…

-        Rahatınıza bakın, dedi, Dursun’a doğru ‘serbest’ işareti verdi.

Dursun yine içmiyor. Bir de baktık, bizim binbaşı, benim nizamî selamı iade ediyor, masamızın önünde.

-        Afiyet olsun gençler, deyip çıktı.

Mamasamıza ufak bir rakı şişesi getirildi.

-        Biz ısmarlamadık.

-        Binbaşı ısmarladı, selamı var.

 

Ne kadar oturduk, ne kadar içtik anımsamıyorum. Ama Dursun’nun yokluğunun ayırdına varıyorum. Tuvalette mi? Hayır! Hava almaya mı çıktı?  Garson ‘yok’ haberini getiriyor. Şiir şöleninin sonundaki boşluğa yeniden düşüş… Nerede bulurum Dursun’u? Haa, Cebeci’de bir akrabası vardı, az buçuk anımsıyorum, evinin yerini. Gittim ki, Dursun hastalanmış, iğne yapılmış, yorgan döşek yatıyor. Evde, ‘hastalığa neden olan hayta’ bakışları üstümde.

 

Sokaktayım, tek başına. Geçin, şölenden sonra meyhanede şiir okuma düşüşünü, bir şeyleri bölüşememenin kuyularındayım yine.  Hamza çıkmasın mı karşıma, seviniyorum. Bu Hamza, benden birkaç sınıf gerideydi. Resim atelyesinde az mı yardım etmiştim ona? Şimdi resim öğretim üyesi üniversitede. Şimdi kendisini gösterecektir, belki de eski günlerdeki yardımın ilişkileriyle davranacaktır. Bu fırsatı mutlaka kullanır, bilirim onu.

- İvedi işim var ağabey, diyor, buluşma vadediyor. Bir hanınmış bekleyen. Cebinden bir tomar para çıkarıyor, yakınlardaki resim sergisinin, hayli getirisi olmuş da

-Al, alabildiğin kadar, ne zaman istersen, o zaman öde.

Almamalıyım haytanın parasını, yalnızlığımı bölüşmüyor ya… Hayır hayır alacağım, ödeyecek ben değil miyim? Zil zurna olacağım, bu akşam, paranın da yalnızlığın da anasını satacağım.

 

Cebeci’den Maltepe’ye yaya, kim bilir, kaç içki evine uğradım… Kendimi Londra Pavyonun kapısında buluyorum.

-        Giremezsiniz beyim, resmî giysiyle.

-        Nedenmiş, parası ödemeyecek miyim?

- Tamam, size bir şey dediğimiz yok da, bakın sıkıyönetimin buyruğu var, bir kâğıdı burnuma dayıyor.

 

          Ulan, sizmisiniz, giysiden ötürü engel olan? … Namık Kemal Mahallesinde, evci çıktığım günlerde kaldığım eve varıp lacivertlerimi, kolalı beyaz gömleğimi çekiyor, kravatımı bağlıyor, bir de ayakkabılarıma boya…Yeniden dikiliyorum bar kapısındaki adamın önüne.

-        Buyurun beyim!…

 

İçerdeyim. Vakit hayli ilerlemiş. Masalarda sıralı saygılı konuşma havası aşılmış, herkes ikili, üçlü konuşuyor; Üç kişiye, beş kişiye birden dinlettiklerini sanarak  gürültü dağına gürültü ekliyorlar. Bar kadınlarının hepsi, yamanacak birisini bulmuş.  Bakmayın yüzlerindeki iğreti gülücüklere, sıvama hüzün heykeli hepsi. Kadınlar, ayının ormanda bulduğu bal gömeci de, sahoşlar birer eşekarısıdırlar talanda. Orasını burasını yokluyorlar zavallılarımın.  Kimilerini dansa kaldırmışlar, kösnülce yamanmışlar, kadınların geri çekemedikleri gövdelerinde birer öksedir erkekler. Bir çimdik ekmeğe teslim olmuş hepsi kadınların. O kıkırdmalar,  örtemiyor hüzünlerini. İki dize düşüyor dilime: Dağlar deviremezdi beni / Bir dilim ekmekle kestiler ensemi.

 

Tek başımayım: mezesi bol, şişesi anıt gibi dikilmiş.  Öylesi yerlerde az meze, seyrek içkidir gelenek.  Öyle ya, fazla yolunmadan çıkılıcak. Benim masa, ya hacıağa ya da parası bol birini çağrıştırıyor olmalı ki, garsonlar bir isteğim olup olmadığını soruyor ikide bir. Kesin dille savıyorum onları. Loş bir köşeye sığınmış tek bir kadın; müşterisiz, alımlı görüntüsüz birisi. Yüzünün atlasında, çaresizliğin marsık gölgesini, omzundaki yükün ağırlığını duyumsuyorum. İşte, bir yalnız daha, ilgi alanlarının dışında. Çicek ısmarlıyorum, bir buketle dikiliyorum, ürkek kuzucuğun önüne:

-        Benimle yalnızlığı bölüşür müsünüz?

Hayret: Hem onda, hem çevrede. Bardaki bütün kadınların gözü üstümüzde: “Bu hacıağa, niye bize düşmedi” hayıflanmasıyla donanık.

-Bakın, diyorum kadına, pek sevmem böyle yerleri. Bir insana ihtiyacım vardı, sizde gördüm onu. Cebimde 150 lira var. Ismarladıklarımı görüyorsunuz,  biliyorum müşteriyi tezden sağmanız,  çok çok bol içmeniz, müşteriyi kışkırtmanız beklenir. Burada neye, ne kadar hesap geleceğini bilinsiniz. O sınıra kadar söyleşelim seninle. Ama öyle müşter işi olmasın.

 

Yüzünün deresinde tepesindeki duman dağılıyor, o silik yüz, yağmur sonrasındaki doğaya dönüşüyor ; çiçekleri gülücüklü, dalları kuşlu, esintisi hoş.  Kadın, bir güzelleşiyor, bir güzelleşiyor… İçkinin itmesiyle devinimi artan kanım, kösnül yanlarımı dürtüklüyor. Ama ötekiler gibi, borda bordaya başlamamamışız ki, içmeye. En özenli  bir lokantada, saygın karı koca ya da iki dost gibi başlamışız başından. O büyüyü bozamazsın, bu tabloya ihanet edemezsin. Kösnüklüğüm utanç oluyor, onu yerine tıkıyorum.

-        Ben de rakı içebilir miyim, demez mi?…

Getirilen bolleri uzun süre bekletecek, çaktırmadan susuz rakı içecek benimle.  İçki de de bütünleşeceğiz, ne güzel!

 

Kırk yıllık dostuz. Yeni şişeler geliyor. Yalnızlığı siliyoruz birbirimizden. Akrep yolkovanı, yelkovan akrebi kovalıyor, zamanın yelinde çapaklarımızı döküyoruz. Dingin, arı bakışlarla düğmelenmişiz. Ama sınırı zorlayacak, daha da arınmayı bekleyecek param olmadığını çıkarır gibiyim..

-        Garson, hesap!

Hesap geliyor: 131 lira.

Oooh! Cebimdekileri masaya atıyorum, üstünü almayacağım. Garson sayıyor; 115 lira. Arasını, uğradığım hangi içki evinde  harcadım, bilmem.

-        Üstünü, bana yazın, diyor kadın.

Bakamıyorum, garson gitmiyor ki, kadın masaya bir elli lira sürüyor.

-        Üstü, senin, diyor garsona.

Elimi sıkıca kavramış, sökülmek istiyorum sıcaklığından, yüzüm yerde.  Dış kapıya  kadar yolcu ediyor. Bir de:

-        Taksi çağırtayım mı, demesin mi?

-Küfretsen, daha iyi olmaz mı, diyor yeniden yalnızlığıma, utancıma gömülerek.

 

Kaldığım eve gidip ev sabihinin oğlunu uyandırsam… Olur mu, adamı karısının sıcak koynununda uyandırıp para istemek? Ama nasıl uyurum böyle?… Yaya Yedek Subay Okulunun kapısına dayanıyorum. Nöbetçi:

- Dur desin, parola sorsun, namluya mermi sürsün, silahını doğrultsun, umurumda değil. Ölüm ne ki?…

Nizamiyedeki nöbetçi üsteğmeni uyandırıyorlar.

- Sen sivilsin, öğrenci misin bakayım, ne arayorsun burda bu saatte? Üstelik sahoşsun da…

- Sizin, hiç onurunuz kırıldı mı’ıyla başlıyorum söze. Üsteğmenden dileğim, beş dakikalığına yatakhanedeki arkadaşlarımın yanına inip çıkmak.

 

-Allah cezanı versin, senden kurtuluş yok galiba diyerek izni veriyor.

 

          On dakika sonra nizamiyedeyim, paralanmışım.

- Üstteğmenim, erkek adamışsınız. Bu güzelliğinizi unutmayacağım, iyiliğinizi tamamlar mısınız? Lütfen bir taksi çağırtın!

          - Oooh, ne güzel! Bir kadın ister misin, diyor ama yüzündeki alaymasanın altında sevgi gizli.

 

          Taksi…. Londa Pavyonun kapısından balıklama…  İçeride, yine yalnız, benim dünya güzelim.  Elinden tutup bir masaya çekiyorum, nazlanmıyor, olumsuzluk bekler hali yok.

-        Garson, masayı donat!

Elli lirasını, ısrarını kırarak  çantasına ağdırıyorum. Dilimiz dolaşıncaya kadar içiyoruz. Sözcükler birer pelte, anlamı aktarmaya yetmiyor, ama gözlerimiz yetişiyor imdada. Tarih öncesinde, sözsüz birlikteğin mektebinde okumuşuz sanki.

 

Masalar boşalmış, herkes gitmiş, sadece ikimiz. ‘çıkınız artık’ gözlü şef garson… Bıraksalar, çıkmıyacağız iki esrik can.

-        Yerin var mı?

-        Var, ama olmaz.

-        Bana gidelim.

- Olmaz!… Yalnızlığımı silen büyüyü bozamam, bölüştüğümüz güzelliğe gölge düşsün istimiyorum. Nolur, bağışla beni.

Yılların dostu gibi kucaklaşıyor, öpüşüyoruz.

 

Yedek Subay Okulu bitine kadar o büyüyü, yeniden yeniden yaşıyorum gecelerce.  Her akşam, Londra Pavyona çekenn ayaklarımı prangalamanın zorluklarına katlanıyorum.

