YAZAR OKUMAZLAR

YAZAR OKUMAZLAR

  

YAZAROKUMAZLAR


Arap alfabesini kullandığımız zamanlarda “okuryazamazlar" vardı. Böylesi, o alfabenin özelliğinden kaynaklanıyordu. Türk alfabesiyle olamaz böyle şey: Yazabilen, iyi kötü okuyabilir de. Hem, sözünü etmek istediğim bunlar değil: Şu diplomalılar var ya, üstüne üstlük-adını, yazar-çizer takımına katmak isteyenler, onların arasında benim "yazarokumaz" dediklerim. Kimilerinin kitapları bile vardır. Basımevinden geçmiş yazılarla yazar olunacağı sanısına çivilenmişlerdir. "Bin kitap okuyan, belki bir kitap yazabilir." deseniz, şaşkın şaşkın bakarlar size. Belki de içlerinden "Şu aptala bak!" diye söylenirler. Onlara göre yetenek, bir iki duygulanım, birkaç ilginç olaya tanık olmak, yazarlık için yeterlidir.

Bir yerde, birkaç satırları çıkmıştır ya da yayımlatabildikleri kitapçıkları vardır ellerinde, bayram çocuklarının bayrakları gibi. Hemen sorarlar yanındakine, falan dergiyi görüp görmediklerini. Siz anlarsınız, orada bir şeylerin yayımlandığını. Orada durmazlar, hemen ürünlerinden söz etmeye başlarlar. Karşılarındaki yazardır. Hemen karşı sayfada onun ürünü de yayımlanmıştır. Okumamışlar ki onu da ansınlar. Bir derginin bütünündeki yazılar yoktur, sadece onların yazıları kadardır derginin oylumu. O dergi tek yazarlı, tek ürünlüdür, onlar için. Birkaçını satın alıp eşlerine dostlarına dağıtırlar çoğuncası. Bu kadarla kalsalar neyse, başlarlar yargı biçmeye, falanın filanın yazarlığını karalamaya. Okuduklarından değil ha, kulaktan almışlardır.

Çevrenizdedirler, onlarla günlük ilişkiler içindesiniz. Yeni bir yapıtınız yayımlanmıştır. Eh gelenektir ya, yazar-çizer takımının ürünlerini birbirine sunması. İnsan olarak onları atlamak istemezsiniz. Ama kendilerinden başkasını okumadıklarını biliyorsunuz, nasıl eliniz varır kitap imzalamaya? Vermeseniz, incelikten yoksun sayılacaksınız, verseniz, okunmayacağı bilindiği halde kitap sunulmaz ki birisine! İki arada bir derede kalırsınız. Sizi, burnu büyüklükle suçlamaya, taş atmaya da hazırdırlar. Olur ya, bir yerde kitabınızın bir iki yerini karıştırmışlarsa, kendilerine göre çarpık yorumlarını dökerler ortaya, arkanızdan. Böylesine kitap sunmak, körpe yavrusunu, kör kuyuya atarak boğmaktan başka nedir ki?. .

Kitaplar gelir bana: Yerini yapmış, ününü kurmuş yazarlardan, ilk kanat vuruşunu, umut güvercini gibi, sanat dünyasına salmış gençlerden. Kendimi borçlu sayarım, onları okumaya. Beni adam yerine koyup ürününü sunmuş olanı, okumamak olur mu hiç? Öte yanda temel ve her zaman okunması gereken kitaplarım vardır. Ekmek paramdan kesip satın aldıklarım: Onlar, bana yol yolak açacaklardır, ufkumu genişleteceklerdir. Onlarla beslenmek, ödevin ötesinde bir zorunluluktur. Nasıl ıskalarım? İkisi arasında sıkışır kalırsınız. Ama size gelenleri, bir kıyıya atamazsınız, onları raflarda boynunu bükük bırakmaya gönlünüz razı gelmez. Kesinkes okuyacaksınız. Sahibine kitap sunacaksınız siz de. Ya da teşekkür mektubu yazacaksınız, Kimi zaman -sizi çok duygulandırmışsa, kazanıma götürmüşse- bir yerlerde tanıtma- yazıları yazarsınız. Borcunuzu ödemiş olacaksınız öyle ya!..

