İMECELİ KİTAPLAR 9- NİÇİN KÖY ENSTİTÜLERİ VE ÇAĞDAŞ EĞİTİM VAKFI

İMECELİ KİTAPLAR 9- NİÇİN KÖY ENSTİTÜLERİ VE ÇAĞDAŞ EĞİTİM VAKFI

 

Bu kitapta yer alan Osman Bolulu yazısı aşağıdadır:




KÖY ENSTİTÜLÜ KİŞİLİK


“Ben köy enstitülerini, bozkırda çalınan Vivaldi müziğine benzetirim hep.
Bitmez tükenmez baharların, mevsimlerin bozkıra gelişini müjdeleyen
Vivaldi müziği...” Osman ŞAHİN


Osman BOLULU
 
 
 
Klasik ve Çağdaş Eğitim Anlayışı:

Klasik anlayışa göre eğitimle geçmişten geleceğe doğru uzanan bağın kopmaması sağlanır; kendi onurunun ve toplumsal ödevlerinin bilincine varmış yurttaş yetiştirmeye çalışılır.

Ancak geçmişten geleceğe doğru uzanan bağın, onur kavramının yenilenmesi, toplumsal ödevlerin gözden geçirilmesi, ödevin karşısına bir de hakkın konulması gerekiyorsa, ne olacak? Geçmişte, dünyayı, kendine göre biçimlendiren, uygarlığı yaratan, teknolojiyi geliştiren insan değil midir? İnsana, yeni bir uygarlık, yeni teknoloji gerekiyorsa, yeni bir tavır takınmak durumundaysa... Öyle bir insan tipi yaratılmalıdır ki; bu insan, gereksinimlerini karşılayabilecek, esenliğini sağlayabilecek dünyayı, yeniden kurabilsin. Böyle bir insanın, mutlaka özgür düşünceli, sorgulayıcı, kendisine güvenli, yapıcı ve yaratıcı
olması zorunludur. Bu nitelikte insan, klasik kitap sayfaları arasından çıkamazdı: O halde eğitim, yaşamın içinden kaynaklanmalıydı. İnsan, koşullarıyla boğuşa boğuşa hem gereksinimlerini gidermeli hem de kendi kişilik modelini yaratmalıydı. Koşulları, konumu neyi gerektiriyor da onu yapabilecek donanımda olmalıydı.

Niçin Köy Enstitüleri?

1940'larda ülke nüfusunun 80'i köylerdeydi. Türkiye ekonomisi tarıma dayalıydı. Yurt kalkınması, köy kalkınmasıyla Özdeş sayılıyordu. Cumhuriyet, varlığının temeli olan Kurtuluş Savaşının adsız kahramanlarına (köylülere) borçluluk duygusu içerisindeydi. Yeni kurulan Cumhuriyetin devamı için, onun ilkelerini kavramış yurttaş yetiştirilmesi zorunluydu. Geçmişten gelen eğitim sistemi, Cumhuriyetin isterlerine yetmiyordu. Ülke ve devlet yoksuldu. Nasıl bir eğitim modeli bulunmalıydı ki; hem masrafı çok az olsun, hem de Cumhuriyet çağdaş insan tipine kavuşsun, varlığını sürdürebilsindi, çağı yakalasındı. Kentlerdeki eğitim, köye göre ileri bir aşamadaydı. Ama köyler?... "Dilsizin dilinden,en iyi sahibi anlar" düşüncesinden hareketle, eğitime köylüyle köyden başlanılmalıydı. Köyün, kendi içinden canlandırılıp kalkındırılması, yurt bütününün kalkınması bakımından bir dayatmaydı. Köyden alınıp yetiştirilecek insanlar,doğup büyüdükleri yere dönmeyi yüksünmeyeceklerdi, topraklarının maddi manevi çehresini değiştireceklerdi.