 

Okul bitince, Konya Astsuyay Nazırlama Ortaokulu  öğretmenmliğine atandım.  Konya’ının yassı doğasında, kendi dışındakilere kapalı sosyal yaşantısında hiç de esen değilim. Bir de öteki yedek subaylardan yaşlıyım ben. Sözlerimizin tınısı ayrı, kafa çaplarımız uyuşmuyor. Oyun moyun da bilmem. Kitaplar da avutmuyor eskisi gibi.  Dışarılarda olacağım akşamları, yalnızlığımı içkiyle uyuşturduktan sonra uyuyabileceğim.  Ayaklarım, o biçim yerlere yönelik, gün karardı mı. Bir akşam Şen Saz’da, daha bir yudum çekmeden,başıma dikilen bir hanım:

-Nerelerdesiniz Orhan Bey?  Yeli mi attı, selmi attı seni buralara, diyerek kucaklamak istiyor. O!…

-        Bir yanlışlık yapıyorsunuz hanımefendi, adım Orhan değil.

-        Vallahi, siz Ankara’daki Orhan’sınız , şaka yapmayın!

- Haa, anladım, beni amca oğluna benzetiyorsunuz. Vay herlege, vay zampara, sizi de mi öksesine düşürdü?

-Hayır, hayır! O, dünyanın en beyefendi adamıdır. Hem siz de şakayı çok uzun ediyorsunuz, Allah aşkına…

 

Gelecek hesabın fazlası kadar para bırakıp dışarı fırlıyorum.

 

 

Her akşam, yalnızlık yakamdadır, bölüşmenin ortak paydasına bir sahip bulmakta yoksulum. Akşamları, Şen Saz’a uğrama sancılarına tutuluyorum. Kiminde kapıya kadar varıyorum, ayaklarıma bin beygirlik bir güç koşarak geri dönebiliyorum.  Oradan sürgün edilinceye kadar yaşıyorum bu azabı. Sürgüne sevinilir mi, seviniyorum.

 

Ey, adını demediğim kadın, n’olurdu sana öyle bir yerde rastlamasaydım, öyle yerlerdeki ilişkilerin bataklık güllerine benzediğini bilmeseydim, bölüştüğümüz güzelliğin bağnazlığına bukağılanmasaydım…Yalan söylemenin üstüne, kötülük de ettim sana, biliyor musun? Bir kadın karşısında, bir daha  yere bakmamak için,  cüzdanımın gizli çeplerinde bir miktarı saklı tutarım, o günden  bu yana. Sen, benim zulamda paraydın. Ne çok sıkıntıdan kurtuldum böylece. Seni, almaya satmaya yarayan bir nesneye dönüştürdüm, beni bağışlar mısın?  Bilem ki, öykümüzü okuyup, acımı biraz anlayabilecek misin? Ama şunu  kesinlikle bil ki, o yalnızlığı bölüşmenin, bir insan yüreğiyle ortaklaşmanın büyüsünü bozmak istememiştim. Hem bedence, hem gönülce birleşmenin hazzını, kösnülce yaşamanın isterik ısrarını engellemek , kolay mı sanıyorsun. Benim cehennemim, seninkinden küçük değildi, hem vallahi, hem billahi.

 

 

BU SİZ MİSİNİZ BEYEFENDİ

 

 

          Ölüm bilincin yitişi… Gövde taşıyıcı kalıp… Sevgiyi, öfkeyi, özlemleri devindirip çiçek açtıran ya da kırılan özlemlerin, sevgilerin üzgü girdaplarında, insanı  gavur feneri gibi çeviren kan durdu mu, her şey duruyor. O duyumsamaları eğirip dokuyan, bilinçle erdem katına çıkarıp, insanlığın duvarlarına, bir iki minik tuğla koyma yörüngesinden düşüyorsunuz. Gerisi birer kalıp: Taş, ağaç, ot bile değil. Ölümü, gündemine düşürmeyecek çağlarımdan bu yana, ölümden nefret ederim. Gazete ilanlarındaki ölüm haberleri bile ağzımı kilitler, suskunluktur ölümün bana getirdiği.  O baş sağlığı âdetlerini,  cenaze alayı gösterilerini beceremediğim için, soğuk birisi sanırlar beni. Ne desen boş! Yok olan bir insanla, dünyanın bir yanı sökülüyor, yalnızlaşıyorsun, hele belli yaşları aştıktan sonra.

 

          Zorunlu olmadıkça gitmezsin, cenaze törenlerine. O da cenaze namazına kadar. Mezarlığına dayanamazsın, bir insanın toprağa atılışını için götürmez. Korkarsın artık ölümden: Artık buluşma yeri, / Cenaze törenleri. / Yelkovan fırtınada, / Akrep sele gitti. / Altında minnacık bir ada, / Gözünü yumsan, / Ayağının dibinde çocukluğun. / Bu muydu uzun koştuğun?  / Kardeşin olsa Arzaril, / Mesafe uzun değil. / ……/ Ölüm korkularından kanatlanan  / Akşamların sağrısında rahvan  / Kıdemli bir acı,  / Yüreğinin kapısında kişner durmadan.” diyen adam, cenaze törenlerine uzak dururdu hep.

 

Peki, ne çekti seni, kimin olduğunu bilmediğin şu cenaze törenine? Belli, varsıl, kalıtı bol birisi değil ölü, başındaki azlığa bakarsan. Tenha. Beş on  kişiden birkaçı da cenazenin kaldırılması için tutulmuş kişilere benziyor. Ölüyü tanıyor musun? Yooo!… ‘Nice bilirsiniz’e, ‘iyi biliriz’ yanıtını vereceksin. O da bir insandı, yetmez mi?

 

          Birisi, soran gözlerlerle bakıp duruyor sana. Yüzü, bellek yoklayıcı. Bir kıyıya çekilir gibi oluyor. Cebinden çıkardığı bir şeye baktı galiba.

 

          Kimindir bu cenaze? Tabuta iliştirilmiş ada bakıyorsun? Üzeyir Taşçı.  Belleğinin derinliklerinde bir tıkırtı. Haa, şu fotoğrafı  da bir şeyler söylüyor: T… Ortaokuluna  stajyer beden eğitimi öğretmeni olarak gelen Üzeyir’in yıpratılmış, çarptılmış, öğütülmüş görüntüsünün kırıntıları bunlar.  M…. Ortaokulunun yazmanı İhsan Bey getirmişti, o filintayı, ‘oğlumdur’ diyerek. İhsan Bey, 1930’larda anadilinin arılaştırıp durulaştırlmasına emek verenlerden birisi. Derlemelerinden anımsıyorsun onu.  TDK üyesi.  Düşünsel akrabalığınız var. İhsan Bey, delişmenini, bir tanıdığına emanet etmenin rahatlığıyla dönüyor. Üzeyir’in davranışıları falsolu, ama işini  beceriyor, ustası kerata. Gençtir, durulur diyerek, şımarıklığa kayacak, müdüre yaslanmışlık hallerini, birden bire yüze vurmuyorsun. Daha işin başırda, köreltmeyeceksin.

 

          Mezarlıktaki öksüz tören bitti. O, sorar bakışlı adam yaklaşıyor. Cebinden yıpranmış bir gurup fotoğrafı çıkardı. Üzeri işaretlenmiş birisini göstererek “Bu siz misiniz beyefendi?” Gözlüklerini takıp bakıyorsun, evet. Okul toplantılarından birinde çekilmiş.  Üzeyir’in yanında İbrahim, ikisinin arasından başını uzatmış Süheyla, şuhça. Ah, bu çok mavi boncuklu kız, bir İbrahim’e, bir Üzeyir’e umut vererek, onları az boğuşturmamıştı.  Bekâr odasında, iki delikanlının, birbirini  boğazlamak üzere olduklarını haber alınca koşup gitmiştin. Olayın, küçük kasabada dembel düdük olmaması için, az kimseye rica minnette bulunmamıştın. Üzeyir’le evlenmişti, o fıttırık. Yıllar sonra, deniz kıyılarından birinin meyhanesinde, düzenden aldığı payı göbeğinde domurtmuş kerestebayla senli benli kafa çekerken gördüğünde, nasıl fır geri etmiştin. O, senden yaşça küçük Üzeyir’in şu fotoğrafında, kaç tırmığı vardır o haspanın, hangi kazmalarıyla yıktı duvarlarını, o kaya gibi oğlanın?…

 

          - Beyefendi, Üzeyir Bey, iki oğlum var, hayırsızların adını bile anmıyorum, hoş onlar da beni aramıyorlar ya… Çok çektim çok. Kimilerini anlatmaya dilim varmıyor. Hele analarını… Çok az iyi insan tanıdım. Yalnızdım, hep yalnız… Bir tek iyi insan tanıdım, o da bu, der senin fotoğrafının üstüne,  incitmeden basardı parmağını.

          -Arayan soran olmadı hiç, Üzeyir’i?

          -Hayır! Sarhoşken araba çarpmış, sokakta bulanlar getirdi hastaneye.  Uzun süre komada kaldı. Ayıldı ama hiçbir zaman sağlığana kavuşup, hastaneden çıkacak duruma gelemedi. Trafik kazasında ölen dayıma benzediğinden mi ne, kanım meyletti ona. Fazlalık sayılan bu hastaya ben koştum sadece. Can ciğer olduk onunla. Vekalet verdi, emekli maaşlarını aldım getirdim. Ona bakmak isteyen başkaları da çıkıyordu artık, eli paralıydı ya… Benden başkasını istemezdi. Allah var, emeğimi zayi etmedi, beni kollardı paraca. Okumuş adamdı, nöbetçi olduğum geceleri, onun sözü sohbetiyle sıkıntısız geçirirdim.

 

          Ah, kabına sığmayan Üzeyir, sonraları durulmuş muydun? Seni, başka yere atanman için zonlamıştım, suçlu muydum?  Anımsar mısın? Anımsaman söz konusu olamaz, ölüsün artık.  Öyle soruyorum işte.  19 mayıs törenlerine hazırlanıyorduk, öncesinden. Çarşamba günlerinin öğle sonrasında, törene katılacak öğrencileri sana bırakıyor, kalanları kavak dikmeye götürüyordum: Kasabayı, Yeşilırmağın baskından kurtaracaktık. Biliyor musun, o kavak ormanı büyüdü, kasaba kurtuldu. Belediye, kavak satışından hayli para kazandı. Neyse, dönelim o güne. Taşkın öğrencileri, uzaklardan çekip çevirmede kullandığım düdüğü, masamda unutmuştum. Öğrencilerden biri geri döndürüp getirmesini istedim. Hizmetli senin aldığını söylemiş. Kim bilir, kendininkini nerede unutmuştun savruk çocuk!  Döndü, gönderğim öğrenci:

-        Düdük yok hocam.