Ne görürsünüz sonunda? Övgü bekleyenlere, istediklerini verememişseniz, ses soluk kesilir. İlişkiler biter. En çok küsen, kötü yazı, kötü kitap sahipleridir. Fırsatını yakaladıklarında, sekilenecek bir köşeyi bulduklarında verip veriştirirler sizin için. Aldırmam böylelerine. O adı sanı bilinmedik, yerini bulabilmek için çırpınan kalem sahiplerini okuduğumda, öyle güzel değimlere, öyle çarpıcı buluşlara rastlarım ki; vay hınzır, ne güzel söylemiş diye imrenirim. Çoğu zaman, keşfedilmemiş pınarların suyu, serinletir içimi. Sanatımız adına umutlanır, gönenirim. Kim nerede, ne yazarsa yazsın, adı büyüğe çıkmış olsun olmasın, onların ürünleriyle bu ırmağın çoğalacağını, toprağımızın susuzluktan kurtulacağını düşünürüm, göğsüm kabarır, umudun kanatlarında uçar giderim, kendim üretmiş gibi.

Alırlar mı bilmem, ama kim kalkıp da onlara diyecek ki yılların çilesini örmektir, düşe kalka bir sürü engeli aşabilmektir yazarlık. Yazar olabilmek, yazmaktan önce okumaya dayanır. Okur olabilmek, en azından, yazar olabilmek kadar onurlu bir iştir. Dünyayı anlarsınız. İçiniz donanır, değişip dönüşüp yeni bir kişilik kazanırsınız. Dolmadan boşalmak isteyen depodan ancak fısıltılar gelir. Onları gördükçe, biraz öfkeleniyorum doğrusu. İki yönlü kızgınlık bu: Birisi kendime, ötekisi onlara. Niçin kızıyorum kendime? Ortaokul üçüncü sınıftayken bir yılda 367 kitap okumuşum, ondan beri okumasız günüm olmamış hiç. Hâlâ istediğim oranda bir yazar olamamışım. Ya onlara kızgınlığım?.. A aslanım, anladık yeteneğin var ya da öyle görünüyorsun. Ama hangi yetenek beslenmeden, işlenmeden gelişebilmiş? Dünya durduğu yerde mi, eloğlu her gün yeni bir şeyler üretiyor, değişik noktaları yakalıyor, yeni sunuş biçimleri buluyor. Duygularını, düşüncelerini, izlenimlerini, bin kere elekten geçiriyor. Kırk düşünüp bir kazıyor. Elinde makas, yazısını kese biçe, kırk kez yeniden dokuyarak ürüne dönüştürüyor. Öte yandan söylenmişleri yinelememek için, yazdığına kendi damgasını basabilmek için dokuz doğuruyor. Başkalarını izlemeye zorunlu sayıyor kendisini yazar takımı. Sen böyle gidersen ömrün boyunca bir genç yetenek olarak kalacaksın. İlk koşulduğun boyunduruk yoracak seni. Başka alanları özlediğinde vakit geçmiş olacak artık. Daha şimdiden, ilk çıkış anılarıyla övünen genç bir ihtiyardan başka ne olabilirsin ki?..

Karayorumcu muyum bilmem ki ülkemizde şiir yazanın dörtte biri kadar, şiirden anlayan var mı, kaç yazar başkalarını da izliyor diye düşünüyorum. Utanma pazar, bir iki dostunun kitabını karıştıran yazarlar-şairler sıkıyor beni. İkide bir, çantalarından, kanat çırpınışlarını içeren ürünlerini çıkararak kulağımı, gözümü işgal etmelerinden bıktım artık. Yazaroku- mazlara kitap imzalamamayı ilke edineceğim.

Ne olurdu, şu ülkede yazar da okur olabilseydi?.. Hele de, kitap yazan kadar okura kavuşabilseydik...

 

Damar, Eylül 1995

Etiketler:

Yorumlar (0 )