Köy Enstitüsü Öğrencilerinin Niteliği:
 
Köy enstitülerine gelen öğrenciler, aşağı yukarı aynı bölgenin çocuklarıydı. Aralarında kültür farkları görülüyor gibiydiyse de, hepsinin temelinde Anadolu kültürünün, anlayışının ve tavrının ortaklığı yatıyordu. Hepsi de Anadolu köyünün yoksulluğundan geliyordu. İlkin, yoksulluğun ortak dili, onları birbirine bağlıyordu. İyi koşulları susamışlık, kendini bulma ve yüceltme özlemi yatar, yoksulların içinde. Güzelliklere, yeniliklere, olanaklara azgın bir istekle yönelen çocuklardı bunlar. Verilecek olanı, kabule hazırdılar. Bir de verdiklerinizi sindirmesini kavratırsanız onlara, iş kolaydı. Öğrenciler; aynı urbaları, aynı postalları giyiyorlar, aynı yemekhanede yiyorlar, aynı yatakhanede yatıyorlardı. Aynı kitap, defter kalemi ortaklaşa kullanıyorlardı. İşe giriştiklerinde, ellerindeki araç aynıydı. Kimsenin ayrılacağı, üstünlüğü söz konusu değildi. Hele öğretmenleri, uygulanan eğitim;
onlara içtenlikle yaklaşınca, bu öğrencileri aynı amaçta birleştirmek kolaydı.

Köy enstitüsü öğretmenlerinin işi de zor değildi, bir bakıma:

Çünkü önlerine gelen öğrenci, teknik olanaklardan yoksun, verimsiz bir iş hayatından köy enstitüsündeki daha teknik, daha bilinçli, iş hayatına atlayan bir kişilikti. Buradaki işin koşulları, köydekinden çetin değildi. Üstüne üstlük, buradan donanımla, statü kazanımıyla köyüne dönecekti öğrenciler. Köylü çocuğunu, öğretimin yanında işe sürmek, duraksama, yadırgama, yaratmıyordu. Öğrenci, öğretmenim, yeni çevresini beğenmeyecek yapıda değildi. Zaten kendilerini yüceltecek başka kapıları da yoktu. Bir çeşit zorunluydular. Bunlar, aynı edimde, aynı amaçta kolay birleşebilirlerdi. Öğretmenler, onların karşısında imrenilecek bir kişilik modeliydi. Dahası, bu çocuklar, belki bazı bakımlardan geriydiler, ama kirlenmişlikleri yoktu. İlkel saflıkları içinde, almaya hazır olarak öğretmenlerinin önündcydiler. Köy enstitülerinde öğrencileri, bir yandan üretime sokup (çalıştırıp) kendi gereksinimlerini karşılatarak öte yandan kafaca eğitmeye çalışmak, engeli az olan bir işti.
 
Köy Enstitülerindeki Eğitim:

Köy enstitüsü, köyün gerektirdiği bilgilerle donatılmış insanı (meslek erbabını) iş içinde yetiştirmeyi ilke edinmiş bir eğitim kurumuydu. Yetiştirilecek insan; hem kafaca donanmış olacak, hem de kazandığı becerisiyle gereksinimlerini, başkasının yardımı olmaksızın,
karşılayabilecek; çevresine de bu niteliğiyle önderlik edecekti. Köy, kendi içinden canlandırılacaktı. Yüzyıllardan beri uyuklamaya terkedilmiş halk kaynağı, kendi benliğinin ve gücünün farkına varacak, kendi gücünü kullanmayı bilecekti. Dolayısıyla yurt kalkınması; kökten, kırsaldan başlanılarak sağlanmış olacaktı.

Köy enstitülerindeki eğitim ve öğretim, klasik modelden çok ayrıydı: Öğrenci, salt kitaba bağlı değildi. Örnekse Pisagor Teoremini, kendini barındırmak için yaptığı binanın temellerini atarken, bir köşeden bir köşeye ip gererek meydana getirdiği üçgenin üzerinden öğreniyordu. Tabiat kuvvetlerinden söz edilecekse, kuru bilgilerle yetinilmiyor, değirmeni çeviren suyun başına gidiliyordu, fırtınanın kırdığı dal, inceleme konusu oluyordu. Tarlayı ekip biçen, ürünü toplayan öğrenciydi. Elektrik santralının başında, traktörün üstünde, demir ve marangoz atölyelerinde öğrenci vardı. Öğrenimle hayat iç içeydi, sağlanan yarar, çalışana yöneliyordu.