-        Evlat, masanın üstündeydi, biliyorum.

-        Hayır, Üzeyir Bey almış efendim.

-        İsteseydin ya!

- İstedim, vermedi. Bir daha istedim. Müdürün de senin de…. diyerek ağladı çocuk.         

- Yanlış anlyamışsındır kuzum. Öğretmen öyle şey söylemez, dedim başka bir öğrenciyi daha gönderdim. O da ağlayarak döndü. Öğrencilerin yanında kızgınlığımı dışa vurmuyordum, dönünce sana hesap soracaktım.

 

Döndük ki, okulda ana baba günü: Bir yumrukta Demirci Mehmet’in oğlunun beş dişini dökmüş, sonra duvara çarpmışsın. Çocuk hastanede, beyin kanamasından korkuluyor.

 

Hasteneye koşuyorum. Çocuğun iyileşeceğini söylüyorlar. Ama kovuşturma başlatılmış. Çünkü doktor 15 günlük rapor vermiş. Evrak sacılıkta. Resmi görevlilerin, bu konudaki ivedisi, senin Şehir Kulübündeki taşkınlıklarının getirisi. Rapor on günlük olsa,  yönetsel soruşturmayla kurtulabilirsin, disiplin cezası yeter. Rica minnet doktorun, savcının dostuluğundan yararlanarak raporu on güne indirtiyoruz.  Sonra gerekeni söyleyceğim sana. Hele bir Demirci Mehmet yumuşasın da… Ama nerde yumuşama?…Duymuş olanları, hastanesini de, doktorunu da, savcısını da kalaylıyor. Hışımla dikildi karşıma. Vazgeçmiyor. Seni, iki ateş arasında bırakamam.

 

Zaman, ne getirecek bakalım? Kaymakam da peşinde olayın. Mal müdürünü muhakkik atıyor. “Benim öğretmenim yüksek öğrenimli, ortaöğerinmli mal müdürünce sorgulanması uygun düşmez. Hem de, olayın millî eğitimin üst kademelerince inclenmesi” gerekir savıyla geri çeviriyorum muhakkiki.. İl millî eğitim müdür yardımcılarından birine veriyorlar soruşturmayı. Dostlukları kullanarak, geciktiriyorum.

 

Zaman, Demirci’nin inadını kemiremiyor. O da haklı, üstüne varamıyorsun fazla. Bakanlık müfettişlleri damlamıyor mı okula. Arkasından Demirci, yeni dilekçesi elinde.

- Öğretmeni koruduğum için beni şikâyet et. Genç öğretmen, daha işin başında, onu bağışla Mehmet Efendi. Bak, müfettiş beylerin yanında söylüyorum, soruşturmayı bana yöneltsinler, beni cezalandırsınlar.

Yaşlı müfettiş, duygulanıyor. Çaylar, kahveler geliyor. Yaşlı müfettiş olaylar, acemilikler, sonradan durulmalar üzerine konuşuyor konuşuyor. Üç saat. Mehem Efendiyle müfettiş, hemşehri çıkıyor, Demirci şikâyetini geri alıyor.

-Beyefendiler, uzak yoldan geldiniz, yorgunsunuzdur. Ziraatin konukevinde yerinizi ayırttım. İzin verir misiniz, ben okuldaki işlerimi yürütsem de, okulu yarın sabah onurlandırsanız?… İncelik gösteriyorlar.

 

Başhizmetliyi çağırıp, okulun içinde kimsenin kalmamasını, yalnız Üzeyir Beyin beklemesini, anahtarı bana verdikten sonra okulu terketmesini buyuruyorum. Sonra seni çağırdım. Dış kapılar kilitli. Bodrum katına indik. Olayın, nasıl tatlıya bağlandığını öğrenmişsin, yüzün ışıltılı. Ama şimdikilere şaşkınsın. Ne diyeceğimi bilimeyen fırtınalardasın.

- Bana bak arkadaş, senin bana sövdüğüne, anamın sütü kadar inanıyorum, olanlar ortada. Yerlerimiz değişik olsaydı, bu durumda sen ne yapardın?

-        Cezalanman için, ne gerekiyorsa, onu yapardım.

- Açık yürekliliğine teşekkür ederim. Ya şu, anama avradıma sövdüklerin? Benden gençsin, üstelik sporcusun. Çıkar caketini diyor, caketimi çıkarıp hamle vaziyeti alıyorum, vuruşacağız. Duraksamadasın.

-        Şikâyet etmeyeceğim seni, haydi!!!…

- Ben eşeklik ettim bağışla, ellerini öpeceğim diyor, kızgınlığımın gerilmiş halatlarını, en ince yerinden kesiyorsun.

- Eşek değilsin, arkadaşımsın, bu bir. İkincisi el öpmem, öptürmem de… Üçüncüsüne gelince, başka yere atanman için elimden geleni yapacağım, kalleşlik olmasın.

          Buruk bir kucaklaşma.

 

          Dilekçeni vermişsin. Başka yere atandın. Oradan nelere gittin, ne yaptın? Birbirimizi yitirdik. Aramadık da zaten.

- Özür diliyorum Üzeyir Kardeş! deyip mezarından aldığım toprağı cebime dolduruyorum, gözlerim nemli.

Sorar bakışlı adam:

- Bu beyefendiyi bul, saygılarımı, özürlerimi ilet, demişti, bana rahmetli.

-        Hayır, ardakaş, ben ondan özür diliyorum.

 

Sen de benim cenazeme gelebilir, ‘Nice bilirsiniz’sorusuna ‘iyi biliriz’ diyebilir misin? Kırdıklarım, okadar çok ki…

 

Soran bakışlar,  ‘garip adam’ bakışlarına dönüşüyor.

 

 

                    AK POŞU

 

          Yaşanmamış sevdaların iç yurdudur, senin toprağın; hele iç Anadolu’nun kırsalı. On bir yaşında, yaya çıktın oralardan, yatılı devlet okullarına doğru. On yıllık gurbet öğreniminde, ancak yaz dilencelerinde uğrabiliyordun, o kendi kendine katlanmış toprağa, içinin çiçeği dışına domurmamış insanlara. Mayalandığın kırsalın benzeri yerlerde savruldun bir süre. Sonra başkent.  Sen, onlardan değilsin, biraz , artık: İçinden yontularak köylülüğünden sıyrıldığın için gönençlisin de, burukluğunu atamamışsın henüz. Kocakentlerin sevdalarını yaşayabildin mi? Sevda türkülerinde buruk: “Dikenlere takılan koyun tüyleri gibi / Tel tel güzellerin üstünde kaldı kalbim. / Ben değilim bu tenin sahibi” diye ünlersin. Türkü mü, sızlanma mı bu!

 

          Yeğenin Yılmaz’ın 18 Nisan’da Şırnak’ta vurulduğu haberi üzerine gelmiştin köyüne.  Dokularından oranın tortusu çımamış da olsa, yabancısın, bir anlamda. Ölüm, düğün gibi nedenler çıkmazsa, pek uğramazsın buralara. Sana sarılıp ağlaylanla dökülen gözyaşların, biraz da yabancılığını sızdırıyor.

 

          Mezarlıktasınız. Askerî görevliler, mezarı, bir gün öncesinden hazırlamışlar. Çukur başında bir ladin; incecik, umudun isterikliğinde göğe dönük. Dalında bir ak yemeni, hüznü dalgalandırıyor sanki, alıp götürüyor seni, çocukluk günlerine. Elli yıldan bu yana özenle sakladığın, değişik sevdalara yakalandığında boynuna doladığın  ak poşuyu anımsatıyor.

 

          Bağa bahçeye giderken Çavuşgillerin evinin önünden geçerdiniz. Yaşlı Ayşe Teyze, yolunu kesip kucaklardı seni hep. Kuşağının katmanından çıkardığı şekerleri, meyveleri sıkışkırırdı avcuna, çekinik. Anan, seni beklemez,  kuru selamı bırakarak yoluna devam ederdi. Zulandaki yiyeckeleri gizli gizli  yutar, ananın ardından zor yetişirdin. Oğlunu, bu kadar seven, o yaşlı kadına karşı, neden bir ışık açmazdı, ananın yüzünde? Sorgulamadan sürdü bu, yıllarca. Ne zaman ki delikanlılık çağına girdin, herkesin harmanda hasatta olduğu bir sırada, evine aldı Ayşe Teyze seni. Düğmelerini çözüyor, bedenine sarılı bir iç kuşak; eskilerin gurbete giderken paralarını sakladığı türden. Açtı, bir anahtar.

          -Şu yükleri  indir yavrum.

          İndiriyorsun yatak yorganı. Anahtarı uzatıyor.

          -Sandığı aç!

          Anahtarı çeviriyorsun. Şimdi kendisi sandığın başında. Bir beyaz poşu çıkarıyor; üstü sarı sırmalı ipek, işlemeli. Lavanta çiçeği kokusu yayılıyor.

          -Bu senin, sana sakladım. Kimseye gösterme, hiç de yitirme olur mu? diyerek kucaklıyor, sanki yavuklusuyla  kuytularda sevişir gibi.

 

          Delikanlısın, okumuşsun da, çevrenden, yıllar öncesini sorgulayıp öğrenebiliyorsun: Anadan deden Çimen Osman, elinde saz, çeşmenin yamacına oturur sevda türküleri söylermiş, Ayşe Kızın suya geldiği sıralarda. Çimen Osman’ın türküleri dinmemiş, Ayşe kız, evini sellere verecek kadar su taşımış, su akmış, zaman akmış. Aileler arasındaki husumet, bu sevdayı kara kuyulara itileklemiş.  Ayşe Kız’ı Çavuş’a vermişler. Çimen Osman, sazını kırıp atmış. Hafızlığa durmuş: Cami, çeşmenin yanında, ses caminin pencelerinden taşıyor, çeşmeye ulaşıyor. Hep camide Çimen Osman. Ayşe Kadın, kendine yetenin dışında, komşularının suyunu da taşıyor, kahrın karasını katlayarak. Çimen Osman’ın hadı Bülbül Hafız’a dönüşmüştür.  Okuduğu âyetlerin, ilahilerin sözü dinselde, tınısı karasevdadır. Bu kulak zinası, Çimen Osman ölene kadar sürüyor. Ondan sonra Ayşe Teyzeyi çeşmede gören yoktur.