Öte yandan öğrenciler, seçkin edebiyat, sanat, düşün yapıtlarını okuyorlardı. İşin yalnız ırgatlığında bukağılanmamışlardı. Köy enstitülerinin nasıl üretim coşkusu içinde olduğunu örneklemek için, Mustafa Coşturoğlu'nun bir yazısında değindiği, bilgileri sunabilirim:
1936-47 döneminde (on yıl) bütün köy enstitülerine ayrılan ödenek 50.000.000 TL'dir. Bunun da 5.000.000 TL'si personel ücreti. Örnekse 1946 yılında 21 köy enstitüsünün ödeneği 24.831 TL'dir. (Bugün buna bir düğme alamazsınız.) 17.000 öğretmen yetiştiren 21 köy enstitüsünde 1946 yılında 5.080 türde 589.600 iş üretilmiştir. Bugünün değerleriyle trilyonlarla ifade edilemeyecek köy enstitüleri kaynağı, öğrencilerinin emeğiyle yaratılmıştır.

Köy enstitülerindeki uygulama, yalnız iş ve okumayla sınırlı değildi. Öğrenci yönetime katılırdı. Erzak ambarının anahtarı, öğrenci başkanında bulunurdu. Öğrenci başkanı, nöbetçi öğretmeni kadar sorumlu ve yetkiliydi. Nöbetçi öğrenci, bir çeşit yardımcı nöbetçi öğretmendi.
 
Bütün enstitü, 1000-1500 kişi sabah erken ulusal oyuna dururdu, halk türkülerinin eşliğinde. Günlük hayata, bu coşkudan girilirdi. Bir haftanın sonunda topluca okulun yöneticisi, öğretmeni, usta-başısı, öğrencinin katılımıyla eğlence düzenlenirdi. Bu eğlencede halk türküleri söylenir, öğrencilerin şiirleri okunur, temsiller verilirdi. Öğrencilerin yazdığı piyesler oynanırdı. Kimi zaman dünya edebiyatının en özgün, en klasik yapıtları sahnelenirdi. Öteki haftanın sonunda, okulun yönetimiyle ilgili sorunlar, özgürce tartışılırdı. Böyle bir toplantıda;
okulun kamyonuna bindim diye bana tokat atmaya çalışan bir öğretmenimiz hakkında "Öğretmen denen adam böyle şey yapar mı?" dediğimi, öğretmenimizin "bakınız, bana adam diyor" yakışısına karşı Eğer adam değilse, sözümü geri alıyorum." alaysamasında bulunduğumu anımsıyorum. O zaman, orta birinci sınıf öğrencisiydim, 13 yaşındaydım. Bu konuşmadan ötürü hiçbir baskıya uğramadım. Alkışlandım. Arkadaşlarım ve Öğretmenlerin arasında ün aldım. Köy enstitülerinde ortak yaşanan hayat, yine onu yaşayanlar tarafından düzenleniyor, yönlendiriliyordu. Kendini eleştirerek, yederek becerikli ve donanımlı insan katına ulaşacak olan kişilik modeli, böyle bir uygulamadan çıkacaktı elbet.

Köy enstitülerinin yarattığı kişilik modelinin temellerini şöyle sıralayabiliriz:

1. İş içinde yarara dayalı eğitim,

2. Yönetime katılma, sorgulama, sorgulanma,

3. Yaşamını, kendi kültür değerleri üzerinde yüceltme,

4. Dünyanın temel edebiyat, sanat, düşün yapıtlarını okuma,

5. Özel ve genel çevresindeki sorunları bilip onun sorumluluğu-

nu taşıma.

Köy enstitülerindeki iş eğitimi uğraş (meşgale), alıştırma (temrin) değildi. Doğrudan üretime yönelik, gereksinimi karşılayıcı bir zorunluluktu.
 
İş yapan üretir, kendine güveni artar. İş becerme, bir gönenme kaynağıdır. Üretenin kendisine saygısı çoğalır. Başkalarının yaptıklarına bağımlılığı azaldığı için, özgürleşir. Yarar sağladığı diğer insanlarla arasındaki bağ güçlenir, onlar tarafından kabul görür, aranan, sevilen birisi olur. Yaratmak, çoğalmaktır. İş; kişilik kazanmanın ve toplumsal gelişme içinde kenetlenmenin baş etmenidir. Üretimin tadını alan kişi; bir kere durdu mu, hızla dönen değirmenin duruşu gibi, boşlukta kalır, anlamsızlaşır. içinde kişilik kazanmış birisi için durmak, yitmektir, Ölümdür. O, özüne saygısını yitirmemek için, işlevini sürdürmeye zorunludur artık. Üretirken kendini ayakta tutacak, diğerlerine olumlu ömeklik edecek; özüne saygılı, bağımsız kişiliklerin yetişmesine katkıda bulunacaktır. Bu nokta bir özün, bir anlayışın yargılısıdır artık. Öğreti ve anlaşının engelleriyle savaşmak, onun için kaçınılmaz bir görev olmuştur.

Köy enstitüleri, salt iş eğitimine dayanmış olsaydı, yalnız iyi birer meslek erbabı yetiştirmekle kalırdı. Özgür kişilik modelinin bir yanı, eksik düşerdi. Kafayla beslenmeyen, yürekten devinim gücü almayan bir savaşımcılık sürdürülebilir mi? İnançları temellenmiş, bilimsel gerçeklere oturmamış, yüreğinde insan sevgisi çiçek açmamış olanların savaşımı, nereye kadardır? Köy enstitüsü, öğrencisini kafasından ve yüreğinden de beslemek için, her öğrenciye, yılda en az 20 seçkin yapıtı okuma zorunluluğu getirmişti. Hasan Ali Yücel tarafından Türkçeye çevirtilen dünya klasikleri, yerli yabancı diğer özgün yapıtlar okunur, tartışılırdı. Hattâ dönemin resmi görüşüne aykırı düşen kitap ve dergiler girerdi köy enstitülerine. Orta üçüncü sınıf öğrencisiyken, 1945 yılında 367 kitap okuduğumu anımsıyorum. Her sınıfın bir duvar gazetesi vardı. Kimimiz, tek başına duvar gazetesi çıkarır-
dık. Seçkin öğrenci yazıları, Yüksek Köy Enstitüsünün çıkardığı Köy Enstitüleri dergisinde yayımlanırdı. Hepimiz, orada yazımızın çıkması için yanar tutuşurduk.
 
Köy enstitüleri domatesin kızarmadığı yaylalarda kurulmuştu. İş eğitimiyle donanan, kitapla kafası yücelen öğrenciler, o domatesin kızarmadığı bozkırı, yeşile dönüştürdüler, bayındır kıldılar. Kendileri de özgür düşünceli, sorgulayıcı, sorumluk yüklenir, tuttuğunu koparır insan modeli olarak çıktılar ortaya.

Gürültü, işte ondan sonra koptu. Dünün kara kuru oğlanları, başı yazmalı kızları, toplumun içine, yapıcı, yaratıcı olduğu kadar eleştirici bir kişilik olarak girmişlerdi. Yüzyıllardır uyutulmuş köylerinin hesabını sormaya soyunuyorlardı. Duruk düzeni sarsıyorlardı. Uslu yurttaş değillerdi, bunlar başka bir yurttaş tipiydi. Üstelik söz sahibi de olmak istiyorlardı. Öyleyse köy enstitüleri kapatılmalıydı.
 
 
 
 
 
 
 
Etiketler:

Yorumlar (0 )