 

          Dedeni, bebekliğinde tarlada unuturlar. Köylüler, eş dost olayı anlatırken, “Çimen gözlü oğlan, çimenlerin üstünde dağa taşa, börtü böceğe gülücük dağıtıyordu.” derlermiş.  Oradan gelirmiş Çimen Osman’lığı. Görüp göreceği yeşillik, o iş tarlasında kalmış. Bülbül Hafız’lığında yüreğine gömdüğü ulaşımsız aşkında ,hangi çölün alevini yaşadı, ne kadar Arap karasını, içine ağdırdı, bilemezsin ki… Sana, onun adını koymuşllar. Ne rengin, ne yüzün ona benziyor .Ben dedemi görmedim. Ayşe Teyzeyi de çeşme tarafında görmedim de hiç, o çimenli tarlarının oralarda, o yaşında karşın hırıltılı türküler mırıldandığına çok raslamıştım. Ayşe Teyzenin ondan bir koku aradığını, beni niye sıkı sıkı sardığını anlar gibiyim.

 

          Bir ses:

          -Dokunmayın, dokunmayın, kalsın, diye bağırıyor: Ladinin dalında hüzünlü hüzünlü sallanan yemeniyi çözmek istiyen askerlere. Yılmaz’ın anası Rukiye bu, kutsal emanetine saldırılanların isyanında sesi.

 

          Geldi geleli, Yılmaz’ın cenazesinden kolları çözülmeyen, gözleri başka yere yönelmeyen Rukiye’nin gözleri, ağaçların arkalarını arıyor. Gözünün izini sürüyorsun; ağaçların arasında görünür görünmez bir genç kız gövdesi; Kâh ağacı kucaklıyor, kâh doğruluyor, çömeliyor, yumğunun tersi sürekli gözlerini siliyor. Özlellikle erkek cenazesinde kadın kısmı, ne arar mezarlıkta? Hadi, anası deldi, o genç kız da kim???….

 

          Mezar yerini kim seçtiğini araştrıyorsun, bir gün önceden askerî görveliler seçmişler, ailenin ilgilenecek hali yok zaten.Askerden birini kıyıya çekip soruyorsun:

-        Kim  gösterdi mezar yerini?

- Kız kardeşi galiba, bir genç kız. Ağabeyi şehit olan kızın isteğini kırmayalım dedik.

 

          Yılmaz’ın kızkardeşi, dayı kızı, hala kızı yok ki…

 

          O yaşanmamış sevdaların yurdunda, nerde sere serpe aşkını yaşamak?… Gençlik kıpırtısı azıcık sezilse, “Falanın kızı , filanın oğluna bakıyormuş.”  dedikodusu destan olur. Orda sevdalar, kıracın kısacık baharında açacak gibi olurken haziran sıcağıyla kavrulan öksüz kır çiçeklerini andırır, yaşayıp yaşamadığı kayda geçilmemiş.

 

          Daha çok gelir gidersin, daha çok gelir giderler: Kocakentlere kaçarak gurbete dönüştürdüğünüz sılanıza: Sevdaların görkemi yaşanmadıkça… daha çok, birbirini öldürür bu gençler, sevda ağaçlarını çiçeklendirip meyvelendirmiyorsanız.

  

                    ÖZÜR DİLERİM HÜSEYİN PEHLİVAN

 

          Sabahın köründen, gecenin ortasına ,on beş köye uğarımışız. Kime rasladıksa,  dilimin döndünğünce ülkenin durumunu anlatmışım, kurtuluşun anahtarı sizde demişim, oyunuzu ona göre verin. Adamlar, çoğuncası onaylar biçimde dinlemişler. Yüzlerinde kim bu adam sorusu. Kim için oy istiyor? Hadi, hoşça kalın deyip ellerini sıkıyorum. Cipin sürücüsü İsmail, ellerine beni tanıtan resimli kâğıdı tutuşturuyor. Adamlar, okuryazar mı, onu düşünemiyoruz. Çok insanla tanışmak, onların desteğini almaktan başka bir şey yok aklımızda.

 

          Gövdem pelte. Sesim kısık. Bitkinim.

          - İsmail,  yakında bir yer yok mu, biraz dinlensek, diyorum. O dünden razı.

- Şul yakınlarda Soma köyü  olacaktı beyim.

-        Sür oraya!

Cipin farlarının aydınlanttığı yolaktan ibaret dünya; çevresiz,uzun bir çizgi. İki yanınız karanlıkla örülmüş dik, keskin bir duvar, öcü ormanı sanki, sizi, ayarladığı yöne sürüklüyor sanki. Ondan kurutuluş umudu yokmuş duygusunda kıvarıyorsunuz. Birden bire dünya sallanıyor. 1939 depreminde yıkılan toprak damın altında kalmışım ben, çocukluğumda. Üstelik damın bir yanı tutuuşmuş yanarken.  Ufak bir sallantı, benin için kıyametin  kopuşu.

-        Dur İsmail!

Cip duruyor, iniyoruz. Farların aydınlattığı yerin ötesi yok. Bier uçurumun başında mıyız ne?  Amanın, bir toprak damın üstündeyiz, üç metre daha gitsek, damdan uçacakmışız. Dikkat kesililyoruz: Burasının, bir köy elveri topluluğu olduğunu anlıyoruz, sonradan.   Gece yağmuru öncesinin zifiri karanlığı, ziftlemiş her yeri. Bu ziftli zeminden ayağınızı sökemeyecek gibisiniz.  Çevreden ne bir tıkırtı, ne bir görüntü… İsmail ile ben, ucu bucağı belirsiz zindan ortasında, seçilemeyecek, zavallı iki noktayız. Neden sonra, bir ışık sızıntısı görür gibi oluyoruz. Cipi, damda bırakıp, o ışık sızıntısına yöneliyoruz.

 

Işığın sızdığı damın önündeyiz. Sesleniyoruz, yanıt yok. Bilirim, kilit kullanmaz köylü.

-        Hele, şu kapıya bir bakalım.

Kapının gövde ortasına çakılan çiviye bağlanan ip, sövedeki öteki çiviye  tutturulmuş, o kadar. İçeri giriyoruz. İyice kısılmış bir gaz lambası, Işığı çoğaltıyoruz.  Ocakta çalılar var, terekede çay bardakları, demlik ve benzerleri. Çay şeker de yok mu terekte… Ateşi yakıp demliği sürüyoruz ocağa, peykelere yaslanıyoruz. Anadolu köylüsü, akşam karardı mı silinir gider, bulamaz sınız, ama malına, çevresine bir yabancı sokuldu mu, ölü sessizliğinden uyanır birden, tilki yaya kalın yanında. Kapı açılıyor,  kapının boşluğunu  dolduran bir gövde, güvenli adımla beliriyor. Onun sözüne fırsat vermeden:

- Pehlivan, sen mi bize hoş geldiniz diyeceksin, biz mi sana?

- Siz hoş geldiniz. Ben muhtar Hüseyin Pehlivan. Bu ışık, hep yanık durur, konuklarımız için.

         

          Bende gizli bir sevinç: Adamın pehlivan olduğunu çıkardığıma göre, aramıza bir ilmik atıldı, onunla anlaşmanın kulpunu yakaladım diye.

          - Yel mi attı, sel mi attı ? kimsiniz, nereden gelir, nereye gidersiniz? Çayınızı hazırlamaya girişmişsiniz ,iyi. Yabancı olmayacaksınız, bizlerdensiniz herhalde.

- Evet, diyor İsmail,  beyefendi millevikili adayımız Orhan Boyluoğlu.

- Duydum adın, Taşova’nın bir köyündendi galiba. Bizim derdimizden anlayacak birisiymiş diye söylenir, buralarda.

 

          Ooh, ilmikler sıklaşıyor, muhtar da olduğuna göre, bana yardım edebilir umudu çoğalıyor içimde. Eski tanıdıkmışçasına tokalaşıyoruz. Pehlivanının yüzüne izleyecekbilecek konuma oturuyorum, yerimi değiştirip.

- Aç mısınız, yemek hazırlattırayı mı?

- Hayır,  evi rahatsız etmeyin, azığımızı yanımızda taşıyoruz, gece gündüz dolaştığımız için. Hem aç da değiliz.

- Orhan Bey, Taşova’nın hangi köyündensiniz?

- Tekke’den, İsmail Hocanın oğluyum.

- Bilirim sizin köyü, birkaç gece uğramışımdır. Baban da imamdı galiba.

 

           İletişimi sağlama oturtma umutlarım çoğalıyor: Öyle ya  kendisi gibi köylüyüm, babam imam, köylü dinine düşkündür, aynı telden vuracağız. Bu adamdan destek alabilirim.

- Pehlivan nicin bizim köye gelirdin, niye geceleri?

- Ayıngacılık (tütün kaçaklığı) yapardım , o zamanlar. Sizin köy de tütüncü ya…

 

          Halktan yana, sömürünün karşısında birisi değil miyim. Zaten salt kendim için değil, halkıma hizmet için bu işe soyunmadım mı? Partimin felsefesi de buna uygun.  Az mı kitap okumuşum, sosyal konularda, bu yoldaki örgütlerin içinde az mı kavgaya durmuşum. Adamını buldum canım. Çarpık düzenden başlıyor, onun kaçakçılığını yaptı tütün tarlasında doğuşumdan, tütünün yetişterilmesindeki zorluklardan, tütün yetiştiricisinin sömürülmesinden başlayarak kapitalist düzen üstüne ne biliyorsam sıralıyorum. Sanki karşımdaki tek kişi değil; kocaman, yüksekte  bir kürsüden, yüz binlere sesleniyor, ülke halkını aydınlatıyor, bilince çağırıyorum. Sözlerimi daha çarpıcı  biçeme döküyor, köylü  yaşamından örneklerle donatıyor,yaşadığımız çarpık düzeni, bütün boyutlarıyla eleştiriye alıyorum. Konuştuğum yerlerde insanları heyecanlandıran, kiminin gözünü yaşartan sözlerimin, en küçük yankısını bulamıyorum, Hüseyin Pehlivanın yüzünde. Toplumcu rüzgârda uçan balon, sert bir kayaya çarpıp parçalanacak.  Kafamın içindeki filmi geriye çevirilorum, bir yerde, dokunacak bir sözmü ettim? Yok!  Adam sözlerimi itirazsız dinledi de. … Algısız birisi mi?  Hali tavrı, öyle bir yargıya götürücü değil. Neden?…

- Halin vaktin nasıl, geçim derdiniz var mı?

- Yok, Allaha şükür. Traktörüm, kamyonum var, arazim geniş. Artezyen açtık, sulanıyor. Bu sıralarda ürünümüz az buçuk para ediyor. Bankada biraz param var. Şehirde bir apartman yaptırdık, yaptırmaz olaydık, çocuklar şehre göçelim diye tutturdu.

          - Maşallah, iyi kazanmışsın.  Hayli sıkıntı çekmişsindir, bugünlere gelene kadar yaşadıklarını düşünürsen, yokusulun halinden anlarsın.

          - Beyim, geçmişlerimi rahmetle anıyorum. Hepsi, benim çalışmamdan değil, babadan kalana pek çok şey ekledim diyemem. Sadece  zamanın gereklerini yapmaya çalıştım.

          - Öyleyse, niçin ayıngacılık yapmıştın? Eskilerin anlattığına göre, aygıngacılar  çok sıkı izlenirmiş. Zormuş. Tütün kaçakçılığının hiç  payı yok mu birikimlerinde?

          - Var diyimem. O, gençliğin gereğiydi. Vurulduğum kızın gözünde büyümeliydim hani.

- Nasıl?

- Benim delikanlılığım, 1930’larda.  Battal Gazi Destanı gibi anlatılırdı: Önceleri, cerverede çeteler varmış, onların yiğitlik öykülerini dinlerdik. Rum’u, Edrmeni’yi sürdükten sonra düze inmişler, sürmüş onların ünü şanı. İmrenerek dinlerdik onların masalını, büyüklerden.  O zaman, sizin önünüzde açılan okullar gibi okullar yoktu ki... Ben çevrede, ilkokul bile hatırmıyorum. Koca ilde sadece bir ortaokul vardı galiba. Pehlivanlık yetmezdi bana, buralarda pehlivan çoktu.  Ancak ayıngacılıkla ün alabilirdim. Kolcuları, nasıl atlattığımı, silahlı çatışmaları anlatırken, milletin ağzı açık kalırdı.

 

İmparatorluğun yıkımından, ihmalinden, Cumhuriyetin olanakszılğından söz etmeye çalıştımsa da, dilmin bağı tutuktu.

- Yatak hazırlatayım mı, dedi pehlivan.

- Yok, sen yat hele, sabaha az kaldı, yetişeceğimiz yer uzak.

Hüseyin Pehlivanı, çıkıp yatmaya razı ettim. İsmail uyukluyordu. Uyku tutmuyor beni.  Yılların ihmali çarpılmıştı suratıma. Hüseyin Pehlivanlara okul mu açmıştık? Ürününün değerlendirmiş miydik? Kimi köylerde, Hüseyin Pehlivan gibi, köylüce sivrilen kaç kişi? Kağnı,  bulgur pilvı, kurufasuylye, ibrik… Onlar da  kısıtlı çoğunda. Etiler çağındayız sanki. Koca koca okullar bitirmiş, odalar dolusu kitaplar devirmiş ben, toplumculuk nutukları atıyordum ona.  Adama ayıngacılıktan başka yol mu bırakmıştık, ün alacak, kendisini kanıtlayacak?…

-Kalk İsmail, dedim, önce yolu keşfet, farları yakmadan cipi sessizce indir damdan. Yine farları yakmadan çıkalım köyden.

           Çantamdan bir kâğıt çıkararak, at nalı gibi harfelerle ÖZÜR DİLERİM HÜSEYİN PEHLİVAN yazıdım. Bacanın kaşına iliştirdim.

          Yine uzandık karanlık yola, Karanlık gövdemize sıvanmış, gidiyoruz.

 

                    SAKARYA CADDESİ SİLME HÜZÜN

         

 

          Sakarya Caddesi hüzündür, burukluktur, kendinise varamamışlığın kısıtlanmış adıdır. 22 gün 22 gece kanlı boğuşmayla kendisinden kat kat üstün üstün saldırgana karşı kazanılan utkunun tadını, enine boyuna yaşayamazsın, caddenin adıyla serüvenindeki çelişkiyi düşündükçe. Niçin, bu  ulusal utku,  ezikliğe dönüşür sende? Kızların yavuklusuna ördüğü nakışlı çorapları orduya yollayışından yola çıkar, orada yiten yüz binlerce gencin acısına varırsın. Kurtuluş Savaşında yitenlere yakılan ağıtların ezgisidir, içinde yankılanan, orada şehit olan iki amcanla birlikte.

 

          Cadde deyince, böyle kısık mı kalmalıydı? Başkenti boydan boya  kesen, ara yollarıın kendisine bağlandığı bir anayol olması gerekmez miydi? Kimdir,  bu adın anlamını sokak boyutuna indiren?  Ankara’ya geldiğinde, orasının kıstırılmış bir kasaba sokağı olduğunu görünce, nasıl burkulmuştun? Ama hiç olmazsa, o Sakarya Meydan Savaşının kazanan halktı, oradaki  derme çatma dükkânların sahibi, müşterisi. O zamanlar, doğusundan giren ince bir yel, buruklukları siler götürürdü biraz, Sakaryalılar, azıcık da olsa serinleyebiliyordu.

 

          Oynadılar Sakarya Caddesiyle: Biri getirdi, doğu ağzının önüne ucube bir bina kondurdu, mafyanın ticaretine bıraktı. Ötekisi üstü açık birahanelerle doldurdu, geçiş alanlarını. Yaz kış, mezesiz birayla  sağlıklarını zorlayan  gençlerin tünediği masalar, senin içine atmıştı, kazık ayaklarını. O Sakarya’yı kazanan gençlerin, gizli gizli eritildiğini düşünür, ezilirdin batman batman. Sözüm ona, daha akıllısı, karman çorman çiçekçi barakalarını sıraladı.  Neyse, çiçek satılıyor, der biraz avunurdun. Arkadan geleni, durur mu, o da üst geçit bahanesiyle, yelini kesti sokağın. Sakarya’ya nefes aldırmamaya ahdeylemişler.

 

          Sakarya,  senin için, ulusal övünç olduğu kadar buruklukla sarmallaşır, üsütündeki gençleri gördükçe, bir hüzün çöker yüreğine. Aman bu çiçekler örselenmesin tutkularındasındır, elinden bir şey gelecekmişçesine.

 

          Beton suratlı Sakarya Caddesi, maganda kabadayılığında;  meyhaneleri, el değiştiren işyerlerini çekmiş kucağına şimdi. Yasa dışı at yarışlarını seyrediyor sarhoş masalarından, umarsızlığını içkiyle içkiyle susturmaya çalışanların dolaşık adımlarını yiyor, eğitim ticarethanelerinden boşanan kızları, oğanları, gurbetçi kuşlar gibi, kaldırımlarına sıralıyor. Kitapçılara yüz verdiği yok, onları han katlarına sıkıştırmış. Kafa çekeceksen, ilk adresin benim diyor. İster burukluk duy, ister hüzün, ondan geçmek zorundasın;  posta kutun orda, kitapçın orda, kimi dostların o çevrede. Hüzün yolundur senin Sakarya Caddesi.

 

          Bir aydınlığa yönelişin başlangıcıydın,  niye  çözülüşün, özünden yozutmanın, karanlığa uzanışın yolu oldun Sakarya?…

 

                    EN GÜZEL ENAYİ

 

          Akşamın alacasında, Sakarya Caddesinin ortasında dört delikanlı; ikisi kız, ikisi erkek.  Eğitim ticarethanisinden çıkmışlar, arka ceplerine katlanarak sokulmuş defterlerinden belli. Tıfıllığı aşmış, ekeleşmişler biraz, lise sınıflarındaki haytalığın açığını kapatıp , üniversiteye girebilmek umuduyla, ana babaları zorlamış onları, halleri böyle söylüyor.  Kızlar, oğlanların kolunda biraz iğreti, arkalı tutuyorlar kollarını, oğlanlar ileri çıkık, horoz  atakllığıyla dikeliyor. Belki bir iki bira çekmeyi düşünüyorlar, cepleri  yetecek mi, onu konuşuyorlar. Yok! Kulak veriyorsun, sözleri dik, ağız dalaşındalar.  İzlemeye alıyorsun. Kızlar, kimin boğasının üstün  geleceğini bekler duruşta. Ah şu kızlar, kadınlar, vazgeçilmez  çekicikleri, incelikleri örer, insan olma tadına erişimi sağlarlar da, bir de öteki yanları var. Hele gençliklerinde, kafa kısırlığında: Bir resim düşüyor usuna, hani kösnük bir kadın, azgın boğaya sarılarak mest olmuş görünümdeydi onda. Erkeği, azgın boğa olarak düşlemek, kadınların ilkel yanı mı, doğal kösnüllüğü mü?…

 

          Sesleri, daha da dikleşiyor, gövdeleri atağa çıkış durumunda, vuruşacaklar.

 

          Yıllar öncesine dönüyorsun: Rüzgârlı’da Gümüş Palasta kalırdın, akşamları da altındaki Kazablanlanka’da içerdin.  Birisinde, sokaktaki gürültü, içeriyi de dolduruyordu.  Kalktın, ne oluyor, bakacaksın.  Garsonlar, “Aman ağabey çıkma, fena kavga var, polis bile müdahale edemiyor.” diyor. Aldırmıyorsun.  iki gurup , karşı saf tutmuş, bir o yandan, bir bu yandan ileri atılıyorlar.  Orta çizgiye giriyor, ellerini  ‘durun’ anlamında kaldırarak, iki yana birden sesleniyorsun:

- Hangi tarafta kalem var?  Çabuk bana bir kalem verin!

Hoppala, kalem nerden çıktı? Duralıyorlar. Fırsattan yararlanıp konuşmanı sürüdüyorsun.

-Bakın, içeride içiyordum, rakım yarım kaldı, bitirmeme izin verir misiniz? Şimdi dünyayı, şu orta çizgiden ikiye böleceğim, şu tarafı sizin, ötekisi onların olsun. Rakımızı bitirelim yahu! Sonra yok oluruz, ondan sonra dünya hepten sizin. Birer yarısı yarısı , sizlere yeter sanırım. Yaşamak varken dövüşmek, ölmek niye ki?…

Güülmsüyorlar.

- Neyi bölüşemiyorsunuz ulan?  Dünya, herkese yeter. Anlaşılan size içikiniz az gelmiş, buyurun  hepiniz konuğum olun. Sabahleyin, isterseniz, yine dövüşürsünüz, hadi!…

Şimdiye kadar kenarda duran polis, karakola götürecek.

- Olmaz! Onlar benim konuğum. Al kimliğimi,  yarın benden sorarsın, gerekiyorsa, beni götürsün, diyor, yedeksubay kimliğini veriyorsun.

- Amma hoş adamsın teğmenim.

- Ne sandın ya memur bey? Senin de işin azalmış olur.

 

          Ömürlerinde öyle bar pavyon türü yerlere girmedikleri belli. Yumuşuyorlar, bakışları durakmsamalı. Elebaşı olduklarını sezinlediğin iki yanın kabadayısını koluna takıyor:

- Ayıp olur, davetimi kabul etmemeniz, haydi!

İçeride,  şefgarsonun bakışı, ‘ o kadarına paran var mı’ gibisinden.

-Buyur şef, işte cüzdan! Her akşam  geldiğimi, üstünüzdeki otelde kaldığımı biliyorsun. Bu gençleri konuk etme onurundan, kimse alakoyamaz beni.

          Masa donatılıyor, içtikçe, azgın tavırlar ehlileşiyor, şaka şamata,  barışın kapısı açılıyor. Zaten sorun, incir çekirdeğini doldurmaz soydanmış. Üstelik, aynı mahallenin yeniyetmeleriymiş bunlar.

 

          Niye, bu çocuklara da aynı yöntemi uygulamayacaksın? Kızların önünde, birinden biri madara olacak. Ömrü billah, o acı, içinden sökülmeyecek, belki  de çok kötü sonuçlar doğuracak, bu yenilmşlik, sonrasında. Biribirine atılmak üzere olan iki horozun arasına giriyorsun şıppadak.

- Anlaşılan, sizin kas gücünüz harcanacak yer arıyor. Bakın, biriniz bir yandan, ötekisi öbür yandan, vurun bana, vurabildiğiniz kadar, size yazık olmasın.  Ulan, sizin ikinizi de Yeşilçam görse, hemen kapar. Kızlar, siz de Amerikaya filalan gitmeyin, Holivut bırakmaz, ülkemiz iki güzelden olur. Horozlar ibiğini indiriyor, kızların gözü parlıyor,yüzleri çiçekleniyor.

- Hadi gelin. Sizlere bira ısmarlıyayım, içki kızgınlığı bastırır.

 

          Birahaneye giriyorsunuz, önce çekingenlik... Derken hava ısınıyor. Meğer aynı okulun, aynı sınıfın öğrencileriymişler, geçen yıl. Sorun hiç!…

         

          Can ciğerler artık. İki saat söyleşiyorsunuz, yağmur sonrası güneşle açılan havanın paraklığında çıkıyoruz birahaneden. Sakarya’nın Atatürk Bulvarı ağzında, hepsini öpüyorsun.

- Bakın, ben yaşlıyım, izin verin de ayrılayım.

-Güle güle baba, çok sağol!

         

          Köşeyi dönerken, bir sigara yakacaksın, bir yandan da ,onları izleyeceksin, yine kapışacaklar mı? Yok!. Onlar değil sanki, öncesinde dalaşan. Arkadan, arkadaşları geliyor.

- İyi akşamlar ulan, nasıl gidiyor kızlar? Anlaşılan siz de iyi oldunuz bu akşam. Daha canımız istiyordu, ama paramız yetmedi.

- Bizim de paramız yoktu, yol parasından başka.

- Eee, nasıl çektiniz kafayı?

Anlatıyorlar, duyuyorsun. Ötekiler:

- Ulan, o enayi nerde, biz de aynı numarayı çekelim de tamam olalım. Hadi gösterin, uzaklaştı mı?

 

Sigaranı yakmadan sıvışıyorsun.

         

 

                    BOŞ VERSENE

 

          Buluşmalara giderken koşu atısındır sanki, dakika şaşırmadan varacaksın, sözleştiğiniz yere.  İvecenlik sancısından kurtulamazsın. Borç mu almışsın, gününde ödeyeceksin, içinde bir ağırlıktır ödeme günü, dürtükler durur. Birisine verdiğin sözü aksattıysan, aynalara bakamaz, traş olurken yüzünü kanatırsın. El saygısı kuşatmış özünü; o çekip çeviriyor seni. Hep eli günü hesapta tutmaktan sıkıldığın olur, başkaldırasın gelir, yapamazsın. ‘Gayrıya saygı duymayanın, kendisine saygısı olamaz’ adlı bükülmez bir eksen yerleştirmştir içine; savruklaşan duygularına, tembelliğine izin vermez: Sere serpe kendini yaşayamazsın.

 

          Mektup mu almışsın, kitap mı gönderilmiştir, hemen yanıtlayacaksın; göndereninin konumuna, düzeyine, ilişki bağlarına bakmadan, ayrıcalıksız. Hani, geciktiğin olursa, o kişi kocaman bir mertektir, boylu boyunca sana sarılmış; onunla yatar, onunla kalkarsın, ayağını bacağını istediğin  gibi uzatma esenliğin ırak. Beyninin ortasında tıkırdar durur ihmalin. Zaman zaman  ‘Daha iyi ya, o kişiyi belleğimde taşıyorum, iç gündemimin birinci sırasından düşmüyor “ desen de, avutamazsın kendini.

 

          Dünya, evrenin paraçlarından sadece birisi: Dünya’da Türkiye, büyücek bir nokta; Ankara, Türkiye’nin içinde bir nokta; senin evinse, mikrokopla bulanabilecek bir noktacık bile olamaz; sense altı milyarın içinde adı sanı belirsiz, etkinliği önemsiz birisisin. Niçin, her sabah,  dünyayı yeniden kurmaya uyanırsın; düş dalların evrene yönelik, her şeyi düzeltmenin çabasına düşersin,  olumsuzlukların ağırlığını yüklenirsin? Karıncanın Himalaya’yı sırtlamaya soyunmasına benzer bir gülünçlük değil de nedir bu? Kurtulamazsın, evrensel değerlerin öksesinden, ilke edindiğin düşünüşten, tutumdan. Gönüllü tutsak mısın ne?…

 

          Bir katkısı olacakmış gibi, her sabah, birkaç gazeteyi okuyacaksın, gün boyu saçma sapan haber bültenlerini izleyeceksin, oynak politikacının, içi boş demeçlerini dinleyeceksin; bunlar üzerinde düşüneceksin, eşinden başkasına ulaşamayacak eleştirelerde bulunacaksın. Kimi olumluluk kırıntılarını yakalayabilirsen, umudun kanatlarına bineceksin.  Çoğuncası da öfkelecek, terbiyeden tezikecek, topuna birden, basacaksın kalayı.  Sana ne be adam? Solda sıfır bile değilsin! Kim yükledi sana böyle bir özgörevi?  Ateş olsan, bir tutam pamuğu tutuşturabilir misin? Kimin yarasına merhem olacak gücün var? Yok,yok , kurtulamıyorsun. İnsana insana eklene eklene kurulmuştur uygarlık örgüsü, sen onun borçlususun…

 

          Şu  günü birlik salıncaklarda  uyuyanlara, ne kadar öfkelensen de, gizli gizli imreniyorsun biraz.  Onlar, kendilerini törpületmeyor sürekli, senin gibi; bencilliğin dışındaki terterele  doğrattırmıyorlar kendilerini. Evler mi dersin,  gıcır gıcır arabalar mı dersin, yazlıklar mı dersin, benzeşikleri çoğunluktan aldıkları saygınlık mı dersin; senin düşlerini çatlatacak bollukta… Sanırım, deli dervişler bile, yaşamın zevklerini somurmada sencek yozutuk değillerdi.

 

          Cebeci’den binmiştin dolmuşa: Bozuk paranı hazırladın, sürücüyü söylendirmeyeceksin. Kurtuluş Ortaokulunun karşısındaki benziklikte durdu dolmuş.  Bodur kereste boylu, patates tombalaklığında, domates yüzlü birisi inecek, keyfini incitmedi beyimiz. Zincirini sallıyor, sakızına ıslığını da ekliyor, arada bir. Saatine baktın, tam on üç dakika bozuk para arandı, telâşlanmadan. Sürücü kızacak sanıyorsun, balıkçı sabrında. Hareket ettik. Sordun sürücüye:

-        Ben böyle davransaydım, ne derdin?

-        Kızardım, belki de arabadan atardım seni:

-        Niçin?

-        Sen, o tipten değilsin ki…

Toplumsal enayilerin iç yapısı, yüzlerine yansıyor mu ne?…

 

Ne güzel kışırında yaşamak!… Ağacın sıkıntısı, kök salıp kabuk bağlayarak yerinde sağlam dikelene kadardır. Ondan sonrası kolay;  yel ne yandan eserse dallarını o yana bırakır, esinti geçince doğrultur. Topraktan ne kadar emdiyse, o oranda meyveye durur, o da meyveli türdense. Meyvelerini, kendi dibine  bırakıp yeni besine dönüştürmesi de ayrı…

Yerleşikliği kazık; ona koşmak ,buna koşulmak, özgecilik, şu ilkeye bukağılanmak yok. Bier sorunun, sorumluluğun ardında seğitmek yok.  Sulanırsa boylancak, gübrelenirse gürleşecek. Birisinin bir yerlerini incitmezse dalı budağı, olduğu yerde imparatorluğunu sürdürecek, kendisinden başkasını yaşamayacak, ‘Ne senden bana, ne benden sana’ görünüşte; gizlisinden ‘Rabbena, hep bana’. Derdi tekil, duyumu tekil, esenliği tekil. Orman ağacı olup ötekileriyle dal sürtüştürmenin, çiçektozu alışverişinin ne gereği var? Kendisine getirisi yoksa… Ağaç olacaksın ağaç! Tekilinde, kışırında  odun soylu....

Bizimkilerin, o dolmuştaki ‘gamsız reis’lerin , ağaçtan üste getirileri de var: Ne de olsa insan biçiminde yaratılmanın, toplum içinde görünmenin verilerinden paylarını aşırmışlardır, kışırında olmanın üstüne bunları da eklediler mi, elbette senden üstün, senden esen olacaklardır. Öfkelenirken, imrenirsin alttan alttan, bencilliğin tezgâhında kendisini işleyenlere, yine özgeciliğin bağnazlığından kurturamazsın kendini, bir türlü.

Çocuklarınla yaşamı paylaştın, onların ilk örnegi sendin, ister istemez. Senden bulaşan toplumsal enayilik, onlarda gedikler açtı, sere serpe yaşamın özürlüsü olmalarında payın yok mu, senin?  Korkarım, torunların da sana benzeyecek.

Yağmur sorsanının güneşinde, ilk aşkın bakışlarını parlatan gökyüzünden haberin var mı? Sırt üstü, bulut güttün mü hiç? Ankara’nın akşam ufkuna, kızıl moruna donuk maviyi bindirmiş resimler çizdin mi, onun al ipeğinde gelin güvey olup sektin mi?  İpleri kırıp , bütün limanları unuturak sonsuz denizlere açıldın mı, gerçekte değilse, düşlerinde? Sağır duvarlardan sızan sevinç kırıntılarıyla kaç kez könsüdün? Kurallar örüyorsun, onu bozmasını beceremeyen doğrusunu da yapamamıştır, inan ki. Eksiğinle gediğinle sen değilsen, yutmam bunları!

Geçilen adreselere, bir daha dönülmüyor.

Hadi, boşversene!…             

 

HERKESİN ÇİZGİSİNE

 

          Öldüresiye dövüyor, anam değil sanki. ‘Komşunun folluğundan yumurta çaldım, yumurta dövüştürme oyununda ütüldüm’ dersem bıracak. Vurdukça kıvranıyor, hopluyor, ama direniyorum. Çünkü doğrudan sapmayayı öğütleyen de o. İstediği yanıtı vermek, yalan söylemek olacak. Öfkesinin fırtınasında. Hiçbir şeyi dinleceyek hali yok.

          Sevmiyor muydu anan beni? Seviyordu, ‘babamın adıdır’ diye üstüme titrerdi, gül yapğından sakınırdı. Onun derdi, yumurta değildi, oğlu yalana alışmasındı. Değil yumurta, evini ocağını feda ederdi benim için. Aanamgilin geleneğinde dayak,eğitim aracıydı. Allahımız da kullarını, cehenneminde yakarak uslandırmaz mıydı?… Dürüst, onurlu bir ailenin kızı/gelini anacağım, oğlunun kötü yetişmesine dayanamazdı da…

          Yumurtaları, şikâyetçi komşunun oğlu Kaya’nın çaldığı anlaşılınca, bir kucakladı, bir kucakladı; bağrının derinliğinde yitirecek de, yeniden doğuracak.. Gözleri çeşme, okşuyor, ‘yavrum’ üstüne ‘yavrum’ dökülüyor duduklarından, arasına darı tanesi sığmamamcasına. Öpüyor, öpüyor… Oğlunun emize çıkmasında domuran çiçeklerdi, öpücüklerinde açan. Sanki ben Allahıyım da kendisini bağışlayacağım, öylesine yalvarıyor.

 

  Ah,o, dayağı sertliği eğitim aracı sayma geleneği!… Ben doğmadan bizim köyde çalışmış Mustafa Muallimin destanı  düşmezdi, köylümüzün ağzından. Ne kadar iyi öğretmenmiş, çocukları adam etmek için basarmış odunu. Mum edermiş mum.  Okul çağına gelinceye kadar Mustafa Muallimin dayaklı eğitimine övgülerle doldu taştı kulağım.Öğretmenleriminizin, olur olmaz nedenle dayağa başvuruşu, o günkü dünyamın olağanlarındandı. Ama arkadaşlarımın bileğini kerpetenle sıkan, çırım çırım çığırtan öğretmenlerimden irkilir, korkar, dayağa uğramamak için sakanırdım da, isyan duyguları kabarmazdı içimde.

Yıllar geçmiş, okullar bitmiş, ben de öğretmen olmuştum. Öğrencilerimi sevmekle birlikte onları  hırpıalamaktan çekinmezdim. İyiye yönlendirmeyecek miydim onları?… Uluköy İlkokulunda ,öğrenci Kâmil’i çektim odama, doğruyu söyleteceğim. Direniyor.  Hırpaladım biraz. Nasıl ağlıyor?… Gözyaşları, dağdan aşağı vuran deli sel, alıp kirli çamur olarak düze seriyor beni. Sular kirli, dünyanın bütün çiçekleri kanıyor. Eilimi kaldırabilir miyim?… Öfkemin balonuna binlerce iğne batırılmış… Sarıldım Kâmil’e, ben de ağlıyorum. Ne yapacağım şimdi?…

Çat kapı!… Müfettiş Bey!… Öğretmen ağlıyor, öğrenci ağlıyor.

- Nedir bu hal?

-        Bu öğerciyi dövdüm de efendim…   

Garipsedi Müfettiş Bey, güldü bana.

-        Daha yenisin, alışırsın dedi.

Ne sorgulama, ne öğüt, Çocuğu savdı, okulla ilgili işlere eğildi. Acemi çaylağa kılavuzluk ediyor. ‘Ne baba adam be! Darılmayacağını bilsem, kucaklarım.’  Sevdim, Müfettiş Beyi… Yıllar sonra gerçek insanlığa tırmanıp ana/baba öğretmen niteliğini kuşandığımda, Müfettiş Beyin, iç albümümdeki güzel resmi puslandı, tersine çevirdim onu.

 

Kızım değildi doğan; şimdiye kadar farkına varamadığım, yepyeni, pırıl pırıl bir dünyaydı, umut dolu;  insanın eline koluna güç katan,  yüreğini istimleyen.  İlk çocuk,  iğreti baktığımız yaşama, aslan pencesiyle sarılışın anahtarı mı ne? Her türlü zorluk, vız gelirdi bana. “Yassıl dağlar yassıl / Osman Efem geliyor” türküsünü dolamıştım dilime. Kızın için, yüreğin sök deseler, koparır verirdim, duraksamadan.  Çocuklar insanlığa, gerçeklekten eklekmlenişin, kendinizi başkalarına adayışın mutluluk çiçekleri olsa gerek…

T….  Atatürk İlkokulandaki sınıfımda kız/erkek otuz çocuk. Hepsi kızım: Bunun eli, şunun kolu, ötekisinin bakışı, başkasının dudak büklümü kızımınki. Hepsi kızım! On yaşlarında otuz çocuk birden, yeni doğmuş bir bebeye benzer mi?… Tıpkısı vallahi!  Bunlar, benim yavrumun bir yerlerini çalmış; her biri bir yerini, onun organları, devinimleriyle donatmış. Kızım mı onlardan kopya, onlar mı kızımdan?  Yoksa, yaratanın ustalığı fabrikasyon mu? … Hani ben, büyükleri birbirine benzetemezdim pek: Eğitim, toplum, mal mülk kazanma tutkusu, toplumda kendisine yer edinme çabası, politik hırslar…onlara, değişik makseler takardı. Çocuklar, bin bir rente çiçeklerdi de, yalnız durulukta aynıydılar, doğalında kendileri.  Çocuklar/ büyükler ikilemi saplanıyor içime. Kavrayışım kağşak. Yetişkinliğimden, öğretmenliğimden kuşkulanıyorum. Biz mi, bu çiçekleri, değişikliğinde güzel renklerinden, ayrı bezenek orkestrasından syırıp, ayrı suartlarla, bencil davranışlarla donatıyor, sürtüşmelere sürüyoruz?…

 

Demirci Mehmet’in oğlu Hasan öğretti bana, çocuklara saygıyı, insanlığını özünü.  Y…. Oratokulunun müdürüydüm. Demirci Mehmet ile aynı sokakta otururduk. Bir selamdan başka alışverişimiz yoktu onunla.  Hasan’ın, onun oğlu olduğunu bilmezdim. Oradan askere gittim. İzine çıkmışım, sokağımızdan, evimize geçiyorum. Ufaklığın biri, koşup bacaklarımdan kucakladı:

-        Hoş geldin Müdür Amca.

-        Hoş bulduk, senin adın ne?

-        Hasan.

-        Kimin oğlusun?

-        Demircinin.

Yazıklar olsun bana, kapı bir komşumun çocuğunu tanımıyorum. Ne bir topak şeker, bir çiğneyim sakız vermişim ona. Şöyle bir başını bile sıvazlamamaşım. Hasan’ın inceliği karşısında eziliyorum. Sözüm ona, büyük olacağım!…

-        Hasan, sen beni tanıyorsun demek?

-        Tanyorum, hem de çok seviyorum.

-        Ne yaptım ki, niçin seviyorsun?

- Biz sokakta çizgi oynarız, büyükler gelir çizgimize basar, azarlar, kovarlar sokaktan. Sen koskoca müdürsün, hiçbir gün çizgimize basmadın, azarlamadın bizi hiç.

Eğilip kucaklıyorum. Öyle sarılıyor ki, güllerle donatılmışım, dünya çiçek bahçelerinin ortasındayım.

 

Hasanların çizgisine basmasak, dünya daha güzel mi olacak ne?…

 

 

                    C’NİN GÖZYAŞLARI

 

          Aankara- Kızılay.  Giyimini yakıştırmış,  beyefendi tavırlı genç bir adam, bana yöneldi. Gözlerinden tanımaya çalışırım insanları. İçin aynasıdır göz, Yalanı yanlışı, yapmacığı gizleyemez, sahibi hünerli(!) bir aktör değilse. Geçmişin karanlığıına itilmiş ilişkilerin izi, hiç silinmez gözlerden.  Belleğin ışığını tutunuz üstüne,  şıp diye düşer aynanıza, ilk duruluğuyla geçmiş.  Bir yerlerde tanımış, birliktelik kurmuş olduğum  kişileri, adından çok, gözlerinden yakalar, oradan çıkarırım kimliğini. O gözlerin bir yalazı, usta bir postacı gibi götürür sizi, aradığınız adrese…  Bu gözleri tanıyorum ben, hem de çok yakından?…

          -Efendim, been…

          -Dur bakalım, sen  R….’dan C… değil misin?

          -Öğretmenim, elinizi öplek istiyorum, diyor, eğiliyor ellerime.

          - Yok,Yok! El ötürmem ben.

          Kaskatı kesiliyor. Yağmur sonrasının güneşli havası, yüzünü terkediyor, başına kara bulutlar çavmış. N’oldu şimdi buna? Geçmişi arar gibiyim. O da duraksamalı... Soru işaretleriyle donanmış gözlerimden kurtulabilse, bırakıp gidecek, nerdeyse.

          -Öğretmenim, bize çok iyilik ettiniz. Çocuktum, bilemedim, aleyhinize ifade vermeye zorladılar bizi. Bağışlayın.

          -Ne ifadesi yavrum? Sizler,  geçmişimin bahçesinde solmayan çiçeklersiniz, beynimin albümü, onlarla  korur güzelliğini.

          -Ah, sormayın, ‘O nasıl olsa bir yabancı, onu südürür, biz doyururuz sizi’ dediler, aldandım. Yıllardır içimde kanıyor bu aldanmışlık! O kalleş particiler, babamı da kandırmışlardı.: ‘Elin yabanına mı, bizim yerlimize mi güveneceğiz.’ diyordu.

 

 

Ah evladım, kırgınlığımdan ötürü el öptürmüyorum sanmış. O, benim ilkesel  ve sürekli tavrım oysaki.  El öptürmek için, birinin eğilmesi, insanı küçültmek gibi gelir bana. İnsanı külçülten küçülür de…

 

 

Anımsıyorum:

Bir sabah, ilk derste, öğrencilerimden birisi sıraya yığıldı, omuzladığım gibi hükumet tabipliğine götürmüştüm. Açlıktanmış. Aarştırdım; üç delikanlı, dokuz kilometrelik bir köyden gelip gidiyor, her gün. Üçünün de benzi soluk, üçü de tutuk.  İnsan üstü çaba gösteriyorlar, dersi dinlemek için, dediklerimi yapmak için.  Yanlarına sokulduğumda, sadece ekmekle beslenenlerin ağız kokusu, burnumu yakıyor. Kaç kez, doyamış karınla tarlanın, dağın yolunu arşınlamışım. İçim yanıyor.

 

Çevreden ibir umar bulabilir miyiz? Düşünüyoruz, yok. Ne yapabiliriz? Eşimle ben, maaşın üstüne, ayda otuz altışar lira ek ders ücreti alıyoruz. Almadık saysak, n’olur?  Lokantacı Hasan, bu kadara, öğle yemeği verebilir belki, bu üç çocuğa. Tanığıyım, Hasan iyi adam: Lokantasında, ara sıra içerim. Masama yığışanların çoğu, hesap zamanından önce kalkmış olurdu. Kızardım, ama kimseyi de uyaramazdım, kabalık gibi gelirdi bana, töre dışına çıkmaktan çekinirdim. Hasan üzülürmüş… Benim masaya oturan oldu mu, çatalınınucuna bir parça soğan takıp, gelenin burnuna uzatıyor: “Soğan kokladın, hesaba ortaksın.  Kim, neye dokunduysa yazacağım. Hocaya yüklenmek yok.” der, muzip muzip gülerdi, dediğini de yapardı. Bu Hasan’dan doyurabilir çoçukları. Hasan’ın kazancı da öyle ahım şahım değil. Hasan Alevi, çocuklar da… Onlar bilirler ,ezikliği paylaşmayı.  “Birazı sevabına” diyerek razı ediyoruz. “Hasan, rıza lokması olacak’ şakamı, “Adın bizden değil, ama tadın bizden hoca”yla karşılıyor. Böcü böcü gülüyor, kucaklıyor.

 

Erinçliyiz.

Kimileri ‘ne iyi öğretmenler’ dese de, karlışıksız vermelye yabancı anlayış merakta: ‘ Niye doyurur elin çocuğunu, bu iki öğretmen? O kadar  varsıllarsa, buralarda işleri ne?’… O yoksunlu yaşam içinde, birbirinden pay aşırmayı şahinlik sayanlara yadırgı düşüyoruz. ‘Bunun altında, bir şey olmak gerek’?…

 

Bu delibozuk öğretmenin işi gücü okulda, varsa da öğrencileri, yoksa da öğrencileri, geceleri bile kolluyor onları. Cemaat dışı: Kahvede yok, lokalde yok, kulüpte yok. Karı koca, komşularla, öteki memurlarla içli dışlı olmaktan kaçınıyor. O kadar insan sever iseler, niye, el içine karışmazlar?…Bey, önceden köy ensitüsünde okumuş. Sonradan, bunlara hak tanımışlar da yükseköğrenimi bitirip bizim okula gelmiş. Köy enstitüleri komünist mektepleri değil miydi?… Haaa!…

 

      Halkımız, istediği mitleri, masalları, eğilimine göre olumlsuna-olumsuzuna

kurgulamada ustadır. Hem de polisiye yazarlarına taş çıkartırcasına. Bir bahanesini bulur, bir şeye yamar bu olayı, yakında. Kasaba politikacısı, eleştiriyi tanımaz bile, yatımına gelmeyen sözden ürker, köpürür. Hoşlanmadığına kulp takmakta, hiç zorlanmaz. Yeni iktidarla atağa geçmiş zaten. Taktığını tökezletiyor. Benim için “ Siz, bunun ağzından, yeni iktidara övgü dulydunuz mu hiç? Bir Cumhuriyet, bir Mustafa kemal tutturmuş gidiyor.” derlermiş.

 

          Komünist kitapları okutmaktan soruyşturma geçirmiştim, bu olay öncesinde. Yoguslavyalı Rad Şirketi, Kelkit vadisinde köprüler kuruyor. R…’de oturur çalışanları. Şirketin mühendislerinden birisiyle yakınlık doğmuş. Bu ilişkiden yararlanarak, okulun sınıflarına kitap dolabı yaprılıyor. “Dolapları yaptınız, içine kitap da alır mısınız” deniliyor. Millî Eğitim Bakanlığının yayımladığı dünya klasikleriyle dolduruluyor  dolaplar. Öğrencilere okutulyoruz.  İl Genel Meclisi Üyesi N.Ç,  oğullarını, iyi okuttuğumu söylüyor, ama komünist Yoguslavya Rad Şirketi damgası var ya kitapların üstünde, prilendiriyor adamı. Çocukları, elden gidecek. Çocuklarını zehirletmeyecek. MEB’nin yyımladığı klasikleri okutan öğretmeni sorgulamak üzere, müfettişler damlıyor Ankara’dan.

 

          O yıl, Hasan’dan doyundu, üç çocuğumuz. Derslerde açıldılar, iyi dereceyle okulu bitirdiler. Bizim müdürün tarfasından bıktığım için , boşalan T… Orteakolunun müdürlüğünü istemiştim. Atadılar. Ayrıldım oradan.

 

          Dağdağalar içinde sürüklenen adamın belleğinde canlı kalır mı , böyle şeyler? O, yeni sorunlara, soruşturmalara adaydır, her zaman. C’nin gözyaşları, belleğimin kuytularından çekip  getiriyor, o günleri; her karesiyle, en ince duyumsamalarıyla…

 

          -Boş ver evladım, ben unuttum onları, sen nerdesin şimdi.

          -İstanbul’a E… Şirketlerinin birinde kimya mühendisiyim.

          -Kutlarım, deyip sıkı bıkı kucaklıyor, öpüyorum. Sıcaklığıma şaşırıyor.

          - Sizi, yıllardır görmek, özür dilemek istedim öğretmenim, utanıyorum.

          Hâlâ gözleri yaşlı.

          -Boş ver dedim ya. Yıllarca bu acıyı taşımak kolay mı? Çocukluğundaki bir yanılmadan ötürü, yıllar sonra gözyaşı döken adamdan daha güzel insan olur mu?

          Boynuma sarılıyor.

          -Hadi  gel, senin iyi adam olman benim için ödül. Kutlayalım. Rakı parası benden. Seninle gençliğimi, bir kez daha yaşama fırsatı verkmiş olursun bana.

 

YAŞAMÖYKÜSÜ

          Osman Bolulu (Amasya-Taşova-Tekke köyü,1929) Lâdik-Akpınar Köy Enstitüsünü, Gazi Eğitim Enstitüsü Edebiyat Bölümünü, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsünü bitirdi. İlk ve orta dereceli okullarda öğretmenlik, yöneticilik yaptı.  Millî Eğitim Bakanlığı  Müşavir Müfettişliğinden emekli oldu (1981)

          Dalların Ucundaki (1955), Bileşim Çizgisi (1963), Yurtboyu Sevişmek (1992-94), Taşın İyisi (1992-94), Uzun Koşu (1994-95),. Güle Yolculuk (1994-95) yayımlanan şiir kitaplarıdır. Vedat Güler, Nabi Üçüncüoğlu, Petrol-İş şiir ödüllerini aldı.

          Antilaikiğin Önlenmeyen Yükselişi (1994), Belleksiz Toplum (1995),  Korkacaksan kitapsızlardan Kork (1998), İnsan İnsana Eklene Eklene (1998-2001) deneme kitapları yayımlandı. İnsan İnsana Eklene Eklene  kitabıyla; Cumhuriyet’in 75. Yılı nedeniyle Kültür Bakanlığınca düzenlenen yarışmada deneme büyük övdülünü aldı (1998)

          Osman Bolulu’un öteki kitaplarıYağmur Sonrası (öykü,1998), İnsanlığın Solmaz Gülleri (Anı-anlatı, 2000), Devlet Kuşu (halk masalları.1970),  Türkiye’de Mahallî İdarelerin Eğitim-Öğretim Kurumlarıyla İlgisi (inceleme,1965). Bunlardan başka dil, seçki, söyleşi türlerinde ve öğretimle ilişkin 12 kitabı daha vardır.  Dil  yazıları, Türk Dili Dergisi Yayınlarınca Öğrencemiz Türkçe adıyla kitaplaştırılıyor.Osman Bolulu’nun dil yazılarından pek çoğu Bulgarya, Makedonya Ve Kanada’daki Türkçe yayın organlarınca alıntılandı. Kanada’daki Bizim Anadolu’da sürekli yazıyor.

          Bazı şiirleri çevrildiği için Danimarka Yazarlar Birliğince Kopenhag’a çağrıldı (7-12 Ekim 1995). Danimarkadaki Türk Dernekleri de çağırdı Bolulu’yu (25-29 Ekim l997). O gezilerinde çevrilen şiirlerini okudu, Danimarka’nın belli başlı merkezlerinde konuştu, kitaplarını imzaladı.

         

 

 

Etiketler:

Yorumlar (0 )